“Ormanlar küçülüyor ama buna rağmen ağaçlar balta için oy kullanmaya devam ediyordu. Çünkü balta ağaçları ‘sapım tahtadan’ diyerek, onlardan biri olduğuna inandırmıştı.” (Paulo Coelho)
Maalesef yaşadığımız günler tasallut eden koyu bir cehaletin, şiddet kokan gericiliğinin eseri. Rayından çıkmaya yüz tutmuş demokratikleşme sürecinin, unutturulmaya çalışılan laikliğin, kademelendirilmeye çalışılan insanlığın pandemi ile kıskaca alınmış şeytani kumpas günlerini yaşamaktayız. Ayarlarımızla sürekli oynuyorlar ve kalibrasyonumuzu tanzim etmeye şimdilerde her zamankinden de fazla muhtacız. Aklımız karışık, umudumuz körelmiş, hevessiz bir haldeyiz. İnanç ve değerlerimizle alay ediyor, tereddüt yaratıyorlar, sessizce kabulleniyoruz. Çünkü okumuyor, sorgulamıyor, aldanmayı tercih ediyoruz. Atatürk’ün öğrettiklerini tam bir cehaletle Latin alfabesinden ibaret sanıyoruz. Etrafımız, ekranlarımız, gazetelerimiz hainlerle, düşmanlarla, sinsi işbirlikçilerle dolu. Sıkışık günlerdeyiz, daralıyoruz. İşte tam bu anlarda başlarımızı Atatürk’e çevirmek yapacağımız en doğru şey olacak, gönülden, sıcacık ve anlayarak bakabilirsek.
İnsan yaşlandıkça 500 liralık ve 30 liralık saatin aynı şeyi gösterdiğini fark ediyor. Trilyonluk ev de, derme çatma bir kulübe de aynı. Materyalist şeylerde gerçek mutluluk bulunmaz. Asıl mutluluk sevgiden geçer. İşte şekilci ve rozetçi sevdalar ile gönülde hasıl olmuş sevgiler arasındaki fark da buradadır. Atatürk sevgisi gönüllerde saf bir duyguyla, karşılıksız bir yakınlaşmayla doğmuştur ki menfaat ilişkisine dayanan hiçbir kirli ilişkiye benzemez. Lakin bunu görmek ve anlamak için yaşamak gerekir. Hissedilemiyorsa, anlaşılamıyorsa zaten o birey iflah olmaz, insanlıktan çıkmış demektir. Böyleleri için üzülmeye de gerek yoktur.
Atatürk’ün davası ve emelleri kocaman bir puzzle gibidir. Tüm parçaları yerine koymadan tamam olmaz. O’nun her alanda yaptıklarını, dediklerini ve düşündüklerini yani ilke ve inkılaplarını tam anlayamadan Atatürkçü olmak mümkün değildir. Bütünleyici ilkeleri dahil olmak üzere, Atatürk; öğrettiği, işaret ettiği, sustuğu veya itiraz ettiği şeylerle Atatürk’tür, yanılmamıştır, yanlış yapmamış tek liderdir. Dolayısıyla Türk Ulusu’nun takip etmek zorunda olduğu tek ayak izi de onunkisidir.
Başöğretmen Atatürk bize sadece okuma ve yazmayı, yeni harfleri, okulu, kitabı, matematik işaretlerini öğretmedi. Sadece tarih veya din kitapları değildi bastırıp ve ev dağıttığı, bizzat karatahtanın başına geçip anlattıkları okuma yazma kursundan ibaret değil, Köy okulları ile yapmak istedikleri kısır bir gösteriş asla değildi. Öğretmendi, müdürdü, dev bir kitaptı, okulun, alfabenin her şeyiydi Atatürk. Işığı, sevgiyi, ilmi, tarihi, aydınlığı, aklı taşıdı uzak mezralara. Medeniyeti getirdi köylünün ayağına… Neler neler öğretti kısa sürede akıllara sığmaz. Dünya lideri, aşılmaz deha Atatürk, Türk’ün bozulan kalibrasyonunu ayara soktu terleyerek, kanayarak, yorularak, durup dinlenmeden, kırık kaburgalarıyla, üşenmeden, mızmızlanmadan. Rapor almak varken eğitim, savaş, kültür cephelerine koştu kanayan yaralarıyla. Çünkü O’na göre asıl kanayan yara Ulus’unkiydi.
Uğruna ömrünü feda ettiği memleketin her yanı kanlı gözyaşları dökerken kendi yaraları ile meşgul olamayacak kadar yüce bir öğretmendi. Eli öpülesi Atatürk yediden yetmişe Ulus’una yol gösterdi, üşenmeden, vazgeçmeden, ertelemeden …
Türklüğün değişmeyen vizyonu şudur;
Türk olmanın onuruyla, Atatürk ışığında, ulus devlet bilinciyle, dünyaya örnek yüksek milli ahlak, beceri ve iradede esaret bilmeden yaşamak, laik, sosyal, demokrat, hukuk devleti ilkesinde güçlü ve bilimsel olmak, vicdanları hür tutarken akıl ve bilimi hayata rehber etmek, yarınlara hazır vatansever, dürüst ve çalışkan fertler yetiştirmek, her alanda tam bağımsızlığı temin etmek, hak ve adaleti yüceltmek, barışa destek vermek ancak gerektiğinde savaşmak, sevgi ve anlayışı topluma egemen kılmak, farklılıkları kültürün parçası görmek, mazlum Türki ve Müslüman devletlere örnek ve lider olmak, Cumhuriyet’in gölgesinde bir ve beraber tek yürek kalabilmek, yorulmamak, yorulunsa da yürümeye devam etmek.
Geçmişten ders alarak, sahip olduğumuz kıymetlerin değerini bilerek, şu an yapmamız gereken ilk şey uyanmak ve değerlerimizi hatırlamak, canımıza yıllardır kast eden iç ve dış düşmanları tanımaktır. Cehalet ve zulmü bu topraklara kader yapanlara Anadolu ruhunu, Kuvayi Milli asaletini, Misak-ı Milli andını gösteremezsek, cüret ve güç bularak daha fazla saldıracaklardır. Yapmamız gereken bir an önce maddi ve fikirsel manada uyanmak, yükselmek, aydınlanmak ve ileri gitmektir. İrtifaca yükselemezsek bu kara bulutlar nedeniyle … çakılacağız.
Ne mutlu Türküm diyebilmeli, bunu demek için; Türk, doğru, çalışkan, büyüklere saygılı, küçüklere sevgi dolu olmak, yükselmek, ilerlemek ve ülküyü yüceltmek, varlığımızı Türk varlığına armağan etmek zorundayız.
Memleketin tüm tersanelerine girilmiş, orduları dağıtılmış, kaleleri zapt edilmiş, yurdun her yanı içten ve dıştan nifak unsurlarıyla sarılmış, gaflet, delalet ve ihanet dört tarafı kaplamış, millet yorgun, fakir ve çaresiz vaziyette umutsuzluğa mahkum edilmiş bile olsa da birinci vazifemiz Türk istiklal ve cumhuriyetini ilelebet korumak ve kollamaktır. Bunu yapmak için şartların zorluğuna, durumun ümitsizliğine bakıp vazgeçme lüksümüz yok. Çünkü Atatürk’e söz verdik, çünkü O’na borçluyuz.
Bu yolda ışığımız akıl ve bilim, gücümüz Türklük, davamız Atatürk, manevi rehberimiz Kur’an olduğu sürece mağlup olmamıza imkan yok. Çünkü umut ve sevgi yenilemez, ölmeyi göze alan inançlı ruhları hiçbir düşman yenemez. Savaşları kazanan teknoloji değil inançlı ruhlardır. Bu da demektir ki bencillikle, para ve sağlık korkusuyla yelkenleri indirdiğimiz anda yutulacağız. O halde ölmemek için Atatürk’ün çağdaş hedeflerini hatırlamaktan, milli ahlakımızı yüceltmekten, kültürümüze dönmekten başka çaremiz yok. Çünkü tek çaremiz Atatürk!
Durumdan vazife çıkarıp şimdi göreve atılabilecek miyiz? Yoksa düşman güçlü, zengin, şartlar zor diyerek cayacak mıyız? Yurdun dört tarafını ele geçirmeye başlamış dahi olsalar, zayıf ve güçsüz halde bile olsak, işbirlikçiler etkin ve egemen de olsa, rüşvetçiler, liyakatsizler, hortumcular bulunsa da, işsizlik, fakirlik, yorgunluk ve umutsuzluk gözlerden okunsa da vazifeye atılmaktan sakınacak mıyız? Bağımsızlık ve Cumhuriyet’ten corona yüzünden, ekonomik iflaslar yüzünden, korkarak vaz mı geçeceğiz? Atalarımızı utandırıp, şehitlerimizin ruhlarını inletip teslim mi olacağız? Hayır!
Şartlar ne olursa olsun; mukaddes Cumhuriyet’i, egemenlik ve tam bağımsızlığı her koşulda koruyacak, aziz vatan topraklarını gerekirse aç ve bitap düşüp, kanlarımızla sulayıp, evlatlarımıza teslim aldığımızdan da güzel yarınlar bırakacağız. Çünkü teslimiyet bu Ulus’a yakışmaz! Muhtaç olduğumuz kudret ise damarlarımızdaki asil kanda fazlasıyla mevcut! İnsan nasıl ilkokulda öğrendiklerini ömür boyu unutamazsa, gönüllere yerleşen Atatürkçü düşünce sistemi de kalplerdeki yerini sarsılmaz bir inanç ve güvenle korumakta. Bu sevgi nedeniyle ki çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaş ve kurumları medeni dünyanın tüm meselelerine Atatürk gözüyle bakabilmekte. Unutturmaya çalışanlara inat bakmaya da devam edecek.
Günümüz küresel kaoslar sürecinde ülkenin ve dünyanın tüm toplulukları Atatürk’ün Sevr Türkiye’sinden sonra yarattığı Genç Türkiye mucizesini anlamalı, 21 nci yüzyıl dertlerine karşı da Atatürk fikir ve ilkeleriyle çözüm aramalıdır. Bu yaklaşımı hayata geçiremezsek korkarız ki… yok edileceğiz. Vatanı, Türklüğü, inanç ve manevi değerlerimizi korumak için, aydınlık ve hür yarınlar için Atatürk’e şimdilerde eskisinden çok daha fazla muhtacız. Bu nedenle fabrika ayarlarımıza geri dönmek için tek yolumuz; Atatürk’ün çağdaş ve bağımsız Cumhuriyet yolu.
Atatürk’ü tanımakla saygı duymak arasında doğru bir orantı mevcut. Gerçek Atatürk kendisiyle kaldığında Türklük, tarih, kültür ve bilim üzerine düşünen, dünyanın, yaşamın, medeniyetin ve insanın kökenini merak eden, geleceği sorgulayan, alacağı dersleri belirleyen, sorularına bilimsel cevaplara arayan ve sürekli sorgulayan Atatürk’tü. O gerçekten ilerici bir aydın, çağdaş bir bilim insanı ve filozoftu. O’nu tanıdıkça artan saygımız bu yüzden.
İzinde olmak, Atatürk’ü tanımakla mümkün. Atatürk’ü, sevilmesi gerekiyormuş diye sevmek, izinden ayrılmamakta ulusal yarar varmış diye izinden yürümek veya öyle görünmek yeterli değil. O’nu bütün yönleriyle tanımak zorundayız. Tanıdıkça daha da büyüdüğünü, yüceldiğini görüyor, daha çok seviyoruz. Ama ancak bu bilinçli bireysel sevgiler, toplumun sevgisi, tüm Ulusun sevgisi haline dönüştüğünde, ancak ışığı yolumuzu, ufkumuzu bütünüyle aydınlattığında Atatürk’ün izinde olabiliriz.
Emperyalizmin, sömürüsü kolay kolay altından kalkılamayacak boyutlara ulaşmış, elimizi, kolumuzu bağlamış, bağımlılaştırma çabasındaki dış kaynaklı kapitalizmin ve onun uzantılarının, gericinin, devrimlere diş bileyenin, yerinde sayanın, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe, Kemalizm’e iliklerine kadar düşman kişilerin, toplumun yararını kişisel yararı uğruna hiçe sayanın, aslında süper kapitalin sembolü, dayanağı iken, sömürü aracı iken, kendisini şeriatçi ve milliyetçi diye gösteren; bazen de faşistin, gerçek yüzünü gizlediği gülümseyen maskesi olabilen, Atatürk milliyetçiliğine yabancı sağın, emeğin sembolü iken, toplumculuk, halkçılık, devletçilik, devrimcilik, ilericilik yönü ve niteliği yerine bazen anarşistin ve benzerlerinin gizlendiği sempatik görünümlü maske olarak da çok büyük yara almış olan solun, kısaca hemen her ağzını açan, her kolunu kaldıranın, işine öyle geldiği için Atatürk’ten söz ettiği günümüzde, toplumu, Ulusunu seven, halkçı, devrimci, ilerici, devletçi, millî sınırlar içindeki her vatandaşı kucaklayan, her karış toprak, sancak, bayrak uğruna kanını, canını vermeye hazır vatandaş milliyetçiliği bilincindeki gerçek Atatürkçüler, dünya görüşü, kafa yapısı, tüm davranışı, eylem ve işlemleriyle dayanışma ve güç birliği içinde olma zorunluğunda.
Ölümsüz Atatürk’ü de, Atatürkçülüğü de, anı ve anıtlarını da ancak Atatürkçülük bilinciyle, Atatürk sevgisiyle, Ulusça birlik içinde koruyabiliriz. Atatürk’ün ülkeyi ve Cumhuriyeti emanet ettiği gençlik ve Atatürkçülüğün gerçek bekçileri, koruyucuları, seslerini gerektiğinde işittirmekle yetinmemeli. Çalışmalı, öğrenmeli, anlatmalı, ter dökmeli, yorulsa da devam etmeli.
Sadece kendimiz için değil, sömürülen tüm mazlum uluslar için, bağımsızlık özlemiyle kavrulan ülke yurttaşları için, Türk ve İslam aleminin kurtuluşu için, yetimler, açlar, tutsaklar, ötekileştirilenler için, insani değerlerin yeniden yaşatılabilmesi ve daha mutlu bir dünya yaratılabilmesi için… Atatürk’e dönmeye, örnekliğimize devama muhtacız.
Küresel çıkmazlarda kavrulan bugünün dünyasının çözümü evrensel lider Atatürk’tür. Çünkü dünya tarihinde çürütülemeyen tek tez: ATATÜRK FELSEFESİ’dir.
Emperyalist şeytani küreselizmin tüm antitezleri Atatürk Türkiye’since başarılanlara nispetle, kendisine tersten dersler çıkartarak oluşturulmuş, Atatürk sömürgen devlet ve idraklere başardıklarıyla yüz yıl vakit kaybettirmiştir. Şimdiyse o bir asrın sonlarına yaklaşıyoruz… Her Türk şuna emin olmalıdır ki dünyanın da kurtuluşu Atatürk ilke ve inkılaplarına derin bir sadakatten geçmektedir. Çünkü çare ve çözüm Atatürk’tür, yapmaya çalıştıklarıdır, ölümsüz eserleridir. Bu sebeple başta ülkemiz ve sonra tüm dünya en kısa zamanda, ne surette olursa olsun Atatürk kalibrasyonuna geri dönmeye mecburdur. Yoksa… Türklük de, İslam da, medeniyetler de, insanlık da yok olacaktır.
Atatürk 7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye başladı. Bir sene sonra okuldan alındı ve köyde yaşamaya başladı. Zamanını tarlalarda karga kovalayarak geçirdi.
10 yaşında yüzü kanlar içerisinde kalacak şekilde okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evden çıkamadı.
17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi, 2 ay bir hücrede tek başına hapis yattı. 25 yaşında sürgüne gönderildi.
27’sinde kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üye olduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, O kalabalıklar arasında tek başına olanları izliyordu.
30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşman eline geçti. Amiri kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz kaldı. Aylarca boş kaldı.
37 yaşında Viyana’da böbreklerinden 2 ay tek başına hasta yattı. Komutan atandığı ordu dağıtıldı. 38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden alındı. Toplantıda giyebileceği bir sivil takım elbisesi bile yoktu.
Başkasından ödünç redingot aldı. Aylarca cebinde üç kuruş parayla dolaştı. Hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. En yakın beş arkadaşından üçü, kongre temsil heyetine üye olmasın diye aleyhinde oy kullandı. 39 yaşında idama mahkum edildi.
Sonra ne mi oldu?
34 yaşında Çanakkale kahramanı oldu, İstanbul’u ve devleti kurtardı. 38 yaşında Anadolu’yu kurtarmak için saraya ve işgalci düşmana rağmen harekete geçti. 39 yaşında TBMM’ni açtı, egemenliği saltanattan alıp halka verdi.
40 yaşında Başkomutan oldu. 41 yaşında yurtta tek bir düşman bırakmadı. 42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu! 47 yaşında Başöğretmen oldu.
57 yaşında ölümsüzlüğe intikal ederken geride tam bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni, kardeş olmuş ülke halkını, hür vicdanlı kitleleri, refahı, huzuru, barışı, işgücünü, sıra sıra fabrikaları, yurdu kaplayan demiryollarını, haysiyetli ve saygın Türk devletini, aklı ve bilimi esas alan çağdaş Türk Gençliğini bıraktı. Bu mucizevi öykü Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e aitti.
Paranız, eviniz, lüks arabanız mı yok? Atatürk’ünde yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk’ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk’ünde vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk’e de vurdular! Arkanızdan vurulup, sürgün mü edildiniz? Haksızlıkla makamlardan mahrum mu bırakıldınız? Atatürk de bırakıldı. Aileniz çok zengin değil mi? Atatürk’ünki de değildi! Amirleriniz meşru hakkınızı mı yiyor? Atatürk’ünkini de yemişlerdi! Sizden daha beceriksiz ama hırslı insanlar, sizden daha hızlı yükselip size amirlik mi yapıyor? Atatürk’ün de başına gelmişti! Geçmişte bazı denemeleriniz de başarısız mı oldunuz? Atatürk de olmuştu!
Hakkınızda idam fermanı çıktığı için mi başarılı değilsiniz? Hapis mi yattınız aylarca? Atatürk’ün de başına gelmişti! Herkesin olmaz dediği şeylerin doğruluğuna inanıp, yapmaya çalışırken en yakınlarınız bile size karşı mı koyuyor? Atatürk’e de yapamazsın demişlerdi. Etrafınızdakilerin umudu mu yok? Atatürk, koca bir milletin umudu yokken umut oldu. Atatürk, hürriyet ve istiklal için, koca bir saltanata, yerleşik bir hilafete, dünyanın süper güçlerinin yedisine birden kafa tuttu yokluk ve işgaller arasında. Korkmadı, yılmadı, vazgeçmedi. Ya siz?
Elektrik yoktu, bilgisayar, internet, asfalt yollar, lüks oteller, açık büfe menüler, cipsler, marketler, modern silahlar, sınırsız bütçeler yoktu… televizyon bile yoktu. Gaz lambasında kurulan Cumhuriyet, az sayıda silahla kazanılan muazzam bir zafer, sabanla yazılan bir tarih, yoktan var edilen ekonomik bir zafer vardı. Altı ayda okur yazar olan bir halk, ödenmiş Osmanlı borçları, kurumsallaşmış koca bir devlet, yurda yayılmış ilkeler, kalpleri sarmış inkılaplar vardı. Kişilere kul olmaktan çıkarılıp, Allah’a kul yapılmış bir toplum, dinini, tarih ve kültürünü öğrenen, övünen, gurur duyan, başaran, başarmak için çok iş olduğunu bilen, çok çalışkan bir millet vardı.
Şimdi kendinizi düşünün. İmkanlarınızı, imkansızlık dediklerinizi. Yaşadığınız zorluklar, Atatürk’ün başına gelenlerden daha mı acımasız, ulusun kaderi o günlerden daha mı zor? Sizin karşınıza çıkıp da Atatürk’ün yaşamadığı bir olay var mı? Unutmayın! Çaresizseniz, çare sizsiniz. Her şey sizinle, umut edip istemekle, başaracağım diye yola çıkmakla başlar.
O yaşadığı çetin zorluklara rağmen koca bir ulusu sırtlamıştı. Bizlerse sadece kendimizden ve ailemizden mesulken aciz haldeyiz! O ders kitaplarını önümüze koyarken, biz resimlerini o kitaplardan sildik attık. Kişiler ve toplumlar elleriyle yazdığı kaderleri yaşar. Hayatta ya tozu dumana katarsınız ya tozu dumanı yutarsınız. Ya sürükleyen aslan yeleliler olursunuz ya çöl rüzgarlarında savrulan kuru yaprak, ya güdülen koyun olursunuz ya onuruyla dimdik duran dev bir çınar. Hiçbir mazeret başarının yerini tutamaz. Üşenmek, vazgeçmek ve ertelemek Türk’ün en büyük düşmanıdır, korkmak ve esarete razı olmak bizlere yakışmaz. Ya istiklal ya ölüm demeden saygın bir devlet olunmayacağı gibi, başkalarının eteği altında geçen ömre de yaşamak denmez.
Atatürk kişisel kurtuluş savaşı ile ülkeyi kurtarma savaşını birlikte götürebilmişti. Ona, “Para yok,” dediler, “Bulunur,” dedi. “Düşman çok,” dediler, “Yenilir,” dedi. Ve sonunda tüm dediklerini yaptı! Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde niçin “Vazifeye atılmak için içinde bulunduğun vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin” dediğini anlamaya çalışın. Cesaret, akıl, sabır ve erdemle atılan adımlar tüm zorlukları aşmaya yeter!
Atatürk’ün öğretmenliği bu yüzden ebedidir, öğrettikleri bu yüzden evrensel ve Türk Ulusu’na kazandırdıkları bu yüzden mukaddestir.
3 thoughts on “Atatürk kalibrasyonuna geri dönüş”