Bugün çocuklarımız kayboluyor, merdiven altı tarikatlara mecbur ediliyor, iş hayatına çıraklık adıyla erken yaşta mecbur bırakılıyor. Onlara eğitimde eşit ve adil fırsatlar sunamıyor, güvenli gelecek hayal etmelerine imkan tanımıyoruz. Andımızı söylemekten, milli marşı dinletmekten, milli bayramları kutlamaktan bile mahrum bıraktık. Durum buyken ülkenin bugüne de yarına da sağlam yatırım yapması zaten olası değildir. Çocuklarımız geleceğimizdir prensibiyle onları iyi yetiştirmek milli menfaat gereğidir, aile terbiyesi gereğidir, insanlık gereğidir, Türk töresi adetidir. Buna rağmen bugün sokaklarda dövülen, kaçırılan, şiddete maruz kalan çocuk sayısı azımsanamayacak kadar çoktur, bebek gelinler, okuldan mahrum bırakılan kız çocukları yüzümüzün karasıdır.
Oysa…
Atatürk, çocukların aile içinde “özgür birey” olmasını istiyordu.
“Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık var. Çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar söze karışınca ‘sen büyüklerin konuşmasına karışma’ derler, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket! Çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir. Böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur. Çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıyız. Bence bunlar, çocuk eğitiminde ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar” diyordu.
“Bu millet, esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki, her devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha yüksek nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir.” (Enver Behnan Şapolyo, K. Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 529) diyen Atatürk’e göre toplumun ve gelişmenin temeli aile hayatıydı;
“Medeniyetin esası, ilerlemesi ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayattaki fenalık mutlaka toplumsal, ekonomik ve politik beceriksizliği doğurur.” (1924, Dumlupınar)
Atatürk’ün çocuk sevgisi ile ilgili bir anısı şöyleydi; Bir okula gitmişti. Her zaman olduğu gibi bütün çocuklar etrafını sardı. Hepsi sevinç içinde onu alkışlıyordu. Yalnız küçük bir çocuk bir kenara çekilmiş, ilgisiz gibi duruyordu. Bu durum Atatürk’ün gözünden kaçmadı. Onu yanına çağırdı:
– Çocuğum, neden durgunsun? Bir derdin mi var? Hasta mısın?
Çocuk:
– Bir şeyim yok efendim.
Çocuk arkasını döndü, gözlerinden akan yaşları gizlice sildi. Atatürk:
– Niçin ağlıyorsun yavrum? Sen ağlayınca ben çok üzülüyorum.
Küçük çocuk, o vakit yaşlı gözlerini Atatürk’e çevirdi:
– Atam, seni böyle yakından görmek isterdik. Geldin, gördük, sevindik. Ama artık sıramızı savdık. Bir daha seni ne zaman göreceğiz? Ona ağlıyorum. Atatürk oradaki çocuklara baktı:
– Beni ne zaman görmek isterseniz aynaya bakın. Siz Türk çocukları benim birer parçamsınız. Bende sizin.
Cumhuriyeti kuranlar, sadece bu toprakları düşman işgalinden, bu milleti geri kalmışlıktan kurtarmadılar, onlar aynı zamanda çocuklarımızı da kimsesizlikten, açlıktan, yoksulluktan, sefaletten, acizlikten, hastalık ve cehaletten kurtarmak istediler. Atatürk, I. Dünya Savaşı sırasında Muş ve Bitlis’te Ruslara karşı çarpışırken, 9 Kasım 1916 tarihli hatıra defterine şu satırları yazdı: “Yollarda birçok muhacir gördük. Bitlis’e dönüyorlar. Cümlesi aç sefil, ölüme mahkûm bir halde 4-5 yaşlarında bir çocuğu ebeveyni yol üzerinde terk etmiş, bu da bir karı kocanın peşine takılmış, onları ağlayarak 100 metreden takip ediyor. Kendilerini, çocuğu almadıkları için azarladım. ‘Bizim evladımız değildir’ dediler.” (Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, s. 66)
I. Dünya Savaşı sadece cephedeki erkekleri değil, cephe gerisindeki kadınları ve özellikle çocukları perişan etti. Savaşta aileler parçalandı. Çocuklar yetim ve öksüz kaldı. Sokaklar hastalıktan, açlıktan ve bakımsızlıktan ölüme terk edilmiş perişan haldeki çocuklarla doldu. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’da sadece Doğu Anadolu’da 16 binden fazla kimsesiz çocuk vardı. Çocukların savaş çilesi Milli Mücadele yıllarında da sürdü. Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin raporuna göre, “ayakları çıplak küçük çocuklar yollar içinde yanmış buğday taneleri topluyorlardı…” (Hilal-i Ahmer Cemiyeti İcraat Raporu,1336-1337, s. 37, 38)
Milli Mücadele sonrasında Türkiye’de 14 binden fazla evlad-ı şüheda (şehit çocuğu) vardı. Atatürk ve silah arkadaşları daha Milli Mücadele yıllarında kimsesiz, evsiz, barksız, sağlıksız, eğitimsiz çocuklarla ilgilenmeye başladılar. Örneğin, Atatürk çok sayıda manevi evlat edindi. Doğu’da Karabekir Paşa, öksüz ve yetim çocukları ordu bünyesinde himaye etti. Onları doyurdu, giydirdi, okullar açıp eğitti. Fevzi Paşa da Batı Anadolu’da perişan, kimsesiz çocukların korunmasını sağladı. 1920’lerde Türkiye’de yaklaşık 4 milyon çocuk vardı. Bunların büyük bir bölümü korunmaya muhtaçtı. Aynı yıllarda bebek ölüm oranı Avrupa’da % 10 ile % 25 civarındayken aynı dönemde Türkiye’de bebek ölüm oranı % 85 civarındaydı.
1920’de Sıhhiye ve İçtimai Muavenet Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) kuruldu. Şehit çocuklarının barındığı Darüleytamlar buraya bağlandı. 1921’de Ankara’da şehit çocukları başta olmak üzere kimsesiz çocukları korumak için Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kuruldu. 1921’de çocukların maden ocaklarında çalışması yasaklandı. 1925’te Sıhhiye Vekâleti’nin “çocuk doğum ve bakım evleri” açmasına karar verildi. 1930’a kadar Ankara, Konya, Balıkesir, Adana, Çorum, Malatya, Erzurum ve Kars’ta Doğum ve Çocuk Bakımevi açıldı. Bu evlerde 7 yıl içinde 7.025 kadın yatırıldı, 41.483 kadın ayakta tedavi edildi. 1000’e yakın çocuk yatırıldı, 88.200 çocuk tedavi gördü.
1925’te engelli çocuklar için İzmir’de 100 yataklı bir okul açıldı. 1926’daki Medeni Kanun’la çocuğun korunmasında devlet güvencesi sağlandı. 1927’de Çocukları Zararlı Yayınlardan Koruma Kanunu çıkarıldı. 1929’da Ankara’da Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü kuruldu. Burada 1931’den itibaren aşı üretilmeye başlandı ve 1932’de aşı ve serum ithalinden vazgeçildi. Üstelik komşu ülkelerin aşı ve serum ihtiyacı da Türkiye’den karşılanmaya başlandı. Türkiye bugün aşı ithal ediyor.
1930’da çıkarılan Belediyeler Kanunu’yla belediyelere kimsesiz çocuklara ve fakir ailelerin ikiz çocuklarına para, doktor, ilaç, yeme, içme, giyinme, barınma, eğitim konularında ücretsiz yardım etme; çocuk bahçeleri, oyun ve spor alanları yapma, yetimhaneler, doğum ve emzirme evleri kurup işletme görevi verildi.
1930 Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda süt çocuğu muayene ve tedavi evi, doğum evi kurulması, ebe istihdam edilmesi ve anne-çocuk sağlığının korunması konusunda ayrıntılı hükümler yer aldı. Örneğin doğumlar ücretsiz yaptırılacak, annelere doğumdan önce ve sonra üç hafta izin verilecekti. 20 binden fazla nüfusu olan şehir belediyeleri birer Süt Çocuğu Muayene Evi açacaktı.
1935 CHP programında “Çocuk Bakımı” başlığı altında 56 ve 57. maddelerde doğum evlerinin arttırılacağı, parasız doğum yardımı sağlanacağı, annelere çocuk bakımı öğretileceği, ebe ve bakıcı sayılarının arttırılacağı, şehirlerdeki süt damlaları, süt çocukları için bakım ve danışma evleri, kreşler ve öksüz yurtlarının çoğaltılacağı, işçi anneleri ve çocukları ile kimsesiz çocukların korunacağı belirtiliyordu. CHP’nin “Gürbüz Çocuk” projesi kapsamında birçok yerde süt çocukları, muayene ve tedavi evleri, süt damlaları, ana kucakları ve yoksul annelere yardım için anneler birliği kuruldu.
1930’larda Şişli Etfal Hastanesi çocuk ünitesi güçlendirildi. Ankara Numune Hastanesi’nde, İstanbul Tıp Fakültesi’nde çocuk bölümleri kuruldu. 1930’larda Halkevleri, anne ve çocuk sağlığı hakkında halka bilgi verdi. 1937, 1938’de Balıkesir ve Konya’da ebe okulları açıldı. 1940’larda Köy Enstitüleri’nde sadece yoksul köy çocukları okutulmakla kalmadı, bu okullarda ayrıca köy ebesi ve sağlık memuru yetiştirildi. Bu ebeler ve sağlık memurları anne-çocuk sağlığı konusunda köylüye yardım ettiler.
Çocukların sağlık dışındaki en önemli sorunu eğitimdi. 1920’lerde Türkiye’de toplam okur-yazar oranı yüzde 10’un altındaydı. Atatürk 1921’de Ankara’da bir maarif kongresi yapıp eğitim ilkelerini belirledi. 1924’te Eğitim Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu’yla çağdaş, laik ve ulusal eğitime geçildi. 1924 Anayasası’nın 87. maddesine göre ilköğretim erkek-kız tüm çocuklar için zorunlu ve devlet okullarında ücretsiz olacaktı.
1923’te Türkiye’de 4.894 ilkokul vardı. Bu ilkokullarda 341.941 ilkokul öğrencisi okuyordu. Bu öğrencilerin 273.107’si erkek, 62.954’ü kızdı. İlkokula gitmesi gereken çocukların yüzde 64’ü ilkokula gidemiyordu. İlkokul sayısı 1938’de 10.596’ya çıkarıldı ve yüzde 217 oranında bir artış sağlandı. 1923-1938 arasında ilkokulda okuyan öğrenci sayısı 341 binden 950 bine yükseldi. Ortaokullarda okuyan öğrenci sayısı 5.905’ten 95 bine, liselerde okuyan öğrenci sayısı 1241’den 25 bine çıktı. Artışlar olağanüstüydü.
1926’dan itibaren parasız, 1927’den itibaren karma eğitime geçildi. Köy çocuklarının eğitim öğretimi için köy okulları açıldı. Kız çocuklarının özel eğitimleri için 1930’larda kız enstitüleri kuruldu. 1940’larda kurulan Köy Enstitüleri’nde kızlı-erkekli işe dayalı bir eğitim öğretim programı uygulandı. 1925’ten itibaren üstün yetenekli çocuklar yurtdışına gönderilmeye başlandı. Tüm okullarda sanata, kültüre çok önem verildiği gibi çocuklar için sanat okulları da kuruldu. 1935’te Muhsin Ertuğrul, İstanbul Şehir Tiyatroları bünyesinde ilk çocuk tiyatrosunu kurdu. Bir de Çocuk Tiyatrosu dergisi çıkarıldı. 1925’te Türk Ocağı bünyesinde ilk çocuk kütüphanesi açıldı.
Çocukların beden gelişimine büyük önem verildi. 1930’larda Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü açıldı. Okullara beden eğitimi dersleri konuldu. Yerel yönetimlerden şehirlerde ve köylerde spor tesisleri yapması istendi. Spor dergileri çıkarıldı. 1930’larda kurulan fabrikalarda kadın işçilerin çocuklarını bırakabilecekleri kreşler, yuvalar ve ilkokullar açıldı. Milli Mücadele’nin en zor günlerinde, 30 Haziran 1921’de Ankara’da, Hâkimiyet-i Milliye Matbaası’nın küçük bir odasında Himaye-i Etfal Cemiyeti kuruldu. Kurucularının büyük çoğunluğu Fevzi Paşa, Dr. Adnan Bey, Dr. Fuat Bey, İbrahim Süreyya Bey, Mustafa Necati Bey, Yunus Nadi Bey gibi Atatürk’ün yanındaki yakınındaki milletvekilleriydi. Cemiyetin kuruluş amacı, önce şehit çocuklarının, sonra kimsesiz ve muhtaç çocukların, sonra da tüm ülke çocuklarının korunmasıydı.
Atatürk, kuruluşundan bir ay kadar sonra, 11 Temmuz 1921’de Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni kendi himayesine aldı. Her fırsatta cemiyetin öneminden söz edip halkı cemiyete yardıma çağırdı. Atatürk ve İsmet İnönü başta olmak üzere bakanlar ve milletvekilleri cemiyetin kongrelerine ve balolarına katıldılar, cemiyete para yardımında bulundular. Hükümet, cemiyete pek çok kolaylıklar sağladı. Atatürk’ün isteğiyle 1935’te cemiyetin adı Çocuk Esirgeme Kurumu olarak değiştirildi. Kurum, 1937’de Bakanlar Kurulu kararıyla “kamu yararına çalışan dernek” statüsü kazandı. 1934’te Soyadı Kanunu çıktığında Atatürk, cemiyetin başkanı Dr. Fuat Bey’e, eski Türklerde “çocukların koruyucusu” anlamına gelen “Umay” soyadını verdi.
Atatürk, 1928’de “Cenevre Çocuk Hakları Beyannamesi”ni imzaladı. 1923’te yayımlanan bu beyanname çocuk haklarıyla ilgili ilk evrensel beyannameydi. Ancak bu beyannameden 2 yıl önce, 1921’de yayımlanan Himaye-i Etfal Cemiyeti Nizamnamesi, çocukları koruma konusunda çok daha ayrıntılı ve ileri bir metindi.
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun 1921-1935 arasında yurtiçinde 574, yurtdışında 38 olmak üzere toplam 612 şubeye ulaştığı görülüyor. Ahlat’tan Cizre’ye, Lice’den Siirt’e, Gaziantep’ten Adıyaman’a yurda yayılan kurum, yurtdışında da ABD’den Almanya’ya, Avusturya’dan Mısır’a kadar uzanmıştı. (Sarıkaya, s. 69-77) Çocuk Esirgeme Kurumu 20 yılda toplam 3.469.990 çocuğa yardım götürdü. 2.334.168 çocuğa süt ve sıcak yemek verdi. 1.135.822 çocuğu giydirdi, muayene ve tedavi etti ve okuttu.
1946 yılı verilerine göre kurumun 447 kuruluşu, 194 bina ve arazisi vardı. Bunların dağılımı şöyleydi: 45 Çocuk Yuvası ve Şefkat Yuvası, 25 Gündüz Bakımevi (Kreş), 9 Çocuk Yurdu, 21 Süt Damlası, 61 Muayenehane, 5 Diş Muayenehanesi, 3 Doğumevi, 9 Pansiyon, 38 Aşhane, 112 Talebe Sofrası, 71 Çocuk Bahçesi, 10 Sıhhi Banyo, 13 Sinema, 11 Okuma Odası, 5 Çocuk Kütüphanesi, 2 Çocuk Bakıcılık Müzesi, 1 Çocuk Bakıcılık Okulu, 2 Ana Mektebi, 4 Yüzme ve Kum Havuzu… Ayrıca kurumun Ziyaretçi Hemşire Teşkilatı, Emzirme Sığınakları, Emzirme Odaları ve Ana Kucakları vardı. Kurum anne ve çocuk sağlığı konusunda çok sayıda yayın yaptı.1939’a kadar kitap, dergi, afiş, broşür toplam 3 milyondan fazla yayın yapmıştı.
23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarını başlatıp gelenekselleştiren de Himaye-i Etfal Cemiyeti’ydi. Cemiyet, Atatürk’ün desteğiyle 23 Nisanları, 1925’ten itibaren “çocuk günü”, 1929’dan itibaren “çocuk haftası” olarak kutladı. Atatürk, 23 Nisan kutlamalarıyla yakından ilgileniyordu. Örneğin, 1927 kutlamalarında bir otomobilini çocuklara vermiş, cumhurbaşkanlığı bandosunu Çocuk Sarayı’nda çocukların hizmetine sunmuş, o akşam düzenlenen çocuk balosuna katılmış, Gazi Orman Çiftliği’nde çocuklar için ziyafet vermişti.