İlginç olan şu; dünyada hiç kimse için yemek yediği sofra haber hatta ekol olmamıştır. Sadece Atatürk’ün sofrası bu adı almıştır. Çünkü o sofra memleket meselelerinin konuşulduğu, devlet kurulup, devlet yıkıldığı bir sofradır.
Atatürk’ün Sofrası da “okul” gibiydi. Yemek salonunda karatahta ve tebeşir vardı. (Bu tarihi karatahta, şu anda Türk Tarih Kurumu’nun Ankara’daki genel merkez binasında duruyor.) Her servis tabağının yanına birer not defteri konurdu. Misafirler yer, sohbet eder not alırdı. O akşam hangi konular konuşulacaksa, ona göre isim listesi yapılırdı. Tarihçiler sofrası, hukukçular sofrası, sanatçılar sofrası, diplomasi sofrası kurulurdu. Akşam saat sekiz gibi oturulurdu. Sabaha karşı üçe dörde kadar kalkılmazdı. Yemek bahaneydi. Beş altı saat “özgürce” sohbet edilirdi. Demokrasi sofrasıydı. Faruk Nafiz Çamlıbel şiirsel bir dille tasvir etmişti…
“Gazi’nin sofrası, Harbiye mektebinden muvakkat kabrine kadar, bütün mesleki ve siyasi hayatı boyunca sayısız davetlilere, sayısız mevzulara imaret gibi açıktı. Sofrada elbette nefis içkiler ve müstesna yemekler bulunurdu, fakat, biz Gazi’nin sofrasında yer almış bahtiyarların ağzından ‘dün akşam öyle bir suböreği vardı ki, hele hurma tatlısı ağzımızda dağılıyordu’ gibi alelade hatıraları, alelade sözleri işitmiş değiliz. O sofrada, içkilerin nefaseti ve yemeklerin lezzetini mağlup eden bambaşka bir iksirin varlığına şüphe yoktur. Onun sofrasından ayrılanların dilinde, iyi pişmiş bir yemek bakiyesi değil, gönlünde hararetli bir sohbetin devamı yaşardı. O sofraya koşanlar, mideleriyle değil, dimağlarıyla ziyafete iştirak ederlerdi. Vatan müdafaası bu sofrada hazırlandı. Milli hâkimiyet ve onun en bariz şekli olan Cumhuriyet, o sofrada esaslarını kurdu. Tek partili, otoriter ve murakabesiz bir idarenin sakatlıkları yine bu sofranın etrafında münakaşa edildi. Tarihe ve lisana milli bir hüviyet vermek için, âlimlerimiz bu raya davet olunmuştu. Hülasa, ihtilalden inkılaba, ziraatten sanayiye, ilimden sanata kadar, bütün davaların harp meydanı, bu sofra idi. Bu sofrada açıkça konuşulmayan hiçbir mesele yoktu.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise “Atatürk’ün sofrasından hepimizin ruhunda ve dimağında nice derin, tatlı ve ibret verici anılar, yaşama ve insanlığa dair nice değerli dersler kaldı” diyordu. Fransa’da üç defa başbakanlık, üç defa meclis başkanlığı yapan, Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görülen Edouard Herriot, 1933’te Ankara’ya geldikten sonra Fransız basınına şu samimi açıklamayı yapmıştı:
“Çekinmeden söyleyebilirim ki her akşam onun sofrasında oturmak, düşüncelerinden beslenmek için sekreteri olmak isterdim, Mustafa Kemal’in sofrasında yeniden üniversite bitirmiş olurdum.”
Atatürk hayatının sonuna kadar sofrasını bir mektep ve meclis olarak kullandı. Sofrasına sevdikleri de oturdu, sevmediği kişiler de. Bu sofraların en önemli özelliği bizzat Atatürk’ün moderatörlüğünde özgür bir siyasi ortam oluşturmasıydı. Selanik’te görevli olduğu yıllardan itibaren arkadaşlarıyla ve düşük rütbeli subaylarla sofra etrafında bir araya gelmeyi alışkanlık haline getirmişti. Bu sofralarda sözünü sakınmadan söylüyor, eleştirilerini peşi sıra muhatabına aktarıyordu.
Sofralarda çeşitli eğlence ve güreş gibi etkinlikler de icra ediliyordu; fakat sofranın asıl işlevi Ankara siyasetinin şekilleniyor olmasıydı. Atatürk’ün sofrasında hükümetler devrilip kurulmuş, muhalefet partileri açılmış ya da kapattırılmış, önemli devlet adamları çeşitli dedikodularla bu sofrada gözden düşmüş veya büyük inkılapların fitili bu sofrada atılmıştı.
Atatürk’ün sofrası; politika, eğitim, ekonomi ve kültür gibi birçok gündem ile sabahlara kadar sürüyordu. Sofranın daimi konuklarından gazeteci Falih Rıfkı Atay, sofra atmosferini şöyle tanımlıyordu:
“Masa bir cennet sofrasına dönüyor, lamba bir güneşi andırıyor, oda bir saray parçası havası içine giriyor, ‘Gelecek’, o zamanki Ankara’da bir serap gibi bile görünmeyen ‘Gelecek’ gözlerimizde canlanıyor, bir eski masaldaki peri kızı gibi atlı akıncıların, hemen hemen nal seslerini duyar gibi oluyorduk. Bütün gün içimizde yavaş yavaş, birer birer bütün ölmüş olanlar diriliyordu. Bir inanmışın iradesi nasıl mucizeler yaratıcısıdır, onu biz en çok tozunda boğulduğumuz, çamuruna saplandığımız, kaldırımsız, ışıksız, yuvasız, bahçesiz, bomboş Ankara’nın o günlerinde ve gecelerinde görmüşüzdür.”
Atatürk’ün sofrasına katılacaklara, gün içerisinde telefon edilerek akşam yemeğe gelmeleri istenirdi. Özel durumlar dışında sofranın sürekli misafirleri Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın ve Yunus Nadi gibi Atatürk’ün itimat ettiği gazetecilerdi. İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak gibi isimler davet edilmeksizin işleri bitince icabet edebilirdi; fakat Fevzi Paşa içki içmediği için o geldiğinde alkol servis edilmez ve sofra meclisi gece yarısından önce bitirilirdi.