“… Yeni Türkiye Devleti, bir halk devletidir, halkın devletidir. Mazi müesseseleri ise bir şahıs devleti idi, şahıslar devleti idi. Bir milletin yeryüzünden tamamen silinmesi için, bir milletin insanlık topluluğundan tamamen çözülüp dağıtılabilmesi için Nuh Tufanı kadar harikulâde felâketler ve hadiseler lâzımdır. Fakat şahıslar, kendiliğinden yok olmaya mahkûmdur. Bundan ötürü halk ile şahıs müessesesi arasında yaşama ve son bulma oranları da bunun aynıdır.” 13.08.1923 TBMM (Atatürk’ün S.D. I, s. 309)
1923’te demokrasiyi “insan ırkının ümidi” olarak adlandıran Atatürk, 1930’da, faşizmin yükseldiği günlerde yazdığı ve okullarda ders kitabı olarak okuttuğu “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında demokrasiyi “daima yükselen bir deniz” diye adlandırmıştı. Amerika’nın federatif sistemine karşı olan Atatürk, başkanlık sistemine de karşıydı. Cumhurbaşkanlığıyla başbakanlığı birleştirip “başkan” olmasını isteyenlere, 2 Ekim 1930’da şu cevabı vermişti:
“Arkadaşlarımız içinde başbakanlık yapacak kişi çoktur. Fakat bütün bu arkadaşlarım dâhil olduğu halde, milletin genel eğilimi, benim şu veya bu zorunluluk karşısında başbakan olmamı gerektirirse bu görevi büyük bir tevazu ve minnetle yapmaya hazırım. Bu takdirde benim aynı zamanda cumhurbaşkanlığını üzerimde bulundurmamın elbette kanuni imkânı yoktur. (…) Amerikan sistemini (başkanlık) memleketimizde uygulamayı hiç hatırıma getirmedim. Sistemsiz ve kanunsuz biçimde cumhurbaşkanlığıyla başbakanlığı birleştirmeyi asla düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 24, s. 282, Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C 2, İstanbul, 1973, s. 435,436).
Tek adamlığa da karşıydı. Atatürk, “tek adamlığa” ve “diktatörlüğe” yol açacak her girişimden uzak durdu. Örneğin kendisine ömür boyu cumhurbaşkanlığı teklif edilmesi üzerine şu açıklamayı yapmıştı:
“Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde bulunanlar olmuştur. Siz ve kamuoyu bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim amacım Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hâkimiyetini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir anlamda düşünürüm.” (Soyak, age, s. 435).
Atatürk 1935 yılında Amerikalı bir gazetecinin diktatörlükten hoşlanıp hoşlanmadığı sorusuna cevaben şunları söylemişti: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca davranmayı bilmem. Bence diktatör başkasını iradesine boyun eğdirendir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”
Atatürk, bir şefti, diktatör değil! Bir şef, en ileri demokrasiler için bile bir şereftir. Şef, kargaşa sırasında herkesin aklından üstün bir akıl, herkesin enerjisinden üstün bir enerji gösterir. Herkes onda kendi düşündüğünü, kendi istediğini, kendi aradığını bulur. Şefin başlıca özelliği inandırmaktır. Bir diktatör ise her zaman uydurulabilir. Bu diktatör, bir süre için kargaşayı önleyebilir; ancak hiçbir yaratıcılığı olmadığı için, kalpler ona karşı boş ve heyecansız olduğundan her an yok olup gidebilir. Halk, diktatörlerden uzaktır. Bir şefin en büyük korkusu, halkın sevgisinden mahrum kalmaktır. Bir şef, kuvvet aradığı zaman halka gider, diktatör ise saray ve surlara kapanır.
En ileri milletler bile, bir kargaşa sırasında bir kurtarıcıya ihtiyaç duymuşlardır. Tehlike günlerinde bir lidere inanmak ve onun etrafında toplanmak bir demokrasi geleneğidir. Diktatörlüklerde lider yetişmez. Dikta rejimleri için lider, bir asi veya bir ihtilalci demektir. Tarihi görevini başaran bir lider öldüğü zaman, bütün halk gözyaşlarına boğulur. Bir diktatör öldüğü vakit ise halk, kurtuluş sevinci duyar. Atatürk zamanının diktatörlerinden hiçbirini sevmemiş ve onların lehine bir kelime dahi etmemiştir. Hitler, Mussolini ve Stalin sivildeyken bile üniformalarını çıkarmamışken Atatürk üniformasını bir iki defa sadece manevralarda giymiştir. Yine Hitler ve Mussolini gibi, demokrasi aleyhine hicivler ve diktatörlük lehine övgüler söylemiş değildi.
Kendisine yapılan “halifelik” ve partisinin “sürekli reisliği” tekliflerini de aynı gerekçelerle reddetmiş, “tek adamlık” tekliflerini “gülünç” ve “budalaca” bulduğunu belirtmişti. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a şöyle demişti:
“Şaşarım o efendilerin perişan akıllarına! Hep biliyoruz ki memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca nedenlerinden biri de odur. Biz öteden beri böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim ayrı yoldan gitmekliğim, yeniden devlet hayatında, tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.” (Soyak, age, s. 407)
“Ufku görmek yetmez, ufkun ötesini de görmek gerekir” diyen Atatürk, 94 yıl önce cumhuriyeti kurarken cumhuriyetin gelecekte yaşayacağı tehlikeleri de önceden görüp milleti uyarmıştı. İşte, Atatürk’ün adeta bugünleri görmüşçesine yaptığı o tarihi uyarılardan bazıları:
“Kayıtsız şartsız tabiriyle belirtilen egemenliği millete vermek demek, bu egemenliğin bir zerresini sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir.”
“Ünvanı ister halife olsun, ister başka bir şey olsun, hiç kimse bu milletin yazgısına ortak çıkamaz. Millet hiç mi hiç buna göz yummaz. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz.”
“TBMM, yalnız ve yalnız milletindir. Milletin seçtiği milletvekillerinden oluşur. Bu Meclis yalnız ve yalnız milletin emrine boyun eğmek zorundadır. İsmi ve makamı ne olursa olsun millet bu hakkını bir şahsa ve makama teslim edemez.”
“Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile ayakta gören adamlar milletlerin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşatmak ve ilerlemek imkânlarına eriştirirler. Kendi gidince ilerleme ve hareket durur zannetmek gaflettir.”
“Millete dost görünüp de ilk fırsatta iktidar mevkiine geçtikten sonra onun gerçek ihtiyaçlarını düşünecek yerde memleketi kendi istediği yola götüren, laf anlamayan, yetkili kimselerin yol göstermesine kulak asmayan; milletin kuvvetlerini şahsına bağlamaya çalışan kahraman yüzlü insanlardan oldukça çok zarar çekildi.” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999).
“Ben istese idim derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım.”
Atatürk, 1930 yılının ağustos ayında Yalova’da Fethi Okyar’la görüşmesinde, özetle, eğer Türkiye’de gerçek bir demokrasi kurulamazsa gelecekte bir cumhurbaşkanının rejimi değiştirebileceğini de öngörmüştü. O gece şöyle demişti:
“Devlet reisliğine gelen kişi bilhassa güçlü, faal olur, devlet ve millete kendi şahsına muhabbet kazandıracak büyük hizmetler yaparsa, görünüşte cumhuriyet şekline gayet hürmetkâr, bağlı görünürse tehlike büyür. İstenmediği halde devletin gerçekte şekli değişebilir. Bu yeni şeklin yeni ismini takınması zaman meselesi olur. (…) Milletin şahıslara, kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar mağlup olması iyi sonuç vermez.”
Kısaca Atatürk, milletin mutlaka egemenliğine sahip çıkmasını, zerresini bile bir şahsa vermemesini istiyordu.