“Mustafa da bir zamanlar bebekti. Annesi ve babası Mustafa adını koymuştu. Bu sarı saçlı mavi gözlü çocuk Mustafa olarak kalmayacak, büyüdükçe bambaşka bir kimliğe bürünecek, yıllar geçtikçe başka ünvanlarla anılacaktı. İlk ad alma olayı Selanik Askeri Rüştiye’sinde gerçekleşti. Yani askeri ortaokulda. Matematik öğretmeni O’na ‘Kemale ermiş’ anlamında Kemal adını verdi. Kemal olgun demekti. Yetkin, erdemli, faziletli gibi anlamları vardı. Kurtuluş savaşı ise onu önce Gazi, sonra Mareşal yaptı. Artık o Gazi Paşa’ydı. Meclis kuruldu, Cumhuriyet ilan edildi, devrimler yapıldı, yeni bir ülke küllerden inşa edilirken 1934 yılına kadar o hep Mustafa Kemal Paşa olarak kaldı. Asıl adınıysa soyadı kanunuyla birlikte aldı ve ‘Atatürk’ oldu. Mustafa Atatürk olabilmek için 53 yıl beklemişti. Bu süre kahramanlıklarla doluydu. O’nun öz evladı olmamıştı ama koca bir millete “Ata” olmuştu. Herkese çocuk diye seslenirdi. Çünkü O Falih Rıfkı Atay’ın ifadesiyle ‘babamız Atatürk’ olmayı kendisi seçmişti. Sadece manevi evlatları değil, tüm yurdun Türk çocukları onun manevi evlatları olmuştu.”
NOT: O tüm çocukları çokça sever ve hepsine sevgi gösterirdi. Bu yüzden Türk milletinin tüm evlatları O’nun manevi evladıdır. Lakin bizzat bakımını üstlendiği, himayesine aldığı, masraflarını karşıladığı, daha yakın sevgi ve şefkatle yaklaştığı evlatları için ortak kabul olmasa da; İhsan, Ömer, Afife, Abdurrahim, Zehra’yı (Zühre) Cumhuriyet öncesi; Sabiha, Afet, Rukiye, Nebile, Ülkü ve Sığırtmaç Mustafa’yı Cumhuriyet’ten sonra manevi evlatları olarak kabul etmişti.
Umudun her şey, umutsuzluğun ise hiçbir şey olduğunu, başarılarla büyüklenmenin yanlışlığına da vurgu yaparak şu kısa sözleriyle anlatmaktaydı; “Başarılarda gururu yenmek, felaketlerde ümitsizliğe karşı koymak gereklidir.” 1930
Tarih 28 Ekim 1923. Mustafa Kemal’in, Çankaya köşkünde arkadaşlarına “yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” dediği dakikalarda, 10 bin kilometre ötede New York şehri yakınlarındaki Elmira şehrinde bir evde, 10 yaşında bir çocuk, Atatürk’e mektup yazıyordu. Mektup şöyleydi;
“Gazi Mustafa Kemal Paşa, Angora (Ankara), Türkiye…
Sayın efendim, ben 10 yaşında Amerikalı bir çocuğum, Türkiye ve yeni hükümetine büyük ilgi duyuyorum. Siz ve bayan Kemal hakkında bir röportaj okudum. Türkiye hakkında bir defterim var. Şimdiden siz ve bayan Kemal hakkında birçok yazı ve resim topladım. Lütfen bir Amerikalı çocuğa küçük bir not ve imzalı fotoğrafınızı gönderin. Bir gün Türkiye’yi görebileceğimi umut ediyorum, saygılarımla.” Curtis Lafrance
28 Ekim 1923 tarihli bu mektup, 27 Kasım’da Ankara’ya ulaştı. Mustafa Kemal okudu, çalışma odasına gitti, oturdu, cevap yazdı. Yazdığı mektup şöyleydi;
“Türkiye Cumhuriyeti Riyaseti, hususi, Ankara
Mister Curtis LaFrans’a,
Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alaka ve iyi dileklerinize teşekkür ederim. Arzunuz veçhiyle bir adet fotoğrafımı ilişikte gönderiyorum. Amerika’nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegane tavsiyem, Türkler hakkında her işittiklerine hakikat nazarıyla bakmayıp, kanaatlerini mutlaka ilm ve hakkıyla anlayıp, araştırmaya dayandırmaya bilhassa önem vermeleridir. Hayatta nail-i muvaffakiyet ve saadet olmanızı temenni eylerim.” Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal
Curtis, Fransız aristokrat Lafayette’in soyundan geliyordu. Fransız devriminin güçlü karakterlerinden biri olan Lafayette, Amerikan bağımsızlık savaşı patlak verince Philadelphia’ya gitmiş, İngilizlere karşı Amerikalıların safında yer almış, general olmuş, George Washington’la beraber İngilizleri yenmiş, “iki dünyanın kahramanı” ilan edilmişti.
İşte böyle bir adamın soyundan gelen Curtis, özgürlük, bağımsızlık hikayeleriyle büyümüştü. O küçücük yaşına rağmen “bağımsızlık” kavramının, dünyadaki en saygın yaşam biçimlerinden biri olduğunu biliyordu. Amerikan gazetelerinde Türk Kurtuluş Savaşı’yla alakalı haberleri, The Saturday Evening Post dergisinde yayınlanan Mustafa Kemal röportajını okumuş, okudukça hayran olmuş, yeni kurulan şehir “Angora”yı çok merak etmiş, ulaşır mı ulaşmaz mı, ciddiye alınır mıyım alınmaz mıyım diye düşünmeden, 28 Ekim 1923 akşamı yukardaki mektubunu yazmıştı. Okuduğu makalelerdeki yanlış fikirlerden doğan endişelerini de mektubunda kaleme almıştı. Mustafa Kemal bu mektubu 10 bin kilometre uzaktaki bu çocuğun samimi duygularına, samimi bir cevap vermişti.
Curtis büyüdü, Yale Üniversitesi’nde okudu, makine mühendisi oldu, Columbia Üniversitesi’nde işletme yüksek lisansı yaptı, Çek cumhuriyetine gitti, Prag’da Charles Üniversitesi’nde Slav dilleri üzerine eğitim alırken, ikinci dünya savaşı çıktı, ülkesine döndü, aile şirketinin başına geçti, fabrika kurdu, itfaiye kamyonları üretti, Avrupa’dan Afrika’ya onlarca ülkeye ihracat yaptı, çok zengin bir işadamı oldu, Newport Sanat Müzesi’nin, Tarih Kurumu’nun, Newport Müzik Festivali’nin, Redwood Kütüphanesi’nin en büyük sponsoru oldu, “yılın hayırseveri ödülü”nü aldı.
85 yaşındayken, ABD’de yaşayan Saliha Sulander isimli Türk vatandaşıyla tesadüfen tanıştı, sohbet sohbeti açınca, Mustafa Kemal’in kendisine yazdığı mektuptan bahsetti. Saliha hanım kulaklarına inanamıyordu, acaba ben mi bilmiyorum diye araştırdı, hayır, mektuplaşmadan kimsenin haberi yoktu. Aslına bakarsanız, Amerikan Life dergisi 1959’da bu mektupları yayınlamıştı ama Türk basınının haberi olmamıştı. Saliha Sulander derhal Türk büyükelçiliğine gitti, bu mucizevi tesadüfü anlattı. Elçilik görevlilerimiz Curtis’e ulaştı, mektup incelendi, netleştirildi, Ankara haberdar edildi.
Sene 1998… Bülent Ecevit’in talimatıyla, kültür bakanımız İstemihan Talay tarafından Türkiye’ye davet edildi. Curtis, kızıyla birlikte Ankara’ya geldi. “Polatlı diye bir yer olduğunu biliyorum, resmi davetlerden önce Polatlı’ya gitmek istiyorum” dedi. Meğer, Curtis henüz iş hayatına yeni başladığı dönemde Polatlı Belediyesi’ne itfaiye aracı satmıştı. 40 sene önce sattığı itfaiye aracı hâlâ kullanılıyordu.
1960’tan itibaren Türkiye’ye defalarca gelmişti, Ankara’yı İstanbul’u İzmir’i gezmişti, tekneyle Ege ve Akdeniz kıyılarımızı dolaşmıştı. Anıtkabir’i ziyaret etmiş, kendisine ömrü boyunca ilham veren Atatürk’ün kabri başında saygı duruşunda bulunmuştu. Bu defa, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi davetlisi olarak Ankara’daydı.
“Hayatımın en duygulu anını yaşıyorum” dedi. Mustafa Kemal’in kendisine gönderdiği mektubu, Anıtkabir müzesinde sergilenmek üzere Türkiye’ye armağan etti. Anıtkabir’deki törende kısa bir konuşma yaptı.
“1938’te Atatürk’ün öldüğünü duyduğumda 25 yaşında bir delikanlıydım. Niye ağladığımı kimse anlamamıştı” dedi.
2012’de… 99 yaşındayken gözlerini yumdu. Curtis’in uykusunda vefat ettiği gece, 10 Kasım’dı!
…
Fethiye Köngül anılarında şöyle anlatmaktaydı; İzmir Hâkimiyeti Milliye Okulunda öğretmendim. Okulumuz bir çocuk balosu hazırlamıştı. Çok mutlu bir rastlantı ile o gün ATATÜRK de İzmir’de bulunmaktaydı. Onu da davet ettik.
“Acaba gelecek mi?” diye hepimiz heyecan içindeydik. Sonunda “Geliyor.” denildi.
Koştuk, karşıladık. Gülümseyen bir yüzle ellerimizi sıktı. Yanında yaverler, paşalar vardı. Koca salon heyecandan karmakarışık olmuştu. Büyük küçük herkes onu yakından görmek, sesini duymak için çırpınıyordu. Zorlukla ortalığa bir düzen verdik. Öğrencilerden Ali ortaya geldi. Çocuk heyecandan bocalıyor, bir şeyler bulup söyleyemiyordu. Derken küçük Ali coştu. Kendinden geçti. Kollarını ona doğru uzatarak içten gelen bir sesle:
-Senin ismini andıkça, senin resmine baktıkça, seni karşımda görünce damarlarımda bir şeylerin kaynadığını duyuyorum. Ah! Seni doya doya öpmek istiyorum, diye haykırdı.
O zaman o da kollarını açarak:
-Öyleyse gel öp! dedi.
Ali koştu, boynuna atıldı. Öteki çocuklar dururlar mı?
-Biz de, biz de!… diye bağrışarak koştular. Kucağına atıldılar. Öptüler, öptüler. Heyecandan, sevinçten ağlıyorduk. Yaverler, paşalar ve hatta kendisi bile…
Evet, yaptığı harplerin heyecanı, kazandığı zaferlerin sevinci belki onu ağlatmamıştır. Fakat bu bir avuç Türk yavrusunun içten gelen coşkunluğu onu sarsmış, heyecandan gözlerini bulandırmıştı. Gözlerine dolan yaşları tutmak için dudaklarını ısırdı. Sonra heyecandan titreyen bir sesle yanındakilere hiç unutamayacağım şu sözleri söyledi:
–İşte benim neslim bunlar!
…
Atatürk, sadece bu toprakları düşman işgalinden, bu milleti geri kalmışlıktan kurtarmadı, onlar aynı zamanda çocuklarımızı da kimsesizlikten, açlıktan, yoksulluktan, sefaletten, acizlikten, hastalık ve cehaletten kurtarmak istedi.
Çocuk sevgisi tartışmasız olan Atatürk’ün hayat kaynağı şeklinde tarif ettiği çocuklar için yaptıkları bu kitabın sayfalarını aşan bir azamettedir. Çünkü o sevgisini umutla harmanlamaktaydı ve geleceği onlara daha güzel teslim etme hevesi içerisindeydi. Eğitim ve yenilik alanındaki çırpınışlarının en büyük hedefi de bu çocuklara tam bağımsız ve çağdaş yarınlar teslim edebilmekti. Şöyle diyordu; “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, ikbal nurusunuz. Yurdu asıl nura gark edecek sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim ve kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz.” (1922, Bursa)
Ülkü’yü yanından ayırmamasını da şöyle açıklamaktaydı; “Çocuk sevgisi insan için bir ihtiyaçtır. Hele yaş ilerledikçe bu ihtiyaç kendisini daha kuvvetle hissettiriyor. Onun için de Ülkü’yü yanımdan ayırmak istemiyorum.” 1936
Onlardaki saflığa ve masumiyete aşıktı; “Çocukluk ne güzel… Çocuklar ne sevimli, ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misiniz? Riyakârlık bilmemeleri, bütün istek ve duygularını, içlerinden geldiği gibi, açıklamaları…”
“Türk çocuklarının yüksek kabiliyetine inancım tamdır” 1933 diyen Atatürk sözlerine şöyle açıklık getirmekteydi;
“Türk çocuklarında kabiliyet her milletinkinden üstündür. Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”
Atatürk tarafından şöyle yazdırılmıştı; “Türk çocuklarının nasibi, her muvaffakiyetli hamleden hep sevinç veren neticeler almaktır. Türk çocukları! Yürüdünüz, yürüyorsunuz, yürüyünüz! Yaptığınız hamleler sizi yüksek ülküye ulaştırmak üzeredir. Durmayın, yürüyün! Saadet, refah, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni bekliyor. Türk çocukları! Son sözümün son kelimesine dikkat!… Gurur, azamet, sende zaten vardır; bunu gösterme! Onu, kendi yüksek enerjinin harimine sakla! Gerekirse, büyük tevazuunu göster. Fakat gene gerektikçe, göster ezici yumruğunu! İşte, bu vasıflarınla ispat edebilirsin ne olduğunu! Benim bugünkü ve yarınki Türk çocukluğundan beklediğim haslet, bu suretle belirmelidir.” 1936
Çocukların yarınlara hazırlanmasında serbest düşünme ve ifade etme melekesine sahip olması gerektiğini de şöyle ifade etmekteydi;
“… çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye teşvik etmelidir; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve riyakâr olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıdır. Bence bunlar, çocuk eğitiminde, ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu suretledir ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar.”
“Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyen Atatürk;
“Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan görüş bizim de içimize girmiştir. Dört yüz çadırlık bedevî bir kabileden bir imparatorluk ve millet tarihini başlatmak suretiyle imparatorluk zamanında Türklerin görüşü de bu merkezdeydi. Evvelâ millete, tarihini, asil bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz” 1930 sözleriyle de çocuklarımıza verilecek milli eğitimde evvela gerçek tarihi öğretmemiz gerektiğine işaret etmekteydi.
Türk Ulusunun geleceğini emin ellere teslim etmiş olmanın gururuyla da şöyle diyordu;
“Türk milletinin istikbali, bugünkü evlâtlarının görüş isabeti, yorulmak itiyadında olmayan çalışma azmiyle büyük ve parlak olacaktır.” 1927
Ulu Önder çocukların nasıl eğitilmesi gerektiğine dair şunu eklemeyi de ihmal etmiyordu;
“Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1- Milliyetine, 2- Türkiye Devleti’ne, 3- Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanlarla mücadele lüzumu. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. Mücadele, mücadele lâzımdır.” 1922