Pakistan’da Müslüman halkın günah olduğu gerekçesiyle dikilen fidanları şenlikle ve güruh halinde söküşü hala hatıralardadır. Ülkemizin geldiği nokta da buna maalesef çok benzerdir. Kişisel ve çağdaş girişimler hariç, devletin bu alanda oynaması gereken aktif rol ihmal edilmekte, ilgili teşkil ve mensuplar görevini yerine getirmemekte, çağdaş kontrol, bakım ve sağlıklaştırma yerine, meselenin sadece ticari boyutu ele alınmaktadır. Yasalardaki etkin cezalar göz ardı edildiği ve sıkça nüans yapı izinleri imzalandığı için de yakılan ormanların sayısı gitgide artmaktadır.
Yürekleri sızlatır tarzda ormanların yakılarak otel yapılması, maden arama gayesiyle tarım alanlarının talan edilmesi de akıllardadır. Yasal olmayan bu durumlara kanuni mazeret bulunması veya göz ardı edilmesi de ayrı bir sorundur.
Sonuçta güzel yurdumuz yıllar süren ihmaller nedeniyle çölleşmeye başlamış, temiz havaya muhtaç hale gelmiştir. Bu durumun iklim farklarına da sebebiyet verdiği düşünülünce yarınlarımızı yeşil’siz yaşayacağımız abartma olmayacaktır. Öte yandan yeşilin verdiği huzur ve psikolojik etkiden uzak toplumun yüksek tansiyonu, betonlaşan imar planlarının verdiği sinirsel katkı ortadayken, rant adına mera, tarla ve yaylaların (üstelik yabancılara) satılması, imara açılması anlaşılır ve kabul edilir değildir.
Albert Einstein şöyle diyordu; “Tarımı ihmal eden ülke intihar ediyor demektir. Gelişmiş bir ülkenin semalarında ne kadar çok uçağın uçtuğu değil, ne kadar çok arının uçtuğu önemlidir. Eğer arılar ölürse, sonraki yıllarda insanlar da ölür.” Bu sözüyle de tabiat varlıklarına verilmesi gereken önemi anlatıyordu.
Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi açış konuşmalarında, doğal varlıklarımız olan ormanların korunması, dengeli ve tekniğe uygun şekilde işletilmesine yönelik olarak şöyle söylemişti; “Gerek tarım, gerek memleketin varlık ve genel sağlığı konularında önemi kesin olan ormanlarımızı da modern önlemlerle iyi duruma getirmek, genişletmek ve en yüksek faydayı sağlamak da önemli kurallarımızdan biridir.”
1937’de 3116 Sayılı, 136 maddelik Orman Kanunu hazırlandı. Kanunun gerekçesinde “Devlet malı olan ormanları, kişisel kazanç duygusu ile hareket eden müteahhitlerin elinden kurtarıp korumanın” amaçlandığı belirtilmişti. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, bağımsızlık savaşıyla yeniden vatan yaptıkları bu toprakların dağına, taşına, ormanına büyük bir kıskançlıkla sahip çıkmışlar, Osmanlı’nın yabancı şirketlere tanıdığı ayrıcalıklara son vermişler; demiryollarını, limanları, madenleri, ormanları her şeyi millileştirmişlerdi. “Ağaçsız toprak vatan değildir” diyen Atatürk’ün son devrimi “ormanların korunmasını” amaçlıyordu.
Atatürk, bir Yörük-Türkmen evladı olarak ağacı, ormanı ve doğayı çok erken yaşlarda tanıyıp sevdi. Afet İnan, Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı Köşkü için Çankaya’yı seçmesinin nedeninin, “orada birkaç büyük kavaklık ve söğüt ağaçlarının bulunması” olduğunu yazıyor.
Atatürk, Vali Muhittin Üstündağ ve Afet İnan’la İstanbul Boğazı’nda gezerken “Bu güzel yerleri ağaçlarla bir kat daha güzelleştirmek için İstanbul Belediye Başkanı olmak isterdim” diyordu. Atatürk dünyanın değişik ülkelerinden getirttiği ağaçlarla Yalova’da Canlı Ağaç Müzesi kurduruyor, Yalova’da Çam Burnu adlı ormanlık alanı yaratıyor, Yalova-Termal karayoluna 2250 fidan diktiriyor, Bu yola Çınarlı Hıyaban deniliyordu.
Atatürk ağaçlı, ormanlı, yeşil bir ülke kurmak istiyordu. Bunun için 1925’te Ankara’nın en çorak, bataklık yerinde bir orman çiftliğinin temelini atmıştı. Çiftliğe her yıl en az 50 bin ağaç dikilmesini istemiş, dikilen ağaçları sürekli kontrol etmiş, 8 yıl geçmeden çiftliğe 3 milyondan fazla çeşitli fidanlar diktirmiş ve hepsi de tutmuştu.
Atatürk, kendi elleriyle ağaç dikiyor, onların büyümelerini gözlüyordu. Çevresindeki ağaçların yerlerini biliyor, ağaçları koruyordu. Örneğin, tanıkların anlattığına göre Atatürk, bir gün Orman Çiftliği’nde bir iğde ağacının kesildiğini fark ederek çok üzülüyor. Yine tanıkların anlatımına göre Çankaya Köşkü’ne girerken yol üzerine uzanan bir ağaç dalı otomobillerin girişine engel oluyor. Atatürk, o dalın kesilmemesini, arabaların geçtiği yolun alçaltılmasını istiyor. 1929’da Yalova’da bir çınar ağacının gölgesine küçük bir ahşap köşk (ev) yaptırıyor. Bir yıl sonra yanındaki çınar ağacının bir dalı köşke doğru uzayınca çalışanlar dalı kesmek istiyorlar. Atatürk buna karşı çıkarak köşkün raylar üzerinde kaydırılıp dalın kurtarılmasını istiyor. Köşk, 8 Ağustos 1930 Cuma günü, Atatürk’ün gözetiminde, altına ray döşenip ağacın 5 metre uzağa kaydırılıyor, çınar dalı kurtarılıyor.
Atatürk, ömrünün son günlerini ağaçlar arasında, orman içinde geçirmek istiyor. Duvarında asılı olan “Dört Mevsim” adlı tabloya bakarak Afet İnan’a şöyle diyor: “Gidelim Afet! Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda… Evet… Evet… Hemen çekip gidelim ormanlara… Hele ben bir iyi olayım da…”
Atatürk, Milli Mücadele yıllarında 1 Mart 1922’de yaptığı Meclis konuşmasında şöyle dedi: “Ormanlarımızı da çağdaş tedbirlerle iyi halde bulundurmak, genişletmek ve azami fayda sağlamak esas ilkelerimizden biridir.” Bu doğrultuda bir Ağaç Koruma Cemiyeti kuruldu.
Mili Mücadele’nin zor koşullarında düşmanın saldırısına uğrayan fakir halkın ormanlardan yararlanabilmesi için 1921’de ve 1924’te yasalar çıkarıldı. 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde ormanların korunmasıyla ilgili 17 maddeye yer verildi. 1924’teki Köy Kanunu’nda “köy korusunu korumak”, “korusu olmayan köylerde koru yetiştirmek”, “köy fidanlıkları yapmak”, “köy yollarını ve meydanlarını ağaçlandırmak”, “köylere kavak dikmek” gibi maddeler vardı. Köy Kanunu’na göre köylerde “her şahıs senede en az bir ağaç dikip yetiştirmek” zorundaydı. Köy yollarına dikilmiş ağaçları kesmek veya kırmak da suçtu.
1924’te Yüksek Orman Meclisi kuruldu. 1924’te Orman Genel Müdürlüğü ve ona bağlı başmüdürlükler ile orman müdürlükleri kuruldu. Ormanları bilimsel yöntemlerle korumak için 1924’te “Türkiye Ormanlarının Bilimsel Yöntemlerle Yönetimi ve İşletilmesi Yasası” çıkarıldı. Alman Prof. R. Bernhard Türkiye’ye davet edildi. Ayrıca Alman ve Avusturyalı orman mühendisleri görevlendirildi. Orman haritaları hazırlandı. Orman planları yapıldı. İstanbul, Ankara ve İzmir’de orman fidanlıkları kuruldu. Buralardan ülkenin değişik yerlerine yüzbinlerce fidan dağıtıldı. İstanbul Orman Yüksek Okulu geliştirildi. Bu okula 1934’te “Orman Fakültesi” adı verilerek Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne bağlandı. Ayrıca yeni orman okulları açıldı. Zingal Şirketi gibi özel şirketlerin elindeki bazı ormanlar devletleştirilip işletildi. 1930’a kadar Türkiye’nin değişik yerlerinde 33 kereste fabrikası kuruldu.
1930’larda Türkiye’de orman varlığı, % 12 civarındaydı. Ormanları koruyacak devrimci düzenlemelerin zamanı gelmişti. Atatürk, 8 Kasım 1937 tarihli nutkunda “ormanların korunmasından” söz ederek “ormanlarımızı dengeli ve teknik bir şekilde işletmek” gerektiğini belirtti.
Atatürk’ün son devrimleri “toprak ve orman reformu” oldu. 1937’de anayasanın 74. maddesi değiştirilerek “çiftçiyi topraklandırmak ve oranları devletleştirmek” ilkeleri anayasaya konuldu, gerekli yasal düzenlemeler yapıldı. 8 Şubat 1937’de 3116 Sayılı Orman Kanunu çıkarıldı. Bu kanunda 1938’de ve 1945’te bazı düzenlemeler yapıldı. Böylece ormanlar devletleştirildi. Ormanlardan düzensiz ve parasız yararlanmaya son verildi. CHP iktidarı oy kaybetme pahasına bu adımları attı. 26 Nisan 1937 tarih ve 3157 sayılı “Orman Koruma Teşkilatı Kanunu” kabul edildi.
Ormanların korunması amacıyla Orman Genel Komutanlığı kuruldu. 1 Aralık 1937’de de Orman İşletme Talimatnamesi kabul edildi. Ülkenin değişik yerlerinde Devlet Orman İşletmesi kuruldu. 1951’de ülkede 99 orman işletmesi vardı. Bu işletmelerin en önemli görevlerinden biri ağaçlandırmaydı. İllerde valilerin öncülüğünde “Ağaç Bayramları” kutlanmaya başlandı.
Atatürk, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde çok yoksul bir kentle karşılaştı. Ankara aynı zamanda ağaç yoksulu, yeşil yoksulu bir bozkırdı. Ancak o, bu yokluktan “varlık” çıkarmayı bilecek; Milli Mücadele’yi bu yoksul kentten yürütecek, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu yoksul kentten yükseltecekti. Başkent Ankara’nın yeni konutlara, yeni okullara, yeni yollara olduğu gibi yeni parklara, yeni bahçelere ve hatta ormanlara ihtiyacı vardı. Bu yoksul bozkırdan uygar bir hayat fışkırmalıydı; ancak ağaçsız, ormansız, yeşilsiz uygar hayat olmazdı. Atatürk’e göre “Ağaç, çiçek ve yeşillik medeniyet demekti.” Ona göre, “Ağaçsız toprak vatan değildi…” İşte AOÇ, Türkiye’deki yeni uygar hayatı ağaçlandırma, ormanlandırma, yeşillendirme; Anadolu’yu yeniden vatan yapma projesiydi. Atatürk, “Yeşil görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki, kör insan bile yeşillikler arasında olduğunu fark etsin” diyordu.
Atatürk’ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. O günün Ankara’sı kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış. ATATÜRK o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş.
“Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”,
“Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var”. Yani “niye şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş.
Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “İşte bu benim…” derken bide bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor “Ne yaptınız bu ağaca” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bitek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum” diyor. Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omuzlarındadır da onun için. Dahası yeşilin önemini Ulusuna hala anlatamamıştır!
Yıl 1930 ATATÜRK Yalova köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir. “Yahu” der “sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki? Kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye?” der. Bahçıvan derki; “Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”. Bir an düşünür; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız” der.
Derler ki bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutup da ağaçtan uzaklaştırmak? Ama inanır mısınız mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama ne yapar biliyor musunuz? İstanbul’daki köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de kazma kürek temelini kazar ve köşkün altına tramvay raylarını döşeyerek köşkü ağaçtan 4 metre 80 santim kenara çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan çınar ağacının kurtuluşunu temin eder.
Ankara yakınlarındaki, o zaman için 80 tane söğüt ağacının olduğu Söğütözü’ne Atatürk hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış; “Ah ! burada bir kulübem olsaydı keşke”. “Ya paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya“ demişler. “Buradaki ağaçlara ne olacak peki”. “Paşam buradakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur, “Bir tek şartla kabul ederim” der. “Burada yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle sökeceğim, kendi ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe yapımına izin vereceğim”.
Cumhurbaşkanı Atatürk makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orda yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır ama söğüt ağacını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü’ndeki küçük Atatürk kulübesinin yapılmasına izin verir. Tahsin Coşkan o zamanın genç bir ziraat mühendisi. “Gel Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum” diyor. Giderler, gösterdiği yere bakar Tahsin Bey. Bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir arazidir. “Ya paşam hayrola” der. Atatürk, “Buraya bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum” der. “Ya paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de burayı tercih ettiniz?” der.
Atatürk’ün cevabı Atatürk’çedir. Der ki ”Ben en zor olanı yapayımda siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız.” Bu arada Tahsin Coşkan “Paşam burada hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın” der. Ama dinleyen kim. Der ki “Tahsin buraya ziraatçileri getir ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili”. Biraz sonra Tahsin Coşkan çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde “Burada hiçbir şey yetişmez“ yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal’in önüne koyar. ATATÜRK biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kaleme alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar “BURASI VATAN TOPRAĞIDIR, KADERİNE TERK EDEMEYİZ”. Etmez de.
… Nebizade diye bir arkadaşı var, Nebizade’nin kafa çok karışık. “Yahu paşam senden başka bir tek kişi burada (AOÇ) bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki sen nasıl anladın burada orman olacağını?” der.
“Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin Çoşkan’ın burada bir şey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya’dan kaçtım, buradaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burada ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. “Al dediler”, bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. “Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz” dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana “ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burada ne ekersen biçersin”. Ve hani Tahsin Coşkan’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim” diyecektir. Atatürk, Tahsin Coşkan’ı da buraya müdür tayin eder.
1 thought on “Atatürk, Ormanlarımız ve Orman Kanunu”