(Uzun yazı, 2854 kelime, okuma süresi : 18 dakika)
Sermaye ve finans ağırlıklı olarak ülke ekonomilerine egemen olmak suretiyle imtiyazlar elde etmek gayesi, emperyalizmin alt fonksiyonudur. Kredi, faiz, kur oyunlarıyla ithalattan ihracata kadar tüm mali alanlarda kendi sistem ve gereklerine uygun alt sistemler yaratmak hevesindeki kapitalizm, ülke egemenliklerini de ekonomi ve ticaret üzerinden bu sayede yok edebilmektedir. Bunun en canlı örneği Osmanlı devletinin düştüğü aciz durumdur ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında sergilenen mali performans da kapitalizmle mücadelenin nasıl yapılacağını gösteren başarılı ve güzel bir örnektir.
Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bunların kâr amacıyla işletilmesine dayanan bir ekonomik sistemdir. Serbest piyasa ekonomisi olarak 16. yüzyılda çıkmıştır. Kapitalizmin merkezindeki özellikler özel mülkiyet, sermaye birikimi, ücretli emek, gönüllü takas, bir fiyat sistemi, ve rekabetçi pazarları içerir. Kapitalist piyasa ekonomisinde, karar verme ve yatırım finansal ve sermaye piyasalarındaki üretim faktörleri sahipleri tarafından, malların fiyatları ve dağıtımı ağırlıklı olarak piyasadaki rekabet tarafından belirlenir.
Sosyalizm, sosyal ve ekonomik alanda toplumsal refahın katılımcı bir demokrasiyle getireceğini ve üretim araçlarının hakimiyetinin toplumlara ait olduğunu savunan, işçilerin yönetime katılmalarına ağırlık veren, özel üretim yerine kamu bazlı üretimi destekleyen, telkin ve propagandalarını eğitim, tarım ve vergi reformları üzerinde yoğunlaştıran ekonomik ve siyasi teoridir. “Sosyal mülkiyet”; kooperatif işletmeler, ortak mülkiyet, devlet mülkiyeti, öz kaynakların yurttaşlık mülkiyeti veya bunların bir karışımı olabilir. Sosyalizmin pek çok çeşidi vardır ve bunların tek bir tanımı yoktur. İdeolojiyi savunanların toplumsal mülkiyet türleri, yönetimi üretken kurumlarla birlikte nasıl şekillendirecekleri ve sosyalizmi oluşturma konusunda devletin rolünün ne olacağı gibi konularda farklı düşünceleri mevcuttur.
Kaba ifadeyle, kapitalizm üretim araçları ve mülkiyetleri gerçek ve tüzel kişilere, sosyalizm ise topluma, kamuya veya devlete yaslayan bir anlayışı ifade eder. Güncel ve yaygın anlamda ise kapitalizm, sermaye ve finans sahiplerinin, ellerindeki mali güçle toplumları ve devletleri baskı altına almasını, özele ve kamuya ait enerji kaynakları ve üretimler dahil ortaklığını, bu sayede de nüfus, güç, yetki ve imkan sahibi olmasını (emperyalizmi) tarif eder. Kapitalizmin doğal sonucu emperyalizmdir. Kuramın mali yapısı gereği kredi, borç, faiz, kur, borsa alakası oldukça fazladır, rekabet koşullarından, üretim teknoloji ve miktarlarına kadar, ithalat ve ihracat yetki ve kotalarına kadar etkilidir. Bu nedenle de ülkelerin ekonomik bağımsızlıkları üzerinde etkilidir.
Atatürkçü devletçilik politikası ana hatlarıyla kamunun, ihtiyaçlara karşılık verecek kapasitede etkili ve egemen olmasını, devletin yetemediği veya terk ettiği daha az kıymetli alanlarda da özel sektörün devrede olduğu bir yapıyı, her hâlükârda özel sektör ve kişilerin denetlenip desteklenmesini tanımlar. Buna toprak dağıtımı, kredilendirme, vergilendirme, özelleştirme veya kamulaştırma gibi tüm uygulamalar dahildir. Devlet tüm alanlarda üzerine düşen görevi yürütecek, planlama, dağıtım, ulaşım ve depolama alanlarında devrede olacak, girişimlerin milli ekonomiye katkılarını takip ve temin ederken, haksız kazanca ve yerli üretimin zarara uğramasına mani olacaktır. Bu anlamda müdahalecilik de söz konusudur. Dolayısıyla devletçiliğin öngördüğü sistem, kapitalizmden de sosyalizmden de ayrı bir yapıdadır, kendisine hastır.
Atatürk’ün, ‘kapitalizm afeti ve onun çocuğu emperyalizm’ şeklinde tanımladığı bu iki kavram hakkında; “Bizi milletçe yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir doktrini takip eden insanlarız.” (1 Aralık 1921 Meclis Konuşması) şeklindeki sözleri uygulanan politikaların emperyalizme de kapitalizme de karşı olduğunu, ayrıca emperyalizmin, ‘kapitalizmin bir sonucu’ olarak yorumlandığını gösterir.
Yine Atatürk’e göre emperyalizm ve kapitalizm zulüm anlamına gelmektedir. “TBMM Hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmaya çalışan biricik amaç ve erek bildiği halkı emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulümden kurtaracak yönetim ve hakimiyetin gerçek sahibi kılmakla amacına erişeceği kanısındadır.” Atatürk (TBMM Bildirgesi, 1920)
18 Kasım 1920 tarihli Halkçılık Beyannamesi’nden 23 Nisan 1920’de kurulan meclisin: “Emperyalist devletlerin, devlet ve milletimizin hayatına açıkça kastetmeleri neticesinde meşru müdafaa için toplanan”; “hayat ve bağımsızlığını yegâne ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak, irade ve hâkimiyetinin sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı” inancında olan; “milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve bu maksada aykırı hareket edenleri cezalandırma azmiyle kurulmuş bir orduya sahip” olan ve emir ve kumanda yetkisi kendi manevî şahsiyetinde bulunan; “halkın öteden beri maruz bulunduğu sefalet sebeplerini, yeni vasıtalar ve teşkilatla kaldırarak yerine refah ve saadet ikame etmeyi başlıca hedefi” sayan; “dolayısıyla toprak, maarif, adliye, maliye, iktisat ve vakıflar işlerinde ve diğer meselelerde toplumsal kardeşlik ve yardımlaşmayı hâkim kılarak, halkın ihtiyaçlarına göre yenilikleri ve tesisleri vücuda getirmeye çalışacak” bir meclis olduğunu söylemek mümkündür.
Tam bağımsızlığa kast eden bu iki düşmanı bertaraf etmek için kuvvetli ordu bulundurmanın gereğini de yine Atatürk açıklamıştı; “TBMM Hükümeti, ulusun yaşam ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı savunma ve dış düşmanlarla iş birliği yapıp ulusu aldatmaya ve bozmaya çalışan iç hainlerin cezalandırılması için orduyu güçlendirmeyi ve onu ulusal bağımsızlığın dayanağı bilmeyi görev sayar.” Atatürk, 13 Eylül 1920.
“Kapitalizm sadece falan ve filan devletlerin düşmanı değildir. Bilakis bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır… Bu zalim de başarılı olmak için arada sırada müracaat ettiği muharebeler yegane kuvvetleri, yegane silahları değildir. Bankalar, sendikalar onun en kuvvetli silahlarıdır. Ve bütün milletleri bu silahla mağlup eder. Memleketimize bakınız: rejiler, Duyunu Umumiye’ler, kapitülasyonlar, şimendiferler, limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri, bütün bu kurumlar, Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için senelerden beri kullandığı iblisane bir makinanın parçalarıdır. Bize bugün hudut itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz sulh şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memleketten bugünkü şeklinde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makasının dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkanı yine tasavvur edilemez. Zenginlerimizi dolandıran o, fakirlerimizi soyan o. Kapitalizm sadece bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar ve insanlık düşmanıdır.” Atatürk, 20 Temmuz 1920
Atatürk, sadece kendi ülkesinin değil, ilham kaynağı olduğu bütün mazlum devletlerin ve hatta emperyalist devletlerin sömürülen halklarının da bu kıskaçtan kurtulması için mücadele etmiştir: “Bizim Büyük Zaferimizin yaratacağı büyük sonuçlar, yalnız Türkiye’nin kaderi üzerinde etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün mazlum milletleri kendi yaşam ve bağımsızlıklarını tehdit ve baskı altında tutan zalimlere karşı hareket için cesaretlendirecektir.”
Osmanlı’nın çöküşü üzerinde[1] “Cumhuriyet Devleti” yaratmanın yüksek dehası, o süreçlerin koşulları, Anadolu’nun karanlık steplerinde çağdaş bir ulus yaratılması, emperyalist kuşatmanın aksine ulusal, ekonomik hamleler yapılması, büyük önderin kendi deyimiyle; “az zamanda çok işler” başarmanın sırrı, muhafazakarlıkta ve liberallikte değil; ulusal egemenlik, tam bağımsızlık, bilim ve devrimciliktedir. Atatürk dönemi, ekonomi ve maliye politikaları büyük önder Atatürk tarafından geliştirilen ve izlenen, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yol gösterici nitelikte, öncü ve çağı aşan ekonomi ve maliye politikalarıdır. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, hiç kuşkusuz sadece Türk ulusunun değil; bütün insanlık tarihinin karşılaştığı en büyük siyasi, askeri ve ekonomik dehalardan birisidir, fakat; Atatürk’ün siyasi ve askeri dehasını açıklayan çalışmalar çoksa da, iktisadi yanını, kendisi tarafından izlenen ekonomi politikalarını anlatan çalışmalar çok sınırlıdır.
Atatürk’ün ekonominin önemini açıkça görebilecek bir fikir olgunluğuna sahip olduğu sonucuna, gerek kendisinin sözlerinden, gerek tutum ve davranışlarından rahatlıkla ulaşmak mümkündür. Atatürk tarafından izlenen ekonomi politikaları, geçmiş deneyimler, mevcut ekonomik koşullar ve ulaşılmak istenen güçlü ekonomik yapı göz önünde bulundurularak şekillenmiştir. Şu bir gerçektir ki; dönemin ekonomi öğretilerine bağlı kalmayan özgün, çağın ilerisinde bir anlayışa haizdir. Büyük önder, Türk devrimini yalnızca siyasi alanla sınırlı bırakmamış, ekonominin de demokratikleşmesini sağlamıştır ve bu demokratikleşme sürecinde ne sosyalizm ne kapitalizm öğretilerine bağlı kalmış; Atatürkçü ekonomi modelini geliştirmiştir.
Atatürk’ün iktisadi duruşu ne liberalizme ne de sosyalizme dahil edilmeye çalışılmamalıdır. Atatürk’ün izlediği ekonomi politikaları esasında, çağın geçirmekte olduğu gelişim ve oluşumları gözetmiş, bilimsel gerçeklerden yola çıkmıştır. Ekonomik bağımsızlık olmaksızın siyasi bağımsızlığın sağlanamayacağına inanan Atatürk, öncelikle iktisadi yapıya uygun bir mali yapı oluşturmaya çalışmıştır. Atatürk dönemi mali politikalarının temeli, devlet hazinesini yurt içinde ve yurt dışında güçlü kılmak düşüncesine dayanmış ve kuşkusuz, içinde bulunulan mali koşullar ve yerine getirilmesi gerekli olan zorunluluklar tarafından şekillenmiştir. Atatürk tarafından sosyalizme de kapitalizme de bir alternatif olarak geliştirilmiş olan ekonomi modelinin özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
– Demokrasiye içtenlik ve tutarlılıkla bağlı kalıp, özgürlük içinde planlı kalkınma ilkesinin örneğini vermesi; ulusal egemenlik ilkesinin, gerçek anlamda ekonomik kalkınmanın da güvencesi olduğunu göstermiş olması,
– Gelir dağılımında adaleti göz ardı etmeyen bir ekonomi modeli olması,
– Eğitimde fırsat eşitliğini sağlayarak tüm nüfusu ekonomik açıdan üretken, etkin ve verimli kılma düşüncesine dayalı olması,
– Ekonomik ve mali bağımsızlık olmadıkça Türk toplumunun uygar insanlık ailesi içinde onurlu bir toplum olarak yer almayacağını bilip, tam bağımsızlığı ilke edinmesi, yani sömürgeciliği etkisiz kılan bir model olması,
– Gelişmiş ülkeler tarafından gelişmekte olan ülkelerin gelişmesini engellemek için ortaya atılan bir engeli aşarak sanayileşmeyi sağlayan bir model olması,
– Planlı ve düzenli bir kalkınma modeli niteliği taşıması.
Atatürkçü kadro, mali bağımsızlığı bir haysiyet ve onur meselesi olarak görmüş ve bu uğurda izledikleri kararlı politikalarla, genç cumhuriyete uluslararası arenada itibarlı bir kimlik kazandırmışlardır. Ulusal egemenliğin sadece siyasal demokrasiyi elde etmekle sağlanamayacağının, bunun tam olarak gerçekleştirilmesi için ekonomik büyüme ve kalkınmanın gerekli olduğunu bilen, Atatürk, İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında da;
“Hakimiyet-i İktisadiye” olmadan, “Hakimiyet-i Milliye”nin gerçekleştirilemeyeceğine dair sözleriyle ekonomik ve mali bağımsızlığa verdiği önemi vurgulamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, siyasi açıdan büyük bir devrimi, büyük bir dönüşümü simgelese de, Osmanlı’dan devralınan ekonomik miras dolayısıyla, aynı devrimi mali alanda yapabilmek oldukça güç olmuştur. Atatürk, özgün bir ekonomi yönetimi ile, Atatürkçü ekonomi politikaları doğrultusunda, devletin temel görevlerini adalet, savunma ve diplomasi ile sınırlı tutmamış, bunlarla birlikte devlete, gerekli hallerde eğitim, sağlık, bayındırlık alanlarında da müdahaleci roller yüklemiştir. Atatürk, bireysel girişimi ve özel üretimi esas almış, devlete özel sektörün yetersiz olduğu alanlarda tamamlayıcı ve öncü bir rol biçerek milli burjuvaziyi oluşturmaya çalışmıştır.
Büyük önder M. Kemal Atatürk milli burjuvaziye verdiği önemi şu sözlerle dile getirmiştir;
“Halkımızın tüccar sınıfını zengin edebilmek için ticaretin yabancı ellerde olmasını engelleyecek tedbirler alınacaktır. Ticaret ve kaynaklar, bizden olan tüccarların elinde olacaktır.”
Uzun ve yorucu olan Birinci Dünya Savaşı ardından girdiği Kurtuluş Savaşı’ndan galibiyet ile çıkan Türk Ulusu, 23 Ekim 1920’de, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliği ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açmıştır. Bu yıllarda, ekonomisi çökmüş, askerini kaybetmiş Türkiye, mali bağımsızlığı yeniden sağlamayı amaç edinmiştir. Fakat, Osmanlı’dan alınan ekonomik enkaz, Kurtuluş Savaşı’nın finansmanına aktarılan kaynaklar, şeriat yanlıları ile girişilen mücadeleler ve Lozan’da alınan kararlar, siyasi alanda yapılan devrimin ekonomik alanda da gerçekleştirilebilmesi noktasında Mustafa Kemal Atatürk’ü özgün bir ekonomi politikası geliştirmeye itmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin içinde bulunduğu yetersiz ekonomik imkânlara rağmen, ulusal bağımsızlıktan ödün verilmeksizin, ülkenin imarı ve kalkınması ülkenin sahip olduğu sınırlı kaynaklar ile gerçekleştirilmiştir; sosyalizme de kapitalizme de alternatif olan, az gelişmiş ülkelerin ekonomik koşullarına uygun, toplumsal adaleti gözeten Atatürk’ün ekonomi modeli, sömürgeciliği reddederek planlı ve düzenli bir kalkınmayı sağlamıştır.
Hem iktisadi kalkınma sürecine devletin katılması gerektiğinin, hem de bu sürecin planlı bir şekilde yürütülmesi gerektiğinin farkında olan Atatürk’ün ileri görüşlülüğü, Türkiye’ye, az gelişmiş ülkeler arasında kalkınmayı planlı bir biçimde yürüten ilk ülke olma özelliği kazandırmıştır. Politikaların daha yüksek başarı sağlayamama gerekçelerini şöyle sıralamak mümkündür;
Ekonomisi neredeyse sıfır noktasından başlayan yeni cumhuriyet hükümetinde özel tasarruf ve özel teşebbüs çok azdı. Ticaret azınlıkların ve Levantenlerin elindeydi; bunların dahi sanayiye aktaracak yeterli sermayesi yoktu. Türklerin çoğu devlet memurluğu ve askerlik mesleğini seçmişlerdi. Çiftçiler, ulaşımdaki eksiklikler nedeniyle piyasadan kopuktu; kapalı ekonomi içinde bulunuyor, düşük teknoloji ve sermaye ile çalışıyorlardı. Devlet yeterli vergi gelirine sahip değildi ve Türkiye özel yabancı sermaye akımına kapalıydı. Cumhuriyetin ilk yıllarında hükümet, ekonomik büyüme ve kalkınmanın sağlanmasından ziyade, şeriat yanlılarında gelen itiraz ve isyanları bastırarak, gerekli reformların sağlanmasına ağırlık vermek durumunda kalmış ve bu da kaynak yetersizliğine yol açmıştı.
Dönemin Ekonomi Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 1923 yılında, İzmir İktisat Kongresinde yaptığı konuşma Atatürkçü ekonomi politikalarının bir bakıma toplu özetini yansıtmaktadır;
“Yeni Türkiye ekonomisi, var olan iktisadi sistem ve siyasetlerin hiçbirinin aynısı olamaz. Ülkemizin ekonomik gereksinimlerine, iktisadi tarihimizin ruhuna uygun özgün bir ekonomi politikası izlemek zorunludur. Biz ekonomi tarihi içindeki ekollerden hiçbirine bağlı değiliz. Ne, “bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler” okulundan, ne de sosyalist, komünist, etatist ve himaye okullarından değiliz. Bizim de, yeni Türkiye’nin, yeni ekonomi anlayışına göre, yeni bir iktisat okulumuz vardır. Buna ben, ‘Yeni Türkiye İktisat Okulu’ diyorum. Yukarıda belirttiğimiz iktisadi sistemlerin hiçbirine bağlı olmamakla beraber, ülke gereksinimlerine göre bunlardan yararlanmayı da ihmal etmeyeceğiz.”
Prof. Dr. Afet İnan da, “Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Planı 1936” adlı kitabında Atatürkçü ekonomi politikalarına şu sözleriyle açıklık getirmektedir; “Türkiye’nin tatbik ettiği Devletçilik sistemi 19. yüzyıldan beri sosyalizm kuramcılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Bize göre devletçiliğin anlamı şudur: Bireylerin özel teşebbüs ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir ulusun bütün ihtiyaçlarını ve pek çok şeyin yapılmadığını göz önünde tutarak ülke ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri bireysel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi kısa sürede yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi, Liberalizmden başka bir sistemdir.”
Mahmut Esat Bozkurt, Afet İnan ve İsmet İnönü’nün açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, Atatürkçü ekonomi politikaları, Türk ulusunun çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılması hedefine yöneliktir. Bu uygarlık düzeyi, zamanın batı toplumlarında örnekleri görülen bir ekonomik refah düzeyidir. Üstelik Atatürk tarafından benimsenen bu ekonomik kalkınma modeli, dünyanın ezilen uluslarına örnek teşkil edecek özellikler taşımaktadır. Çağdaş bir ekonomi modelinin bütün unsurlarını taşıyan Atatürkçü ekonomi politikalarının, belirli ve ölçülebilir amaçları, bu amaçlara uygun araçları, araçların topluca amaçlara yönelmesini sağlayan bir sistem yaklaşımı, ekonomik sistemin bütün alt sistemlerle belirlenebilen ve ölçülebilen sonuçları ve bu sonuçların amaçlarla karşılaştırılmasından sonra ulaşılacak yargılara göre düzeltilmesini sağlayacak bir geri besleme düzeni vardır. Bu özellikleri olan Atatürkçü ekonomi politikası ile Atatürk, askeri stratejide uyguladığı o eksiksiz sistem yaklaşımını, amaçladığı toplumsal kalkınma sisteminin bir alt sistemi olan ekonomiye de uygulamıştır. Atatürk tarafından uygulanan devletçilik anlayışı, sosyalizm tarafından öngörülen fikirlerden beslenen bir sistem de olmamış; bu devletçilik anlayışı Türkiye’nin kendi ihtiyaçlarından doğmuş, kendine özgü bir sistem olmuştur.
Yetersiz sermaye birikimine ve devralınan kötü ekonomik enkaza rağmen, Atatürk tarafından kararlılıkla izlenen, bir devrim niteliğindeki bu ekonomik politikalar, liberalizmin tek düze ve standart önerilerinin çok ötesinde, çığır açan politikalar olmuştur. Görülmektedir ki, Atatürk tarafından, Türkiye’de, bütün az gelişmiş ülkelere örnek teşkil edecek özgün ve öncü bir ekonomi politikası izlenmiştir. Atatürkçü ve devrimci ekonomi politikaları ile yürütülen kalkınma sürecinde benimsenen ilkeler şu şekilde sıralanabilecektir:
Ülkenin kalkınma sürecinde devlet müdahalesi bir tercih değil, zorunluluk olarak görülmüştür.
Devlet müdahalesi planlı bir biçimde yapılmış, izlenen bütün politikalar etkin biçimde koordine edilmiş; kıt kaynaklar en iyi biçimde değerlendirilmiştir.
İçinde bulunulan ekonomik gerçekliğin farkında olunmuş, hayaller peşinde koşulmamış, enflasyonun kişiyi ve toplumu yanıltan ve aldatan ikliminden uzak durulmuştur.
Kamu kesimi ve özel kesim ekonomik kalkınma hareketinde birlikte yer almış; herhangi birisi ekonominin tümüne egemen olmamıştır.
Bireysel çıkarların da aynı derecede ve aynı eşitlik duyguları ile oluşturulmasına çalışılmış; ulusal servetin dağılımında mükemmeliyetçi bir adalet anlayışı ile, emek harcayanların daha yüksek refahı, ulusal birliğin korunmasında şart görülmüştür.
Ulusal bağımsızlığın sağlanması hem temel amaç olarak görülmüş, hem de bağımsızlığın korunması için ulusal bilinç duyarlı ve uyanık tutulmuştur.
Özgürlükçü ve demokratik ilkelerin yer aldığı siyasal içerik, açık rejimin en önemli unsuru olarak görülmüştür.
Bütün bu kalkınma sürecinde insan sevgisi temel alınmıştır; hümanist ve barışçıl davranılmıştır.
Net bir biçimde, gerek sınıf emperyalizmine, gerek ulus emperyalizmine karşı çıkılmış; her iki alanda da emeğin üstünlüğü benimsenmiştir.
Başarılı bir kalkınma atılımının uluslararası işbirliğinden bağımsız olamayacağının farkında olunmuştur.
Atatürk, ekonomik kalkınmayı sağlayabilmek için, o güne kadar uygulamaya konulmuş modeller olan liberalizmin de, sosyalizmin de yetersizliklerini fark ederek, yeni ve özgün bir ekonomi yönetimi geliştirmiştir. Atatürk tarafından kaleme alınan ve 1929 yılında yayınlanan “Yurttaş İçin Medeni Bilgiler” adlı kitapta, liberalizme de, sosyalizme de köklü eleştiriler getirilmiştir. Sosyalizmin, yakın tarihte başarısızlığı açıkça görülen bir ekonomi yönetimi olduğunu belirten Mustafa Kemal Atatürk, “Yalnız başına yaşayan birey düş kurgusuna dayalı olmakla eleştirilir; yalnız serbest rekabetle de bir ekonomik düzen kurulamaz; kurulabileceğini sananlar, kendilerini bir serap karşısında aldatılmaya koyuverenlerdir.” sözleriyle de kapitalizmi eleştirmiştir. Atatürk, kapitalist düzenin “yalnız başına yaşayan birey”, sosyalist düzenin ise “bireylerden soyutlanmış devlet” gibi gerçek dışı düşüncelere dayalı olduğunu görmüş ve her iki düzenin de insanın doğasına aykırı olduğunu öne sürmüştür.
Atatürk’ün ekonomi politikaları, Atatürkçü düşüncenin pragmatik-demokratik idealinden ayrı düşünülemeyecektir. Türk ulusunun sosyal adalet içerisinde sınıflar arası dayanışma anlayışı ile kalkınmasını sağlayacak bu politikalar, yalnızca bir ekonomik model ile sınırlı kalmayıp, aynı zamanda sosyal bir politikayı da içermektedir. Bu bakımdan Atatürkçü ekonomi politikaları, yaşanan ekonomik sorunlara konjonktürel çözümler arayan geçici politikalar değildir, aksine; Türkiye’yi geri kalmış yarı sömürge ekonomisinden kurtarmak, siyasi ve kültürel bağımsızlığını, ekonomik bağımsızlığına dayandırmak için ortaya konan akılcı, pragmatik, özgün, ulusalcı ve bilimsel bir düşünce sistemidir. Ulu önder, ekonomi politikalarının başarıya ulaşabilmesi ve hedeflenen ekonomik kalkınmanın sağlanabilmesi için, halkın bu sürece katılımının ve inancının sağlanması gerektiğinin farkında olmuş, iktisadi kalkınmanın her şeyden önce bir inanç işi olduğunu bilerek, halkın inançla bu sürece katılımını sağlamak için çalışmıştır.
Ekonomik büyümenin ötesinde kalkınma yapısal bir değişimdir; ekonomik yapıların değişimlerinin yanı sıra zihniyet değişikliğini, halk katılımını da zorunlu kılar ve bu süreçte asıl zor olan zihniyet değişikliğini sağlamaktır. Mustafa Kemal Atatürk bu gerçeği 1924 yılında görmüştür; “Uzun yıllardan bu yana yapılan çalışmaların verimini harcamak zorunda kalmış olan ülkemiz, ekonomik olarak geleceğe yönelik işlere güçlü bir halde başlamış bulunuyor. İktisadi işlerde çalışmak hevesi, topraklarımızın verimlilik ve bolluğuna duyulan haklı ve derin güven duygusu, ülkenin fakir veya zengin bütün evlatları tarafından hissedilmektedir. İktisadi ilerleme yönünden çok önemli olan bu uyanış, Yüce Meclis ve hükümet tarafından çıkarılacak cesaret verici yasalar ve işleyici önlemlerle korunmalıdır.”
Atatürk dönemi ekonomi ve maliye politikası incelendiğinde, 1923-1929 yılları koşullarında devletin yeniden inşa edildiği; 1930-1938 arasında ise kapalı ekonomi koşullarında; etkin ve öncü devlet anlayışına uygun sanayileşme politikalarının benimsendiği görülmektedir. Her iki dönemde izlenen ekonomi politikaları farklılık gösterse de, izlenen maliye politikası değişmemiş; her iki dönemde de mali disiplini sağlama amacından ve bütçe hakkından vazgeçilmemiştir. 1923-1929 yılları arası ekonomi koşulları yeniden inşa edilirken, devlet, hem altyapı hizmetlerini gerçekleştirmiş, hem de eğitim ve sağlık alanındaki eksiklikleri gidermiş, yani milli burjuvaziyi oluştururken, toplumsal adaleti de göz ardı etmemiştir. Bu süreçte izlenen politikalar analiz edildiğinde, Türkiye’nin o günkü koşullarla sınırlı olmanın çok ötesine geçtiği görülmektedir.[2]
[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/ataturkun-maliye-politikasi
[2] Prof. Dr. Duran BÜLBÜL
1 thought on “Atatürk dönemi kapitalizm ile mücadele”