Atatürk’e göre basın başlı başına bir okuldu; “Basın milletin müşterek sesidir. Başlı başına bir kuvvet, bir okul, bir öncüdür.” (1922, TBMM.)
O, halkın ayağına giderek halkın dertlerini dinleyen; gazetecilerin, yöneticilerin, esnafın, din adamlarının… hiç korkmadan ve çekinmeden özgürce soru sorabildiği bir liderdi. 1923 yılı başındaki 35 günlük Batı Anadolu gezisinde, sadece gazetecilerle, yöneticilerle, komutanlarla ve halkla görüş alışverişinde bulunmamış, aynı zamanda bir devlet adamının gazetecilerle (15-17 Ocak 1923 Eskişehir ve İzmit Basın toplantıları) ve halkla nasıl konuşması gerektiğini de göstermişti.
Ahmet Emin (Yalman), 20 Ocak 1923’te Hakimiyeti Milliye Gazetesi’nde “Hedefe Mutlaka Varılacaktır” başlıklı yazısında şöyle diyecekti: “Mustafa Kemal Paşa bizimle, toplam 12 saat konuştu. Bize karşı, ‘Ben milli meseleler hakkında söz söylemek hakkına sizlerden bin defa fazla sahibim; benim sözlerimi hiç sorgulamadan doğrudan doğruya kabul ediniz’ der gibi bir tavır takınmadı. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi’nin Reisi ve Türkiye’nin kurtarıcı kurucusu olduğunu bize unutturmayı başardı…”
Atatürk bu gezisinin amacını Nutuk’ta şöyle açıklıyor:
“Padişahlığın kaldırılması, halifelik makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından görüşmek, düşüncesini ve eğilimini bir daha incelemek önemliydi. Meclis son yılına girmiş bulunuyor. Yeni seçim dolayısıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni bir siyasal parti durumuna getirmeye karar verdim. (…) Bu konuda da halkla karşı karşıya gelip görüşmek uygun ve yararlı olacaktı. Zaferden sonra talim ve terbiyeye başlamış olan ordumuzu da yakından görmek istiyordum… Halkı uygun yerlerde toplayarak uzun görüş alışverişinde bulundum. Halkın bana diledikleri gibi serbest sorular sormalarını istedim. Sorulan sorulara 6-7 saat süren konuşmalarla cevap verdim.”
Her isteyen Atatürk’e soru sorabiliyordu. Önceden soruları toplamak yoktu, soru yasaklamak da, bazı gazetecileri alandan uzaklaştırmak da. Atatürk “Bu nasıl soru?” diye hiç kimseyi azarlamıyordu. Atatürk’le tartışan gazeteciler, yöneticiler bile oluyordu. Örneğin, İzmit basın toplantısında “gayrimüslimler de milletvekili olabilir” diyen Atatürk’e, gazeteci Falih Rıfkı (Atay), “Asker de olmasınlar, mebus da olmasınlar” diye karşı çıkmıştı. Bunun üzerine Atatürk, “Hayır, asker de olabilirler, mebus da olabilirler” demişti. (Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları s. 8).
Atatürk, milleti için yaşayan bir liderdi. Onun için millet işleri her şeyden önemliydi. Öyle ki 15 Ocak’ta Eskişehir’e giderken trende, annesinin ölüm haberini almasına rağmen programını değiştirmedi. Mahmut Soydan’ın ifadesiyle “Gazi çok üzüldü. Gözlerinden yaşlar aktı. Belli ki içi kan ağlıyordu…” Ama “Vatan vazifesinin yanında hiçbir hissin, hiçbir mülahazanın hükmü yoktur” dedi. (İnan, age, s. 8,9).
Atatürk, Eskişehir’de halkla konuşmasında, “yöneticilerin halkı kandırmaması, halka mutlaka gerçeği söylemesi ve kendilerinin de “aldanmaması” gerektiğini belirtti:
“Milleti yöneten insanlar, milletle açık kalple konuşmalıdırlar. Yapılacak işler olduğu gibi ifade olunmalıdır. Yoksa safsatalarla milleti iğfal etmek (olmaz). İlkemiz, daima millete gerçeği ifade etmek olmalıdır… Millete gerçeği açıklayanların kendisinin de aldanmadığına güveni tam olmalıdır.” (İnan, age, s. 38).
Anadolu Ajansı’nın tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi ile özdeşti. TBMM açılmadan 17 gün önce 6 Nisan 1920’de kurulan Anadolu Ajansı, meclisin çıkardığı ilk yasaları duyurdu, Milli Mücadele’nin ve Kurtuluş Savaşı’nın her aşamasına, Cumhuriyet devrimlerine tanıklık etti. Atatürk, İstanbul’un 16 Mart 1920’de resmen işgali ve Meclis-i Mebusan’ın kapanması üzerine, illere Ankara’da toplanacak Meclis için seçim yapılmasını bildirdi. Artık İstanbul’da kalınamayacağını gören bazı aydınlar da bir süredir Milli Mücadele’ye katılmanın yollarını aramaktaydı. Bu gelişme, Anadolu Ajansı’nın kuruluşunu da sağladı. Ajans, Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhı ”Ziraat Mektebi”nde (şimdi Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü) 6 Nisan 1920’de kuruldu. TBMM açılmadan iki hafta önce kurulan Anadolu Ajansı yeni Türk devletinin ilk milli kurumu oldu.
“Anadolu Ajansı (bültenlerinin) bazı yerlere yayılmadığı ve gönderilmediği yolunda şikayetler alıyoruz. Anadolu’nun dışarıyla bütün ilgisinin kesilmiş bulunduğu şu sıralarda (…) bu konuda yapılacak bir ihmalin ‘vatan suçu’ teşkil edeceğinin bilinmesini arz ederiz.” (Atatürk, 18 Nisan 1920)
Atatürk, milli direnişi örgütlemek için işgal altındaki ülkede en uzak köşelere kadar haber ulaştırmak zorundaydı. İstanbul basını, “baskı” ya da “düşman etkisi” altındaydı. Anadolu’da yerel basın yetersizdi. Ülkede yerli milli bir ajans yoktu. 1911’de kurulan “Osmanlı Telgraf Ajansı” milli olmaktan çok ticariydi. Daha sonra “Osmanlı Milli Ajansı”na dönüşen “Telgraf Ajansı” I. Dünya Savaşı sonunda kapatılmıştı. 1918’de “Türkiye Havas-Reuter Ajansı” kurulmuştu. Fakat bu ajans da işgalcilerin çıkarları doğrultusunda haberler yapıyordu. Örneğin Atatürk, Nutuk’ta, “Havas-Reuter Ajansı”nın 27 Mayıs 1919’da “Türkiye, büyük devletlerden birinin himayesini sağlama noktasında birleşiyor” haberine tepki göstererek “milletin, milli bağımsızlığı korumaya kararlı oluğunu” ve “millî vicdanı temsil etmeyen haberlerin endişe verici tepkiler yarattığını” belirterek milleti bu yanlış haberlere karşı uyarıyordu.
Milli direnişi örgütlemek için yerli milli gazetelere ve haber ajanslarına ihtiyaç vardı. Atatürk bu nedenle Sivas’ta “İrade-i Milliye”, Ankara’da da “Hâkimiyet-i Milliye” gazetelerini kurdu. Başlangıçta İtalyan Haber Ajansı’ndan yararlanmıştı. Anadolu Ajansı, zorlu savaş yıllarında üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. İç ve dış kamuoyunu milli direniş hakkında sürekli doğru bilgilendirdi. Anadolu Ajansı, içeride İstanbul, Zonguldak, İnebolu, Antalya ve İzmit’te; dışarıda ise Londra, Paris, Berlin, Viyana, Cenevre ve New York’ta irtibat büroları açtı.
Anadolu Ajansı bültenleri işgal altındaki İstanbul’a bin bir güçlükle ulaştırıldı. İstanbul’da eski Çiftçi Kütüphanesi sahibi Akif Bey ile Hayri Budak Bey bu bültenleri gizlice aldı, İstanbul Babıali’de bir kitabevinin bodrum katında eski bir teksir makinasıyla veya bültenin altına kopya kağıdı yerleştirilerek elle çoğalttılar. Ajans haberleri telgrafla yayıldı. Atlı görevlilerin ücra köşelere kadar götürdüğü bültenler kara tahtalara asıldı. Düşmanın bütün kara propagandasına karşın milli direnişin en zor anlarında Anadolu Ajansı’nın haberleri halka güç verdi. Anadolu’daki Yunan mezalimini Anadolu Ajansı dünyaya duyurdu. TBMM’nin açılacağı, Sakarya Savaşı’nın ne zaman başlayıp nasıl ilerleyip nasıl sonuçlandığı, Büyük Taarruz’un tüm aşamaları ve İzmir’in kurtuluşu gibi önemli haberler hep “AA” kaynaklıydı.
Anadolu Ajansı sadece Milli Mücadele’de değil, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da yeni Türkiye’nin gözü kulağı oldu. Lozan görüşmelerini başarıyla yansıttı. Atatürk’ün devrimlerini topluma anlattı. Yurt gezilerinde Atatürk’ün yanında hep AA muhabirleri vardı. Atatürk, İzmir suikast girişimi sonrasında 19 Haziran 1926’da “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözünü Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte söyledi;
“Alçak girişimin, benim şahsımdan ziyade mukaddes Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelerimize yönelmiş bulunduğuna şüphe yoktur. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır. Ve Türk milleti, güven ve mutluluğuna kefil bu ilkelerle uygarlık yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”
Atatürk, Anadolu Ajansı’nın Batılı anlamda modern bir haber ajansı olmasını istiyordu. Bu amaçla 1925’te Anadolu Ajansı’nı şirketleştirdi. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Anadolu Ajansı’nın 50. yılı dolayısıyla kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle demişti: “Bizim de bir ajansımız vardı. Dünyaya haber verebiliriz diye pek çalımlıydık!”
Ajans bir ölüm kalım savaşında emperyalizmin ve yerli iş birlikçilerinin “yalanlarına” karşı halkı “doğru” bilgilendirmek için kurulmuştu.
Atatürk, 8 Nisan 1920’de yayımladığı Anadolu Ajansı’nın kuruluş genelgesinde Milli Mücadele’de halkın iç ve dış “en doğru havadis (haber) ile aydınlatılmasının” zorunlu olduğunu, “Anadolu Ajansı’nın en hızlı araçlarla vereceği havadis ve bilginin Temsilciler Kurulu’nun belgeli ve asıl kaynaklarına” dayandığını bildirdi. Atatürk’ün genelgesi dikkatle okunduğunda sadece “havadis” değil “en doğru havadis”, “en hızlı araçlarla vereceği havadis”, “belgeli ve asıl kaynaklara dayalı havadis” ifadelerini kullandığı görülür. Atatürk’ün burada altını çizdiği noktalar; “doğru”, “tarafsız”, “belgeli ve kaynaklı” haberlerin “hızlı” biçimde her yere ulaştırılması, haber ajanslarının uyması gereken evrensel ilkelerdi.
Cumhuriyet’in sansür anlayışı; siyasi endişelerden ziyade Milli mücadele ve çağdaşlaşma aleyhine, ayaklanma ve huzursuzluk yaratacak, halkı kandırıp kutuplaştıracak mahiyette kaleme alınan maksatlı yazıların, Anadolu insanını yanlış etkilememesi, moral bozmaması ve ülke dışına da yalan bilgi vermemesi maksatlıydı. Halkın haber alma özgürlüğünün engellenmesi yahut hükümetin yanlış uygulamalarının duyulmaması gibi bir maksat takip edilmemişti. Basınla alakalı tüm mücadele ve denetim; halkın yanlış, noksan, algısal haberlerle aldatılmasına ve yanlışa teşvik edilmesine karşıydı. Sansürün hedef kaynağı da doğal olarak teslimiyetçi saray basını, yobaz-yandaş cemiyetler ve elbette işgal güçlerinin kendi bölücü yayınlarıydı.
Başlarda gazetelerin Anadolu’ya sokulmaması şeklinde hayat bulan uygulama, uçaklardan atılan bildirilerin toplanması, Anadolu’ya gizlice sokulan işbirlikçi resim ve yazıların imha edilmesi ile devam etti. Ayrıca saray ve İngiliz telgraf haberleşmesine getirilen kısıtlama da bu kapsamdaydı. Milli mücadeleden sonra bu uygulamalara gerek kalmadığı ve Cumhuriyet kurucularının basın özgürlüğünden yana olmaları nedeniyle sansürsüz bir ortam yaratıldı. Lakin Şeyh Said isyanı nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunuyla, halkı isyana teşvik eden yazarlar ve laik Cumhuriyet’e muhalif gazeteler kapatılarak bazı gazeteciler İstiklâl Mahkemelerinde yargılanmışlardı. Bu zorunlu ara dönemden sonra basın özgürlüğü alanında ülke örnek seviyeye yeniden ulaştı.
Peki yakın dönemde ne oldu? Mahkemelerce; ekmek kuyruklarına, maden sahası haberlerine, otel için yakılan ormanlara, yolsuzluklara, tecavüzcülere, kadın cinayetlerine yayın yasakları getirildi, sosyal medyadaki delil niteliğindeki arşivlerin silinebilmesi için ‘Geçmişi silme hakkı’ getirildi.
NOT: Atatürk’ün Minber için kaleme aldığı kaç yazısının sansür ile engellendiğini bilmiyoruz ancak sansür heyetinin üzerine koskoca bir çarpı yerleştirdiği bir başmakalesinden haberdarız. “Gazeteci” Mustafa Kemal’in “Minber” Gazetesi için 1918 Kasım yahut Aralık ayında imzasız olarak kaleme aldığı ama sansüre takılan başyazısının konusu, o günlerde “Âyân Meclisi Âzâsı”, yani “senatör” olan sonraların meşhur sadrazamı Damad Ferid Paşa idi. Mustafa Kemal Paşa, Ferid Paşa’ya Senato’ya verdiği bir yüce divan önergesi için veryansın etmekte ve saygısızlıktan cahilliğe, gafletten cür’ete kadar çeşit çeşit sıfatlar yakıştırmaktaydı. O tarihten bir sene kadar sonra Sevr Anlaşması’nı imzalayacak olan Rıza Tevfik de yazıda unutulmamış ve nasibini almıştı…
1 thought on “Atatürk, basınla ilişkiler ve medya”