(3447 kelime, okuma süresi: 21 dakika, uzun yazı)
Yayılmacı, sömürücü, işgal edici, kaynaklara el koyucu, kan emici emperyalizm, haksız gayeler ve davalar uğruna, ulusların tahakküm altına alınması manasını ifade eden, mazlum devletlere uygulanan eskimez zulümdür. Fikir ve sistemlerin zorla tesisine, kaynak ve imkanların zorla ele geçirilmesine, ideoloji transferlerine vesile olarak küresel üst akıl tarafından ortaya atılmış bu kavram, güçlü devletlerin ve galiplerin her hâlükârda haklılığını savunurken adaletsizliği de yaratan durumundadır. Sömürü uğruna Afrika’da öldürülen halklar, Amerika kıtasında yok edilen yüz milyondan fazla kızılderili, Sevr Türkiye’sinde dökülen onca kan ve gözyaşı, pek çok örneğiyle birlikte emperyalizmin kanlı elleridir, eseridir.
Atatürk Türkiye’sinin emperyalizme karşı olmaması zaten düşünülemez ki Milli mücadele Yunan veya İngiliz’den ziyade bu fikre karşı yapılmıştır. Misak-ı Milli sınırlarında ısrarını sürdüren genç Cumhuriyet öte yandan yayılmacı emeller beslemediğini de en baştan duyurarak komşu ülkelerle dost olabilmiş, desteklerini alabilmiştir. Yani yanlış heveslere boyun eğmeyen Türkiye aynı zamanda benzer emelleri beslemeyen bir barış elçisidir. Osmanlı’nın Batı’ya yayılışını macera olarak niteleyen, Ortadoğu topraklarındaki dipsiz maceralara taraf olmayacağını duyuran Atatürk davası, hayalcilikten uzak millilikle öz yurdun imarını ve bekasını esas almakta, ülke bütünlüğünü şart koşarken, komşularının da toprak bütünlüğünden yana oluşunu her fırsatta dile getirmektedir.
“Bütün dünya bilsin ki benim için bir taraflılık vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikrî ve sosyal inkılâp taraftarlığı. Bu noktada, yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi, hariç düşünmek istemiyorum.” 1924 (Atatürk’ün S.D. II, S. 189)
Ülkelerin toprak ve yeraltı kaynaklarında gözü olmamakla, barışın tesis ve idamesi için oralara müdahale-yardım etmek işi karıştırılmamalıdır. Hatta oralarda kalıcı bir barış gücü içerisinde yer almakta. Lakin bu yardım kalıcı ve zarar verici hale gelmeden, dostane ilişkilerle ticari anlaşmalara dönebilirse de yardımın ön şartı yapıldığı anda emperyalist hamle durumuna dönüşür. Değişik ülkelerdeki zulmün bitirilmesi ile uzak diyarlarda zor durumda olan Türklere yardım konusu da karıştırılmamalıdır ki önemli olan yerel toplulukların Türkiye’ye göçü değil, bulundukları yerde kültür ve tarihlerini yaşatma gayretinde olmalarıdır.
Günümüz Türkiye’si, hayalci heveslerden, sömürücü zulümden uzak, şeffaf ve adil bir dostlukla muhtaç ülkelere el atan durumuyla örnek haldedir. Lakin emperyalizmin finans kolu olan kapitalizm yurdu etkisi altına almayı başarabilmiş, ülke kaynakları maddi müdahalelerle tesir altında bırakılmıştır. Toprak satışı veya özelleştirmelerle birlikte yürüyen bu yanlış, mavi vatan dahil haysiyetli politikaya da mani olmakta, ülke fikren ve fiziken sömürgeci tasallutlardan kurtulamamaktadır.
Çinliler ürettikleri ipeği Göktürk Kağanlığı’na uzun süre boyunca hediye olarak gönderdiler. Türkler ipeğe alışınca üretmek yerine Çin’den satın almaya başladılar. Çin’den sadece ipek gelmedi, gelinler geldi, Çin geldi, Çince geldi, yıkım geldi! Ve biz hiç ibret almadık.
Siyonizmin, dünya üzerinde oynanan oyunlarının hazırlayıcısı, Amerika kıtasının keşfiyle başlattığı kapitalizm ve emperyalizmdir. Yeni dünya umutlarıyla o kıtaya yerleşen tefecilik ve huzursuzluk iddiaları ile kovulan, Avrupa mağduru, umut taciri, seçkinlik iddiasındaki zengin siyonlarca (masonlarca)[1] fiziki işgallerden de önce ülkeleri fethetmek için çare olarak kuramsallaştırılan bu kavramlar, merkez bankaları, maden işletmeleri, petrol kuyuları, borsalar, ulaşım hizmetleri aracılığıyla dünyayı avucuna almış, önce borçlandırmak sonra faizle vurmak suretiyle ülke servet ve ekonomilerini ele geçirmiştir. Emperyalizm enerji kaynakları başta olmak üzere bu el koymanın terminolojideki adıdır. Siyasi tüm manevralar, ekonomik krizler, savaş, göç ve ayaklanmalar hep bu yüzdendir, ülkelerin madenleri ile tesis olunan Batı medeniyetinin temellerinde oralardan getirilen kanlı elmasların kokusu hala duyulmaktadır. En büyük örneğini Amerika kıtasında 103 milyon yerliyi öldürdükten sonra Afrika kıtasından 13 milyon köle getiren siyonistlerin sergilediği bu vahşet, Ortadoğu ülkelerinde ayyuka çıkmış, mazlum Afrika ülkelerinde master yapmıştır. Ülkemiz de maalesef 1950’li yıllardan itibaren bu aykırılıktan payına düşeni fazlasıyla almıştır. Arap baharı, BOP projesi, terör ve göç uygulamaları bu fikrin eseridir.
“… Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrat’ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.”[2]
Atatürkçü düşünce sistemine göre; sermayeleşme, tekelleşme, yayılmacılık ve sömürü olarak, izm’le biten tüm zehirli akım ve sonuçlarıyla birlikte küreselleşme; devletleri, inanç ve bağımsızlıkları tahrip eden süreçtir. Cumhuriyet’in ise tek kalesi Ulus bütünlüğü ve hürriyetidir. Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı ve inkılaplar süreci, bu hayalci hegemonyanın tüm alt unsurlarına karşı yürütülmüş, her alanda tam bağımsızlığı esas alan, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir kalkışmadır. Atatürk’ün amacı Türk halkını, asırlar süren tahakküm ve zulümden kurtarmaktır. Bu sebeple küreselcilik Türk’ün tabiatına aykırıdır, süregelen küreselleşme politikaları ile bağımsız kalması ve çağdaş medeniyeti yakalaması güçtür. Doğru cevap; bu nedenle merkezi Ulus devlet ve üniter yapı seçeneğidir.
“Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfî olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla uyumlu olacaktır. Bizim için ne ittihad-ı İslâm, ne Turanizm mantıkî bir siyaset yolu olamaz. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, millî sınırları dahilinde, egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır. Hareket kuralımız budur!” 1923
Bu seçenekte Turancılığa da, saltanatçılığa da, hilafete de, komünizme de, tek adam rejimlerine de, esaret, imtiyaz ve kapitülasyonlara da yer yoktur, egemen olan sadece millettir, her alanda hürriyet ve istiklaldir. Bunu temin için de lazım olan şey değerlere sahip çıkarak durmadan çalışmaktır.
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostluğumuz idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz, onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (Mustafa Kemal Atatürk, 1933, Çankaya Köşkü)
Atatürk’ün milli politika tavrı kısaca şuydu;
“Milli egemenliği, tam bağımsızlığı, refah, huzur ve mutluluğu, ve dahi barışı temin edecek her türlü işbirliği, yatırım ve faaliyet, karşılıklı hoşgörü ile mümkündür. Yabancı sermaye art niyetli olmadığı, istihdam ve üretim yaratıp ulusa katkı sağladığı müddetçe olasıdır, Özelleştirme ve kamulaştırmalarda tek gaye sadece kamu yararıdır, Dünyanın bir tarafındaki rahatsızlık, tüm dünyanın derdidir, İstikamet daima ileridir, Türklüğün yüce değerlerinden taviz verilemez, bir karış vatan toprağı düşmana terk olunamaz, Doğal yaşam ve doğal gıda şarttır, Kadınlar erkeklerle eşit olmadıkça toplum yücelemez, Kuvvetler ayrılığı muhafaza edilemezse, yönetim halk egemenliğine değil de kişi egemenliğine dayandırılırsa Ulus’un yaşaması mümkün değildir, Medeniyet, ilim ve bilgi dünyanın neresinde olursa olsun bulunmalı ve alınmalıdır, Her şeye rağmen olmayan barış gayedir, İnanç dünyaları hür, devlet yönetimleri dinden bağımsızdır, Cehalet ve zulüm tek düşman, akıl ve bilim gerçek yol göstericidir, Milletin efendisi üreten köylüdür, Esaretle yaşamaktansa ölmek yeğdir, her alanda bağımsız ve çağdaş olamayan, yerli ve milli ekonomisi yetersiz ülkeler esir ve yok olmaya mahkumdur, Geleceğin teminatı gençlere her şeyden önce varlığına düşman olan unsurlarla mücadele etme gereği öğretilmelidir, gerisi zaten kendiliğinden gelecektir.”
Marksizm/komünizm ise o ülke insanlarını köle etmek pahasına dünyayı kutuplaştırmak, bu sayede silah, maden, petrol, siyasi piyasalarına sahip olmak isteyen siyonizmin projesi ve başarısıdır. Kurucularının tamamen siyonist olduğu bu ideolojilerin para kaynağının da siyonist küreselciler olması gösterir ki o zamanlarda dünyanın kutuplaşması tesadüf değildi. Nitekim sonraları yine aynı çevrelerce faaliyetine son verilen komünizm, sol ideolojiyi de kendisiyle birlikte bataklığın dibine çekmiş, masum özgürlükçü düşünceler, patron aleyhtarlıkları, eşitlik hevesleri yeniden kapitalizmin kucağına düşmüştür.
Hâkimiyeti Milliye muhabirine verdiği demeçte Atatürk şöyle diyordu: “Komünizm toplumsal bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin toplumsal şartları, dinî ve millî ananelerinin kuvveti Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini doğrular bir mahiyettedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine teşekkül eden partiler de bu hakikati tecrübe ile kavrayarak faaliyetlerini durdurma lüzumuna kani olmuşlardır. Hattâ bizzat Rusların düşünürleri dahi, bizim için bu hakikatin meydana çıkmasına boyun eğmiş bulunuyorlar.” 1921 (Atatürk’ün S.D. III, s. 20)
Petit Parisien muhabirine Bursa’da verdiği demeçte de ifadesi şuydu: “Biz ne bolşevikiz, ne de komünist; ne biri, ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetperver ve dinimize hürmetkârız. Özetle, bizim hükûmet şeklimiz tam bir demokrat hükûmetidir ve dilimizde bu hükûmet, “halk hükûmeti” diye anılır. Bu hükûmet, doğrudan doğruya milletin arzularını tatmine hizmet eder ve millet ve memleketin idaresine bizzat sahiptir. Bu itibarla kendi mukadderatını kendisi tâyin eder. İdarî teşkilâtlarımızın hepsinde tatbik edilecek olan usul de budur.” 1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 51-52)
Nihayet Amerikalı kadın gazeteci Gladys Baker’e verdiği demeçte: “Türkiye’de bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Tük hükûmetinin ilk gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.” demişti. 1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935)
1789 ihtilali, dünya savaşları ve komünizmin doğuşu-batışı birlikte ele alınırsa görülecektir ki tamamı emperyalist ve kapitalist düzenin kurgularıdır. Türkiye Cumhuriyeti örneği hariç yakın zaman dilimindeki tüm devlet ve teşkiller onlarca imar edilmiş, onlarca parçalanmışlardır. Böl, parçala, yönet prensibi gereği siyonist emperyalizm süper güçleri dahi federatif-eyalet sistemine dayalı hale yahut bizzat onlarca minik devlete bölme kabiliyetindedir. (Yedek planı da civar ülkeleri tek çatıda toplayıp, eyaletsel bir yönetim tesis etmektir.) SSCB ve Yugoslavya örnekleri gibi görülecektir ki çok yakında ABD ve İran gibi ülkelerde de ve Rusya’da bir kez daha ayrışmalar yaşanacaktır.[3]
Bugünün hedefine konan bu üçlü, modası geçmiş, misyonunu tamamlamış olarak bir prototip vazifesinden başka bir şey değildir. Yakın gelecek bunların karması şeklinde teşkil olunacak çok daha kanlı ve aşırı sert bir ideolojiye gebedir. Paranın tamamına, güce ve nüfusa bütünüyle sahip olmayı arzulayan küreselizm, komünizmi aşan şiddette bir totalitarizm ile insanlığı her yönden köleleştirecektir. Kendilerince yaratılan bu sistemlerin kaldırılışı bu sebeple işe yaramadıkları için değil, görevlerini tamamladıkları içindir. Bilhassa Batı, bu kavramlar sırtından zenginleşmiş ve güçlenmişken, şimdi sistem çöküşleriyle kendi sonunun geldiğinin de elbet farkındadır lakin alternatif üretemedikleri için çaresizdir. Oysa çözüm Atatürk örneğinde gözler önünde durmaktadır.
Yıl 1922… Türkiye, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık savaşını kazanmış, sıra zaferin Lozan’da tesciline gelmişti. Yaklaşık 8 ay boyunca süren müzakerelerin tıkandığı bir noktada, Lord Curzon İsmet Paşa’ya şöyle demişti:
“Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi; makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın, kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki ne reddederseniz, hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde (Amerika murahhası Mr. Chaild’i işaret ederek). Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak, kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.“
Lord Curzon’un sözleri siyasi emellerinin savaş meydanlarında yenildiğini ancak mücadelenin henüz bitmediğini gösteriyordu. Dünya o zamanlar “küreselleşme” kavramından dahi habersizdi. Lakin Curzon, Türk tarafına dünyanın yeni sistematiklerini ihbar ediyor, geleceğin en etkili silahlarının para ve ekonomi olduğunu anlatıyordu.
“Hepinizce bilinmektedir ki, milletimiz asırlardan beri iki kuvvetin, iki müstebit kuvvetin, iki yok edici kuvvetin baskısı altında üzüntü ve elem duymakta idi. O kuvvetlerden birisi: Doğrudan doğruya memleket ve milleti idare etmek iddiasında bulunan müstebitler, ikincisi: Bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemidir. (…) Emperyalist kuvvetler, milletimizi, hukuk ve haysiyet ve bağımsızlıktan mahrum ve bunları kavramayan bir hayvan sürüsü telâkki ettiği için böyle bir sürünün elinde sayısız tabiî hazinelere malik, kıymetli ve geniş bir memleketin bırakılmasını uygun göremezdi. Onların telâkkisine göre, bu memleketi parçalamak ve bu memleketteki insanları esaretleri altına almak lâzım idi. Böyle bir emel, böyle bir gaye takip ediyorlardı ve Umumî Harp’in neticesiyle hasıl olan fırsattan istifade ederek, Mütareke ile milletin ve ordunun elinden silâhlarını da aldıktan sonra işe girişmişlerdir. Bir taraftan dahilde bulunan gafil veya hain kuvvetler, memleket ve milleti âdeta bu hariç kuvvetler gibi, bu hariç görüşler gibi telâkki ediyorlardı. Bu sebeple onların da çalışması, en hain düşmanların çalışması mahiyetinde belirtisini göstermiştir. İşte, bundan bir sene evvelki vaziyetimiz böyle bir şekil, renk ve manzara gösteriyordu. Halbuki, milletimiz hiçbir vakitte düşmanlarımızın telâkki ettiği gibi hukukuna ve bağımsızlığına yabancı değildir. Bilâkis büyük bir aşkla ve aşkî bağ ile, vicdanî bağ ile bağımsızlık ve haysiyetine bağlıdır ve yine milletimiz dahildeki cahil ve gafillerin ve hainlerin telâkki ve ifade etmek istedikleri mahiyette de değildir. İşte bir seneden beri vuku bulmakta olan savaşımlarımız neticesinde millet, içeriye karşı, dışarıya karşı ve bütün dünyaya karşı varlığının yüksek mahiyetini bütün delilleriyle ispat etmiş bulunuyor. Bugünkü vaziyetimizi ifade etmek lâzım gelirse: Milletin doğal mümessillerinden kurulan Meclis ve onun hükûmeti, istisnasız bütün memlekete hâkimdir ve egemenliğini muhafaza kuvvet ve kudretine maliktir.” 1921[4]
Atatürk, Milli Mücadele’de emperyalist Batı’yı “zulüm dünyası”, onun sömürdüğü Doğu’yu ise “mazlumlar dünyası” diye adlandırdı. Atatürk, Milli Mücadele’de İngiltere, Fransa, İtalya ve onların taşeronu durumundaki Yunanistan’dan oluşan “emperyalist cephenin” karşısına Afganistan, Hindistan, İran, Irak, Suriye, Mısır ve Sovyet Rusya gibi ülkelerden oluşan “mazlum milletler cephesiyle” çıktı. Savaş yorgunu, yoksul, orduları dağıtılmış, silahları elinden alınmış, Amerikan veya İngiliz mandası arasında bocalayan ülkeyi emperyalist işgalden kurtarmak için en akıllıca ve en gerçekçi yol, ezilen, sömürülen mazlum milletlerden bir “dayanışma cephesi” yaratmaktı. Atatürk işte bunu başardı.
23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi açış konuşmasında Mısır’da, Hindistan’da, Afganistan’da, Suriye’de, Irak’ta ve Sovyet Rusya’da cılız da olsa emperyalizme karşı “bağımsızlık hareketleri” başladığını anlatarak Türklerin de “bağımsızlık mücadelesine” başlamasının vakti olduğunu belirtti. Bu konuşma, mazlum milletler cephesinin ilk işaretiydi. Atatürk’ün Milli Mücadele’deki temel stratejisi, bir taraftan karşısındaki emperyalist cepheyi zayıflatmak, diğer taraftan bir mazlum milletler cephesi kurup onu güçlendirmekti.
“Aynı emperyalist devletler aynı derecede şiddetle Türk’ün de Arap’ın da Irak’ın da Anadolu’nun da Suriye’nin de düşmanlarıdır. Irak’ta İngilizler bütün zulümleriyle Irak Araplarını ezmeye çalışıyorlar. Anadolu hakkında aynı zalimin takip ettiği siyaset aynı şeydir. Fransızlar ise Suriye’de aynı siyasetin tatbiki için uğraşıyorlar. Şu halde Anadolu’nun, Irak’ın, Suriye’nin hayati menfaatleri de pek sıkı bir tarzda birleşmiş bulunuyor. Demek oluyor ki, Türklerle Iraklılar ve Suriyeliler arasında sıkı bir dostluk ve uyum siyaseti gerekir. (…) Biz pekiyi biliyoruz ki Adana’dan düşmanın uzaklaştırılması ve bir daha oraya basmaması Suriye’nin yardımıyla mümkün olduğu gibi, Suriyeliler de takdir ediyorlar ki, Beyrut ve Şam’ın en sağlam savunmaları Adana’dadır. (…) Bundan sonrası için kuvvetle ümit edebiliriz ki, Anadolulularla Suriyeliler hakiki menfaatlerinin nerede olduğunu hakkıyla anlayacakları için müşterek düşmanlara karşı el ele aynı azim ve gayretle çalışacaklardır.” (“Suriye’de Fransızlar”, Hakimiyeti Milliye, 23 Temmuz 1920, s.2)
1920’den itibaren “emperyalist cepheye karşı” anlaşmalara dayalı bir “mazlum milletler cephesi” kuruldu. 21 Şubat 1921’de İran – Sovyetler Birliği, 1 Mart 1921’de Türkiye (TBMM) – Afganistan, 16 Mart 1921’de Türkiye – Sovyetler Birliği, 13 Ekim 1921’de Türkiye – Kafkas Cumhuriyetleri, 20 Ekim 1921’de İran – Afganistan antlaşmaları imzalandı.
1 Mart 1921 tarihli Türk-Afgan Antlaşması tüm mazlum milletlerin uyanışı yolundaki ilk resmi manifestoydu. Antlaşmada “Doğu dünyasının uyanışının ve kurtuluşunun başlangıcının sevinçle görüldüğü” belirtiliyordu. Antlaşmanın 2. Maddesi’nde aynen şöyle deniliyordu: “Taraflar, tüm Doğu uluslarının kurtuluş, bütünüyle özgürlük ve bağımsızlık hakkına sahip olduklarını ve bunlardan her ulusun istediği herhangi bir rejim ve hükümet biçimiyle kendisini yönetmekle özgür olduğunu açıklar; Buhara ve Hive devletlerinin bağımsızlığını tanırlar.” Böylece sömürge çağında bir antlaşmada, ezilen sömürülen milletlerin “özgürlük” ve “bağımsızlık” hakkına sahip oldukları belirtildi. Wilson İlkeleri’nin o sözde kalan “özgürlük” ve “bağımsızlık” vaadine karşı Türk – Afgan Antlaşması gerçekten “özgürlük” ve “bağımsızlık” vaat ediyordu. Böylece Afganistan TBMM’yi tanıyan ilk devlet oldu. İki ülke arasında karşılıklı elçilikler açıldı.
10 Haziran 1921’de Ankara’da Afgan Elçiliği’ne bayrak çekme töreninde konuşan Atatürk, emperyalizme karşı bir “mazlum milletler cephesi” kurulduğunu şöyle ifade etti: “İslam âleminin istediği şey bağımsızlıktan ibarettir. Yoksa bir araya gelerek başkalarını mahvetmek gibi (Panislamizm) bir görüşü yoktur. Her İslam hükümetinin Afganistan gibi bağımsız ve hür olduğunu görmekle iftihar edeceğiz. Doğu âleminde baskı altında olan insanlar için Türkiye, Afganistan ve Rusya Şuralar Cumhuriyeti ittifakı memnuniyet vermektedir.”
Atatürk, 1 Mart 1922’de meclisin üçüncü toplanma yılı açılışında emperyalist cepheye karşı antlaşmalarla kurulan “mazlum milletler cephesini” şöyle özetledi:
“Rus Şuralar Cumhuriyeti ile mevcut ilişkilerimiz ve bağlarımız devam etmiştir. Rusya ile 16 Mart’ta Moskova’da dostluk antlaşması yaptık. Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan Sovyet Cumhuriyetleriyle Moskova Antlaşması esaslarına uygun olarak 13 Ekim’de Kars Antlaşması’nı yaptık. Ukrayna Sosyalist Cumhuriyeti ile 2 Ocak’ta Ankara’da yine Moskova Antlaşması esaslarıyla bir antlaşma yaptık. Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti’nin temsilcisi İbrahim Abilof ise geçen yazdan beri Ankara’da aramızdadır. Buhara Halk Sovyet Cumhuriyeti de Ankara’ya haberciler göndererek dostluk bağlarının güçlendirilmesini istemiştir. Afganistan İslam hükümetiyle 1 Mart’ta Moskova’da antlaşma yaptık. Karşılıklı elçilikler açıldı. İran İslam hükümetiyle de yerleşmiş durumdaki iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmek öncelikli amaçlarımızdan biridir.”
Bu antlaşmalar dışında Atatürk, 1920’den itibaren Mısır, İran, Hindistan, Irak ve Suriye’deki bağımsızlık hareketlerini destekledi. Buna karşılık oralardaki, antiemperyalist hareketler de Atatürk’ün önderliğindeki Milli Mücadele’yi desteklediler. Örneğin Muhammed Ali’nin liderliğindeki Hindistan Müslümanları aralarında para toplayıp Atatürk’e gönderdiler. Gandi’nin liderliğindeki Hindular, Atatürk’ün önderliğindeki milli harekete her türlü desteği verdiler; mitingler düzenlediler, genel grev yaptılar, iş bıraktılar, hatta Atatürk’e destek verdikleri için hapis bile yattılar. Mısırlılar cadde ve sokaklarda İngilizlere karşı Atatürk fotoğraflarıyla yürüdüler. Onlar da aralarında para toplayıp Milli Mücadele’ye destek oldular. Sovyet Ruslar ve onların etkisindeki Azerbaycan ve Buhara cumhuriyetleri de en zor zamanda Milli Mücadele’ye maddi, manevi destek verdiler.[5]
Atatürk, dünya liderliğinin, emperyalizme hizmet etmekle değil tam tersine onunla mücadele etmekle olunacağını kanıtlarken… birilerinden emir ya da nasihat alarak azınlığın sömürüsüne ortak olmayı değil, bağımsız bir politika ile kendi halkını da içine alan insanlığın büyük çoğunluğuna denk gelen mazlum insanların önderi olmayı amaç edinmişti:
“İstiyoruz ki, bütün milletler gibi biz de bağımsız olalım. Kendi evimizin sahibi, cebimizin hakimi, kendi hayat ve namusumuzun mesulü biz olalım. İstiyoruz ki, yeryüzünde zulüm kalmasın. Milletler arasındaki düşmanlıklar ortadan kalksın. Dünyaya hakim olan kapitalizm illeti bir daha kalkmamak üzere uyusun. İşte bugün içinde bulunduğumuz mücadelenin yegane manası bu! Biz bu gaye ile harekete geçtik. Bağımsızlığımız ve varlığımız için emperyalizme karşı dünya ve hayat inkılabı uğrunda zulümden kurtulmuş yeni bir devre doğru yürüyoruz. Giriştiğimiz hareket, büyük, ağır ve o nispetle şerefli ve şanlıdır. Görüyoruz ki kendimizi kurtarmak için uğraşmak demek, bütün dünya ve milletler kurtuluşunun milyonlarca cephesi arasında çalışmak demektir. Yapılacak iş, henüz başlanmış olan iş o kadar büyüktür ki, bunun karşısında ruhların yüksek bir heyecanla titrememesi imkanı yoktur. Çünkü bizim kurtuluşumuz dünyanın kurtuluşu demektir. Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizm zulmünden kurtulmadıkça bizim için hayat ve rahat ihtimali tasavvur edilemez.”
“Bütün dünya istiyor ki, artık yeryüzünde emperyalizm zulmü nihayet bulsun, insanlar ve milletler için yeni bir devir, bir adalet ve istirahat devri açılsın. Biz de böyle istiyoruz ve onun için uğraşıyoruz. Asya’nın üç yüz milyonluk mazlumları emperyalist memleketlerin zulmü altında inleyen sınıfları hep bizimledir. Dünyanın her tarafında, her köşesinde bizim müttefiklerimiz ve dostlarımız var.”
Atatürk 1 Aralık 1921’de Meclis konuşmasında şöyle diyordu: “Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Dolayısıyla her birimizin hakkı vardır. Salahiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde biz hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını emek harcamadan geçirmek isteyen insanların toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur. İnsan çalışmakla insan olur. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi öngören bir mesleği takip eden insanlarız. Fakat ne yapalım ki, demokrasiye benzemiyormuş. Sosyalizme benzemiyormuş. Hiçbir şeye benzemiyormuş. Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz çünkü biz bize benzeriz.”
Atatürk, hareketini sağlama alana kadar bu izlenimi vermek için elinden geleni ardına koymamıştı. Kukla komünist parti kurdurmaktan, “yoldaşlar” diye başlayan mektuplar yazmaya kadar. Hatta, Türkiye yönünü savaştığı emperyalistlere çevirme sinyalleri vermeye başladığında bile, Lenin’e bunun zorunluluktan kaynaklandığını ve Türk-Sovyet dostluğunu zedelemeyeceğini yazmıştı. Türk-Fransız, anlaşması Rus-İngiliz anlaşması gibi şartların zoruyla gerçekleşmişti. “Yanımızdaki anlaşmazlıklar Ankara-Moskova arasındaki yazışmaların yavaşlığı yüzündendir” dediği mektubunda iki ülke dostluğunu şöyle açıklamıştı:
“Görüldüğü gibi batıda kapitalist sınıfın tüm millet üzerinde egemenlik kurmasına benzer bir durum bugün Türk ülkesinde yoktur. Bu bakımdan biz kapitalist sistemden ötede, halkçılık sistemini gerçekleştirmiş bulunuyoruz.(…) Sonuç olarak bugünün Türkiye’si bir bakıma Batı Avrupa’dan çok Rusya’ya daha yakındır. Sonra memleketlerimiz arasında bir başka benzerlik bizim emperyalist ve kapitalist düzene karşı savaşmamızdır”.
Türkiye’nin sürekli saldırı ve sömürü altında olmasının nedenini ise tek cümle ile özetlemişti: “Türkiye’nin hala açık ya da kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni bütün mazlum milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır.”
Atatürk, cumhuriyet, demokrasi ve halkçılığı eş anlamlı olarak kullanıyordu. Cumhuriyeti “halk hükümeti” ve “demokratik hükümet” olarak tanımlıyordu. Atatürk, bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı ve 1930’larda liselerde okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında demokrasiyi şöyle tanımlamıştı: “Demokrasi (Halkçılık): Demokrasi esasına dayanan hükümetlerde hâkimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin millette olduğunu başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi siyasi kuvvetin, hâkimiyetin kökenine ve yasallığına değinmektedir. Demokrasinin tam ve en bariz şekli cumhuriyettir.” Aynı kitapta demokrasiden “daima yükselen bir denizi andırmaktadır” diye söz ediyordu.
13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı Isaac Marcosson’a verdiği mülakatta “Emperyalizm ölüme mahkûmdur. Demokrasi insan ırkının ümididir” demişti. Atatürk’ün yaşadığı çağda, dünyada gerçek demokrasi yok gibiydi. 1930’larda Avrupa’da faşizm yaşanmaya başlanmıştı. Buna rağmen O, o faşizm çağında Türkiye’de demokrasinin altyapısını hazırladı. 1933’te şöyle demişti: “Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk. O, on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.”
Atatürk, 15-20 yılda emperyalizme karşı bir bağımsızlık savaşı, geri kalmışlığa karşı bir uygarlık savaşı verdi. 600 yıllık mutlak, 10 yıllık bir meşruti monarşiden laik bir cumhuriyet çıkardı. Türkiye’nin bu yüzyılda da kurtuluşu, bağımsız ve laik cumhuriyeti koruyup yüceltmekle, gerçek demokrasiyi kurmakla mümkündür.[6]
[1] Bu insanların Amerika’da nasıl zenginleştiğini İblisin Ahdi kitabımızdan okuyabilirsiniz.
[2] Atatürk’ün 6 Mart 1922 tarihli Meclis konuşmasından, TBMM Gizli celse zabıtları, İş bankası kültür yayınları, cilt-3
[3] İsrail’e ait bir gemide Şubat 2020’de yaşanan patlamanın sorumluluğunu İran’a atan İsrail’in maksadı, Biden’a İran için mazeret sunmaktır.
[4] (Devre: 1, İçtima: 1, Toplantı :139, I. T.B.M.M. Zabıt Cerideleri, 1944)
[5] Atatürk’ün Mazlum Milletler Cephesi ve Suriye politikası, 24 Şubat 2020, sozcu.com.tr, Sinan Meydan
[6] Cumhuriyetimiz, 30 Ekim 2017, sozcu.com.tr, Sinan Meydan