Cumhuriyet’in hukuk alanında kat ettiği gelişmeleri sadece yasama olarak düşünmemek gerekir. Çünkü yapılan şey yasa çıkarmaktan çok öte, bir köhne anlayış ve statüyü, çağdaş hale getirmek, fikirlerdeki bağnazlığı medeniyete yönlendirmek, adalet ve eşitliği kurumsallaştırmak, fikirlerde millet ve devlet arası köprüleri kurarak kişilere insan haklarına sadık bir gelecek sunmaktı. Yani bugün getirildiğimiz adaletsiz ama kişi ve sınıf ayrımcılığına dayanan ve evrensellikle bağ kurmuş yanlış hukuksal durumun giderilmesi ana gayeydi. Bu sebeple kanun çıkarmak değil maksat adaleti temindi ve çıkarılan her yasada kamu yararı gözetildi dahası kanunların uygulanması her seviyede kontrol edildi.
Yasaların çıkarılış hedefi ise Cumhuriyet gereklerinin meşru zeminini hazırlamak, ulusa yürüyebileceği yolu peşi sıra yasalarla temin etmekti. Bugün ise başta anayasa ve anayasa mahkemesi kararları olmak üzere, uluslararası mahkemelerin kararları sorgulanmakta, adalete direnç bazıları lehine yükselmekte, kavram ve yetkiler masumiyet karinesi gözetilmeden kullanılmakta, bu da toplumsal güven ve huzuru menfi etkilemektedir.
Oysa…
Atatürk’ün hukuk alanında getirdikleri ilkelerin hayata geçebilmesi ve eşitliğin kalıcı hale gelebilmesi için zorunluydu. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’ndan “devlet olma” niteliğini kaybederek çıktı. Çünkü devleti devlet yapan üç ana öğeden ikisi, yani insan topluluğu ve ülke unsurları parçalanıp bütünlüklerini kaybederlerken, siyasal egemenlik unsuru ise tamamen ortadan kalkmıştı. Büyük Atatürk’ün önderliğinde yapılan Kurtuluş Savaşı ile bir yandan eski yönetime ve bu yönetimin Türk halkı için I. Dünya Savaşı sonrası kabul ettiği düzene başkaldırılmış, bir yandan da galip ülkelere karşı bir bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi gerçekleştirilmiştir.
Atatürk bu büyük ve uzun mücadeleyi yürütürken, Cumhuriyet’in temellerini de atmıştır. İşe ulusal egemenliğe dayanan bir “milli” meclis kurmakla başlamıştır. Samsun’a çıkışının üzerinden bir yıl bile geçmeden TBMM’ni açmış, savaşı da, devrimleri de bu meclis ile gerçekleştirmiştir. Meclis’in açılışı, yeni bir Türk Devleti’nin kurulduğunu göstermesi açısından olduğu kadar, Atatürk’ün “egemenliğin sadece Türk ulusuna ait olduğu” şeklindeki inancını da açıkça ortaya koyması bakımından da önem taşır. Yani Atatürk’ün, yalnız ulus iradesine dayandırdığı meşruiyet anlayışını. Bu noktada Atatürk hukuk devrimini başlatmıştır bile.
Fransız İhtilâli’yle birlikte, yaklaşık 130 yıldır Avrupa ülkelerini, haklarını etkileyen ulusal egemenlik kavramını ilk kez Atatürk Türk milletine tanıtıyor ve tüm varlığıyla sahip çıktığı bu kavramı gerçekleştirme imkânını veriyordu. Artık egemenliği binlerce yıldır olduğu gibi belli bir aileden gelen tek kişi kullanmayacaktı. Ulus, egemenlik gücünün kaynağı olacaktı. Aslında TBMM’nin açılışı, o zamana dek mutlak iktidar olan Padişah ve Halife’nin ilerde bu makam ve güçlerini kaybedeceğinin de göstergesiydi. Mutlak biçimde ulusa ait egemenliğin bölünmesi mümkün olmayacağına göre, bu ilke ile “kutsal ve sorumsuz” padişahlık ve hilâfet kurumlarının bağdaşmayacağı kesindi. Kesin olan bir ikinci nokta da, ulusal egemenlik ilkesine dayalı Meclis’le teokratik devlet ve hukuk sisteminin sürdürülemeyeceğiydi. Bu ilkenin gerçekleştirilebileceği tek devlet sistemi lâik hukukun geçerli olacağı demokratik cumhuriyet modeliydi.
Böylece, TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılması, aynı zamanda ilerde yapılacak olan hukuk devriminin en önemli basamağını da teşkil ediyordu. Nitekim TBMM’nin 20 Ocak 1921’de kabul ettiği ilk anayasanın 1nci maddesinde, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu, halkın kendi adına kullanılmak üzere yasama ve yürütme yetkilerini TBMM’ne verdiği, 3. maddede de “Türkiye Devleti’nin TBMM tarafından idare olunduğu” yazılıydı. Böylece, egemenliğin Osmanlı hanedanından TBMM’ne hukuken de geçtiği ifade edilmişti.
Cumhuriyet döneminde eski hukukun benimsenmesi uygun ve mümkün değildi. Ancak yine de bu yolda bir deneme yapıldı ve mevcut hukuk sisteminin yenilenmesi, modernleştirilmesi için 1923 yılında Adliye Vekâleti tarafından kurulan komisyonlara yürürlükte bulunan kanunların elden geçirilerek tadili görevi verildi. Komisyon çalışmalarının istenen içerik ve hızda olmaması üzerine, yeni ve modern bir hukuk sisteminin yürürlüğe konması fikri ağırlık kazandı. 1924’de yeniden kurulan komisyonların çalışmaları da tatminkâr bulunmadı.
Atatürk ise Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılış töreninde, “Tamamen yeni kanunlar meydana getirerek eski hukuk esaslarını kökünden kaldırmak teşebbüsündeyiz. Teni hukuk esasları ile alfabesinden eğitime başlayacak yeni bir hukuk neslini yetiştirmek için bu müesseseleri açıyoruz” diyerek, yeni hukuk sistemimizin eskiyle bağlantısı olmayacağını açıklıyordu.
Atatürk, “Medenî hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol medeniyet yolu olacaktır. Hukukta işleri oluruna bırakmak ve hurafelere bağlılık, milletlerin uyanmalarını engelleyen en ağır bir kâbustur. Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz” diyerek, hukukun yaşayan bir bilim dalı olduğunu, statik kurallara dayanmaması gerektiğini vurguluyordu. Gerçekten hukuk kuralları zamanla değişen insan ilişki ve ihtiyaçlarını karşılamak görevindedir. Hukukun ortaya çıkması, sürekli gelişim ve değişim içinde olmasının nedeni de zaten budur.
Böylece ülkede kanun hazırlamaktan vazgeçilerek iktibas yoluna gidildi. Kıta Avrupası ülkelerinin medenî kanunları incelendikten sonra en basit dilli, yeni tarihli ve hakime geniş takdir yetkisi veren İsviçre Medenî Kanunu, Borçlar Kanunu ile birlikte tercüme edilerek 1926 yılında yürürlüğe girdi. Böylece Türk ve dünya hukuk tarihinin en büyük resepsiyon hareketlerinden biri gerçekleştiriliyordu.
Yeni Türk Medenî Kanunu ilerici, inkılâpçı, lâik ve halkçı bir ruh taşımaktaydı. Evlenme, boşanma, miras, fiil ve hak ehliyeti, velayet gibi konularda kadın erkek eşitliği, medenî nikâh usulüyle kurulan, modern ve hayatın icaplarına uygun bir aile tipi, yeni bir gayrimenkul anlayışı, mülkiyet hakkının tanzimi, tüzel kişiler, haksız fiilde kusur ve illiyet prensipleri hep Medenî Kanun’un getirdiği yeni ve çok önemli düzenlemelerdir. Böylece, kadın erkek tüm Türk vatandaşları, ileri ve uygar ülke vatandaşları ile aynı haklara kavuştular. Türk Medenî Kanunu kanun karşısında hakime büyük bir takdir serbestisi tanımıştır. Böylece hakime olayın ve ülkemizin koşullarına uygun olarak bir hukuk kuralı yaratma imkânı ve mükellefiyeti de yüklenmiştir.
Medenî Kanun’un yanı sıra, 1926’da İtalyan Ceza Kanunu’ndan iktibas edilen Türk Ceza Kanunu, 1926’da Ticaret Kanunu, 1927’de Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (Neuchatel), 1929’da Ceza Muhakemeleri Kanunu (Almanya), 1929’da Deniz Ticareti Kanunu (Almanya), 1932’de İcra İflas Kanunu (İsviçre) yürürlüğe girdi. Yeni mahkemeler, barolar kuruldu. Böylece, Türkiye’de hukuk devrimi tamamlanmış oluyordu.
Atatürk’ün hukuk devriminin kuşkusuz en önemli yanı ve temeli lâik hukuk kurallarının kabul edilmiş olmasıdır. Türk hukuku artık dinsel nitelik taşımamaktadır. Statik yapılı değildir. Türk toplumu hukuk tarihinde bunu tüm olarak gerçekleştirebilen tek Müslüman toplumdur ve bunu Atatürk’e borçludur. Osmanlı Devleti’nde de kısmen Batı hukukunun benimsenmesine rağmen hukuk çokluğuna düşülmesinin nedeni de lâiklik prensibinin olmayışıdır. Türkiye Cumhuriyeti bu alandaki sonsuz çelişkiden ancak lâiklik ilkesini benimseyerek sıyrılabilmiştir. Çağdaş hukukun temel ilkeleri olan teklik ve genellik ilkeleri, lâiklik ilkesinin sonucudur. Lâiklikle insan hakları ve özgürlük gerçekleşirken, din sömürüsü, dinin çıkarlara âlet edilmesi önlenmiştir. Lâik hukuk, din ve vicdan özgürlüğünün kaynağı olduğu gibi güvencesini de teşkil etmektedir. Lâik hukukla, dünya işlerini bilim ve akılla yürütme yolu açılmıştır.
Lâikliğin bir başka sonucu da bu ilkeyle teokratik devletten, Atatürk’ün 1906’dan beri ideal devlet şekli olarak savunduğu cumhuriyet rejimine geçilmesi ve bu rejimin teminat altına alınmasıdır. Cumhuriyetin en belirgin özellikleri ise tüm vatandaşların ortak iradeleriyle devlet yöneticilerini belirleyebilmeleri ve eşit olmalarıdır. Lâik hukuk sistemiyle Türk vatandaşları siyasal haklarına kavuşabilmiş, demokratik katılım gerçekleşebilmiştir. Hukuk devrimimizle getirilen kurum ve kavramlar da birbirinden önemli ve önceliklidir. Bu kurumlar ve kavramların her biri, diğerinin önkoşulu veya doğal sonucudur. Hepsi de hayatîdir; vazgeçilemez, “olmazsa olmaz” kurallardır ve zorlayıcı nitelikteki hukuk kuralları ile düzenlenerek güvence altına alınmışlardır.
Hukuk devrimimiz sayesindedir ki, ülkede cins, ırk, inanç, sınıf ayırımı yapılmaksızın herkes kanun önünde eşittir. Özellikle kadın erkek eşitliği hukuk devrimimizin en önemli sonuçlarındandır. Nüfus sayımlarında insan ve vatandaş olarak bile sayılmayan Türk kadını, Atatürk’ün hukuk devrimiyle ekonomik özgürlüğüne, hukukî ve siyasal haklarına pek çok Avrupa ülkesindeki kadınlardan önce sahip olmuştur. Eğitim, kültür seviyesinin yükselmesi ve sanayileşme ile Türk kadını kuşkusuz bu haklarını daha bilinçli değerlendirecek, kullanacaktır.
Kapitülasyonları kaldıran Lozan Barış Anlaşması’yla Cumhuriyet siyasal, ekonomik bağımsızlığının yanı sıra yargısal bağımsızlığa da kavuşmuş ve egemen bir devletin en doğal hakkı olan yargı gücü de hukuk devrimi ile teminat altına alınmıştır. Atatürk “milletlerin yargı hakkı bağımsızlıklarının birinci şartıdır. Adalet kuvveti bağımsız olmayan bir milletin devlet olarak varlığı kabul olunamaz” demiştir.
Yargı hakkı bağımsız mahkemelerce, millet adına, kanunlara uygun olarak kullanılmaktadır. Hukuk devriminin bir başka yönü de “Hukuk Devleti”ne geçiştir. Teokratik devletten farklı olarak, hukuk devletinde devlet de vatandaş kadar hukuka saygılı ve hukukla bağlıdır. Devlet yönetiminde keyfilik değil, hukuka uygunluk vardır. İdarenin faaliyetlerinin kanuna uygunluğu denetlenir ve vatandaşların idare karşısındaki hakları korunur. Vatandaşın güvencesi de yeni hukuk düzenimizdir.
Atatürk’ün hukuk devrimi sadece içerik açısından değil, kanunların benimsenme şekli bakımından da çok önemlidir. Türkler, kendilerine özgü hukuk sistemini, İslamiyet’i kabul ettikten sonra bırakarak İslâm hukukunu benimsemişlerdi. Türk hukuk devrimiyle, Türk toplumu Türk hukuk tarihinde ikinci kez tüm olarak eski hukukunu bırakarak yeni bir hukuk sistemini benimsemiştir; Kara Avrupası hukuk sistemini, yani evrensel hukuk’u. Bu, gözü kapalı bir Batı hayranlığı nedeniyle değil, kadınıyla, erkeğiyle Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesinde yaşayabilmesini sağlamak için tarihte benzeri pek az görülmüş bir cesaret ve kararlılıkla yapılmıştır. Hukuk devrimi ile Türk insanı, en ileri ülkelerin vatandaşlarıyla eşit hak, özgürlük ve güvencelere kavuşturulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti bu külli ve bilinçli hukuk benimsemesi ile (resepsiyon) gelişmekte olan pek çok ülkeye de örnek olmuştur.
Atatürk, koyduğu akılcı ilkeler ve yaptığı diğer devrimlerle yüzyıllarca her alanda kendi kaderine terk edilmiş, âdeta kendi vatanında ikinci plâna itilmiş, devletin yapısı gereği milliyetçilik bilincini kazanması mümkün olmamış Türk halkını lâyık olduğu toplumsal, ekonomik ve kültürel seviyeye çıkartabilmek için tüm engelleri yıkmıştır. Buradaki araç ise hukuk devrimidir. Hukuk devrimi diğer devrimlerle tamamlanarak, Türk toplumu çağdaş hukuk düzenine ayak uydurabilecek sosyal ve kültürel düzeye çıkartılmıştır. Hukuk devrimiyle akla, bilimsel esaslara, en ileri teknolojiye uygun bir yaşam ve demokratik, çoğulcu, özgürlükçü bir devlet sistemi kurulabilmiş, Türk halkı çağdaş uygarlık düzeyinde ve en önemlisi, kadınıyla, erkeğiyle eşit haklara sahip olarak insanca yaşama hakkına kavuşmuştur. Bu devrim, insanın insanca yaşayabilmesi ve bilini için gerekli özgür düşüncenin, eşitliğin, hukuk devletinin teminatıdır.
Atatürk’ün hukuk devrimi, diğer devrimlerin olduğu kadar tüm bu sayılan özelliklerin de dayanak ve güvencesini taşıyabilecek bir ağırlık ve sağlamlıktadır. Hukukun gelişimi kuşkusuz sürmektedir. Yeni ihtiyaçlar gözlenmekte mevcut hukuk kuralları bu ihtiyaçlar ve toplumsal gerçekler göz önünde tutularak gerektikçe yeni düzenlemelere konu edilmektedirler. Türk hakimi de yeni yasaları uygularken toplumsal gerçekleri göz önünde tutarak, ama mutlaka soncul amaç olarak Türk toplumunu kendisi için diğer tüm devrimlerle birlikte öngörülen çağdaş toplum düzeninde yaşatmak için çalışmakta, adaleti sağlarken akılcı davranmaktadır.
Yasa koyucu ve uygulayıcılar başta olmak üzere Türk toplumuna büyük görevler düşmektedir. Türk toplumunun her ferdi, hak ve hürriyetlerinin güvencesi olan lâik hukuku yozlaştırmamak, taviz vermemek akla, ihtiyaçlara, gerçeklere en uygun biçimde muhafazasını, uygulanmasını ve gelişimini sağlamak konusunda üzerine düşeni yapmalıdır. Adaleti sağlamanın yanı sıra, çağdaş bilim ve uygarlığı takip edebilmek ancak bu şekilde mümkündür. Bu gerçeği Büyük Atatürk şu sözleriyle dile getirmektedir: “Adliyemizin güvendiğimiz yüksek gücüyledir ki, Cumhuriyet, yazgısı olan olgunlaşmayı izleyebilecek ve her türlü biçim ve kılıktaki saldırılara karşı yurttaşın haklarını ve ülkenin düzenini dokunulmaz tutacaktır.“
3 thoughts on “Atatürk ve Hukuk inkılabı”