Atatürk sürgün tayinlerden sonra Ekim 1917’de İstanbul’a alındı ve sürpriz bir şekilde Veliaht Vahdettin’le Almanya’ya gönderildi. Seyahatten önce ziyaret etmesi istendi. Vaniköy Köşkü’nde tanıştılar. Mustafa Kemal 36 yaşında, Vahdettin 56 yaşındaydı. Osmanlı Hanedanı’yla ilk yakın temasıydı. Sofya, Belgrad, Budapeşte, Viyana güzergahıyla gideceklerdi… Strasburg’dan özel trenle Mannheim, Mainz, Koblenz, Köln ve Düsseldorf’u geçerek, Essen’e gittiler. Alman ve Osmanlı ordusunun ağır silahlarını üreten Krupp fabrikasını gezdiler, dökümhaneyi incelediler. O gün itibariyle fabrikada 75 bin işçi çalışıyordu. 35 bini kadındı. Kadın işçi sayısı Mustafa Kemal’i, fabrikadan daha fazla etkilemişti…
Kadın-erkek eşitliği üzerine görüşlerini de ilk kez Karlsbad günlüğünde kaleme aldı… “Kadın konusunda cesur olalım, vesveseyi bırakalım, açılsınlar, onların dimağları gerçek bilgi ve sanat ile bezensin, iffeti, bilimi sağlıklı biçimde izah edelim, şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede ehemmiyet verelim” diyordu. Okuduğu kitapları not ediyor, duyduğu acımasız kıyaslamaları yazıyordu. “Avrupalılar bizim nazarımızda tamamen ahlaksız, biz onların nazarında tamamen vahşi” diyordu.
“Ben, muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönlerde onların üstüne çıkacak nur ve irfanla donanacaklarına asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.” 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 152 – 153)
Falih Rıfkı Atay şöyle anlatmıştı; “Osmanlı’dan kalan bir kadın meselesi vardır. Kadının hiçbir hak ve hukuku yoktur. Kadın meslek sahibi olamaz. Kadın erkekten ayrılamaz. Kadın peçesiz dolaşamaz. 1934 yılındayız. Kadın asker havacı vardır. Kadın milletvekilidir. Kadın hekimdir, avukattır, yargıçtır, iş kadınıdır, erkek ne ise odur. Her şeyde onunla eşittir. Milli ölçüde Kemalizm’in önemi budur. Milletler arası ölçüde ise, eğer bugün bir İran imparatoriçesi şapkalı olarak kocası ile beraber dolaşabiliyorsa, bu Mustafa Kemal sayesindedir. Bütün Müslüman memleketler de aynı hareket alıp yürümüştür.”
Tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı’da kadın olmak çok zordu. Öyle ki Osmanlı’da kadın esirlerin alınıp satıldığı pazarlar vardı. Yabancı devletlerin baskısıyla Osmanlı’da 1856’da kölelik resmen kaldırıldı. Ancak gizli olarak köle alım satımı devam etti. 1864 tarihli bir resmi senede göre 10 yaşındaki bir Çerkez kızının 4000 kuruşa satıldığı belirtiliyordu. Osmanlı’da kadın-erkek ilişkileri, dinsel hukuka göre belirlenmişti. Evlenmede, 1917’ye kadar, yaş sınırı yoktu. Bu nedenle “buluğa erdi” denilerek küçük kız çocuklarının evlendirildiği de olurdu. Çok eşlilik yaygındı.
Evlenmede kadının iradesi söz konusu değildi. Boşanma erkeğin isteğine bağlıydı. Mirasta ve şahitlikte kadın-erkek eşit değildi. Kadın, toplumda erkekten gizlenmeye, peçe ve çarşafla kapanmaya, kafes hayatı yaşamaya zorlanmıştı. I. Dünya Savaşı’na kadar, kadının çalışma özgürlüğü olmadığından ekonomik özgürlüğü de yoktu. Kadının her şeyi gibi eğitim, öğrenim hayatı da çok sınırlıydı. 19. yüzyılın sonlarında açılan bazı kız okulları vardı. Ancak bu okullar kadının derdine derman olmamıştı. Cumhuriyet kurulurken kadınların okuma yazma oranı çok düşüktü. Osmanlı’da kadının, erkek doktora muayene edilmesi bile tartışılırdı. Bu durum, kadın doktorun olmadığı bir toplumda kadının ölüme terk edilmesi demekti.
Osmanlı, kadınlar için bir yasak toplumuydu. Örneğin, 18. yüzyılda kadınların, devlet tarafından belirlenen kıyafet dışında sokağa çıkmaları yasaktı. III. Osman, III. Ahmet ve II. Abdülhamit yayımladıkları fermanlarla peçeyi zorunlu tutmuştu. Ancak bazı suçluların çarşafla kendilerini gizlemeleri üzerine, II. Abdülhamit çarşafı yasaklamıştı. Osmanlı’da kadınların erkeklerle arabada, vapurda ve tramvayda yan yana oturmaları da yasaktı. Araçlar bir perdeyle bölünmüştü. Meşrutiyet döneminde bile Gülhane Parkı’na kadınlarla erkeklerin aynı günlerde girmesi yasaktı. III. Selim ve IV. Mustafa yayımladıkları fermanlarla kadınların belli zamanlarda evden çıkmalarını yasaklamıştı. 19. yüzyıl sonuna kadar kadınların erkeklerle birlikte kayıklara binmesi bile yasaktı. Dahası da var: 1578 tarihli bir fermanla kadınların Eyüp’te kaymakçı dükkânına girmeleri, 1752 tarihli bir fermanla da kadınların mesire yerlerine gitmesi yasaklanmıştı.
Osmanlı dağılmaya başladıktan sonra ulema sınıfı; Osmanlı’nın dağılıp çözülmesinin nedeninin dinden uzaklaşılması ve kadınların dinsel kurallara uymaması olduğunu iddia ediyordu. Örneğin Balkan bozgununu, Meşrutiyet’le birlikte kadınların açılıp saçılmasına bağlayan hocalar vardı. Bu bağnaz düşünce, Milli Mücadele Meclisi’nde bile devam etti: Örneğin, 1921’de Meclis’te kadınların muayene edilmesinin dine uygun olup olmadığı tartışılmıştı. Yozgat Milletvekili Hulusi Efendi, hasta kadınların muayene edilmesinin “şeriata uygun olmadığını” savunmuştu. 1921 Meclis’inde kadınlara peçe zorunluluğu getirilmesi ve süslü giysilerin yasaklanması istenmişti.
Yine 1921’de Atatürk’ün Ankara’da düzenlediği Maarif Kongresi’ne kadın öğretmenlerin de katılması Meclis’te büyük tepki yaratmıştı. 1921’de Meclis, savaşa katılıp gazi olan 12 yaşındaki Nezahat’a rütbe ve madalya yerine “büyüdüğü zaman çeyizini sağlayacak bir hediye” vermekle yetinmişti. 1923’te nüfus sayımında kadınların da sayılması teklifi Meclis’te tepkiyle karışlanmıştı. 1924 Anayasası hazırlanırken kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi reddedilmişti.
“Dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret sarf ettim” diyemez.” (1923, Konya) Milli Mücadele’de erkeğiyle omuz omuza bağımsızlık mücadelesine katılan Türk kadınına verilen hakların bazıları, Türk kadınının bin yıldan fazla bir zaman önce sahip olduğu haklardı. Atatürk, Türk kadınının Milli Mücadele’deki kahramanlığıyla gurur duyuyor, Türk kadınının çağdaş yaşam ve tarzı hak ettiğini düşünüyordu. Kadınların toplum içerisinde hak ettiği mevkiye gelmesi bu yüzden Atatürk davasının kıymetli nüanslarındandı.
“Bugünün icaplarından biri kadınlarımızın her bakımdan yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız da âlim olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim derecelerinden geçecekler ve sonra kadınlar erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı olacaklardır.” (31.1.1923, İzmir)
Türk kadınının hakları için mücadele etmediği tezi doğru değildir. Meşrutiyet döneminde başlayan bir kadın hareketi vardı. Nezihe Muhittin gibi okur-yazar az sayıda kadının öncülük ettiği bu kadın hareketi, Atatürk’ün kadın devrimini kolaylaştırmıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarına ait gazeteleri taradığımızda eğitimini bitiren, meslek sahibi olan ve çalışan kadın haberlerinin ilk sayfadan verildiğini görüyoruz. Basına yansıyan bazı kadın haberleri şöyleydi:
9 Mart 1930 tarihli Cumhuriyet’te, Hidayet İsmail ve Nigar Şevkat adlı iki genç kadının felsefe bölümünü bitirdikleri haberi yer alıyordu. 1 Nisan 1930 tarihli Cumhuriyet’te “Zafer” başlığıyla “İlk kez bir Türk kadınının dün fırkaya (CHP’ye) aza kaydı yapıldı. Bu bayan Ankara muallimlerinden Afet Hanım’dır” deniliyordu. 7 Nisan 1930 tarihli Cumhuriyet, CHP’ye İstanbul’da ilk kaydolan kadının Resmiye Hakkı Şinasi Hanım olduğunu yazıyordu. 4 Mayıs 1930 tarihli Cumhuriyet, ilk kadın yargıcımız Beyhan Hanım’ın dün ilk defa mahkemeye çıktığını yazıyor ve fotoğrafını veriyordu. Haberde, Beyhan Hanım’ın ilk kadın avukatlardan olduğu, Birinci Ticaret Mahkemesi’nde işe başladığı belirtiliyordu. 9 Ağustos 1930 tarihli Cumhuriyet, “Kadınlarımız hayatta muvaffak oluyorlar” diyerek İsmet Hanım’ın Sicil Müdürü olduğunu yazıyor ve fotoğrafını basıyordu.
30 Eylül 1930 tarihli Cumhuriyet, Behice Hanım’ın eğitimini tamamlayarak Cumhuriyetin ilk kadastro mühendisi olarak atandığını yazıyordu. 17 Mart 1931 tarihli Yenigün Gazetesi, Dr. Suat Hanım’ın bir tıp heyeti tarafından yapılan sınav sonunda operatörlük sertifikası aldığını yazıyordu. Gazete, ilk kadın operatör Suat Hanım’ın bir de fotoğrafını yayımlıyordu. 31 Mayıs 1931 tarihli Cumhuriyet, mahkemelerde stajlarını tamamlayan hukuk mezunu hanımların 6’sının hakimliğe tayin edildiğini, böylece Türkiye’deki kadın hakim sayısının 9’a yükseldiğini yazıyordu. Ayrıca İstanbul, Ankara, İzmir “Asliye mahkemelerine aza mülazımlıklarına” atanan hanımların adları veriliyordu: Suat ve Muazzez İstanbul’a, Muammer, Hayriye Ankara’ya, Zübeyde ve Hikmet İzmir’e…
23 Nisan 1931’de Çocuk Bayramı’nın sürdüğü günlerde, Yenigün’de küçük kız öğrencilere “İleride ne olmak istersiniz” diye bir soru sorulmuştu. Kızların çoğu “muallime” (öğretmen) olmak istediklerini belirtmişti. Diğer kızlar ise şu yanıtları vermişti: İş Bankası’nda katip, Bankada katip, Avukat, Edebiyatçı, Mimar, Doktor, Bankacı, Tayyareci, Mühendis, Kimyager, Sanatkar, Muharrir, Musikişinas, Gazeteci… (Sami N. Özerdim, “Cumhuriyet ve Kadın”, Ulus) Daha 1931 yılında, kızlarımızın, Cumhuriyetin verdiği o umutla, o kendine güvenle geleceğin çağdaş Türkiye’sini kurmaya hazır oldukları anlaşılıyor. Başardılar da… Öğretmen, katip, avukat, mimar, pilot, doktor, sanatkar, yazar oldular.
3 Temmuz 1931 tarihli Cumhuriyet, İş Bankası Beyoğlu Şubesi Muamelat Şefliği’ne, Hatice Hanım’ın tayin edildiğini yazıyordu. “Kendisi bir banka şefliğine tayin edilen ilk Türk kadınıdır” deniliyordu. 7 Temmuz 1931 tarihli Yenigün’de Selim Sırrı Tarcan, Düzce’de bir Türk kızının eczane işlettiğini anlatıyordu.
O günlerde gazeteler, müftülük nikahı, kız çocuklarını evlendirme, başörtüsü tartışmalarıyla değil, okuyan, meslek sahibi olan, çalışan; hayata katılan kadın haberleriyle doluydu… Cumhuriyeti kuranların, 9 yaşındaki kız çocuklarının evlenmesi, kadının hayattan dışlanması diye bir gündemi yoktu. Atatürk ve fikir arkadaşlarının derdi kızlarımızı okutmak, eğitmek, iş sahibi yapmaktı; bilinçli nesiller yetiştirecek bilinçli anneler yaratmaktı. (Türk kadını, Cumhuriyetle elde ettiği haklarının gasp edilmesine izin vermeyecektir. Hiçbir güç Türk kadınını yeniden esir, sefil, köle, cariye yapamayacaktır.)
Atatürk’ün kadın devrimi çok başarılı oldu. Öyle ki, Atatürk’ten sonra kadını hayattan dışlamaya yönelik tüm gerici çabalara karşın, 1980’de Türkiye’de çalışan nüfusun yüzde 33.7’sini kadınlar oluştururken, bu oran ABD’de yüzde 36’ydı. (Bugün AB ülkelerinde yaklaşık 18 milyon bilim insanı ve mühendisin % 41’i kadındır. Türkiye’de ise bu oran % 44’tür. Türkiye kadın çalışan istihdamında Almanya, Fransa ve İngiltere gibi birçok Avrupa ülkesinin önündedir.)
“Büyük Türk kadınını çalışmalarımıza ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlaki, sosyal ve ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve destekçisi yapmak yoludur.”
Atatürk, kadın hakları konusunda -aşamalı devrim stratejisi kapsamında- adım adım ilerledi. 1924’te sosyal hayatta kadın erkek eşitsizliğini yaratan duvarlar yıkıldı; İstanbul’da vapur, tramvay ve trenlerde erkeklerle kadınları ayıran kafesler ve kadınların bulunduğu bölümlerdeki perdeler kaldırıldı. Daha sonra parklar, plajlar, mesire yerleri ve salonlar kadınlara açıldı. Tevhidi Tedrisat Kanunu ile eğitim öğretim alanında kadın-erkek eşitliği sağlandı. Çok geçmeden okullarda karma eğitime başlandı. 1926’da kabul edilen “Medeni Kanun” ile birden çok kadınla evlilik yasaklandı, boşanma ve miras konularında eşitlik getirildi, kadınlara meslek seçiminde özgürlük tanındı. Böylece kadına en temel sosyal hakları verilmiş oldu.
Kadın hakları ile ilgili en büyük devrim, 17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’du. Bu kanunla kadın ile erkek eşitliği sağlanmış, çok kadınla evlilik kalkmış ve boşanmalarda kadınlar da söz ve hak sahibi olmuşlardı. Ayrıca, kız ve erkek çocukların mirastan yararlanma durumları eşitlenmişti. Kadınlara siyasal hakların tanınması konusu daha I. TBMM döneminde ortaya atılmış; ancak kadınların bu haklara sahip olabilmesi için 1930’a kadar beklemeleri gerekmiştir. Türk kadınına 3 Nisan 1930’da belediye, 26 Ekim 1933’te köy muhtar ve heyetleri, 5 Aralık 1934’te ise milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 1930 ve 1934’te Atatürk, birçok Avrupa ülkesinden önce, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verdi. 1 Mart 1935’te açılan Beşinci Meclis’in albümünde tam 18 (ara seçimlerle birlikte 17+1) kadın milletvekilinin fotoğrafı vardı. Böylece Türk kadını, birçok Batılı hemcinsinden önce siyasal haklara kavuşmuş oldu. Fransa’da kadınların seçme seçilme hakkının olmadığı 1935’te İngiliz parlamentosunda 14, Türk parlamentosunda ise 18 kadın milletvekili vardı.
Atatürk’e göre Müslümanlık dünyasındaki geriliğin başlıca göstergesi, kadınların her türlü hak ve hürriyetlerden mahrum olmasıdır. Kadınların milletvekili seçtiği seçildiği, yargıç, mühendis, mimar, memur, kısacası erkeklerin olabildiği her şey oldukları bir memlekette çok evlilik anlayışının, çarşaf ve peçe rezaletinin süratle silinip gideceğine inanmıştır.
Uluslararası Kadın Birliği’nin (UKB) temeli 1848’de ABD’de atıldı. Birliğin amacı, “Bütün milletlerdeki kadınların özgürlüğe kavuşması, siyasi haklarının tanınması, kanun ve uygulamalarda erkeklerle eşitlik sağlanması”ydı. Birliğin 6-12 Haziran 1920’de Cenevre’de yaptığı sekizinci kongresinde Türkiye’yi Azize Kıbrıslı temsil etti. 1935’te Türk kadınlarının milletvekili seçilip meclise girmesi üzerine UKB gözünü Türkiye’ye çevirdi. Çünkü o sırada Fransa (1945), Belçika (1944), İtalya (1946), Japonya (1945), Çin (1947), Hindistan (1950), İsviçre (1971) gibi birçok ülkede kadınların seçme-seçilme hakkı yoktu. Bu nedenle, 1935 seçimlerinden hemen sonra, farklı ülkelerin kadın temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşen 12. Uluslararası Kadın Birliği Kongresi (UKBK) 18-24 Nisan 1935’te İstanbul’da toplandı. Kongreye 40 kadar ülkeyi temsilen 350’yi aşkın kadın katıldı. Böylece dünya nüfusunun 200 milyonu bu kongrede temsil edildi. Kongre, İstanbul’da toplandığı için “İstanbul Kongresi” olarak da anıldı. UKBK, tarihinde ilk kez Müslüman bir ülkede toplanmıştı.
1935 kongresinin ana temasının “barış” olması da kongrenin Türkiye’de toplanmasında etkili oldu. Çünkü Cumhurbaşkanı Atatürk, “Yurtta barış dünyada barış” sloganıyla dünya barışına katkıda bulunacak adımlar atıyordu. Kongrenin İstanbul’da toplanma nedenlerinden biri de kongreye maddi manevi her türlü desteğin verilmesiydi. (Ulaşım, konaklama, vize ücreti vb.) Ayrıca hükümet, kongre anısına özel posta pulları (15 çeşit) çıkararak UKB’ye maddi katkıda bulundu. (BCA, 30.18.1.2.52.14.6) 1935’te bu konuda bir kanun çıkarıldı. Her pulun üzerine Fransızca “12. Uluslararası Seçme-Seçilme Hakkı Kongresi, İstanbul 1935” yazıldı. Uluslararası dolaşıma girecek olan pullarda dünyanın önde gelen kadınları bulunacak, bir pulda da Atatürk yer alacaktı.
Kongre temsilcileri arasından seçilen 31 kişilik bir heyet, 26 Nisan 1935’te Atatürk’ün tahsis ettiği özel bir trenle Ankara’ya giderek Atatürk’ü ziyaret etti. Basından öğrendiğimize göre heyet üyeleri, kadınlara verdiği haklar nedeniyle Atatürk’e teşekkür ettiler. En etkili açıklamayı ise Mısır delegesi Şitti Şaravi yaptı. Şaravi, Atatürk’ün sadece Türkiye’nin değil, bütün Doğu’nun atası ve önderi olduğunu söyleyip şöyle dedi: “Siz ona Atatürk dersiniz. Biz ise onu ‘Ataşark’ diye anarız!” (Cumhuriyet, 28 Nisan 1935)
Kadın hakları konusunda sadece ülkemizin değil tüm dünya milletlerin takdirini kazanmış Atatürk’ün kadını mal veya meta değil, insan ve hayata iştirakçi görme anlayışı ilke ve inkılapların da özünü oluşturur. Atatürk kadının esir veya mal gibi yaşamasına razı olmayan, kalkınmayı kadınsız yapamayacağını dile getiren, eşitlik ilkesini sonuna kadar işleten ve böylece erken yaşta evlenmeye, çok eşliliğe rızaya ve okuldan uzak tutulmaya mahkûm edilen kadının, milli egemenlikte ve idarede söz sahibi olmasını engelleyen tüm kurum ve kurallara da karşı olan bir önderdi. Nihayet kadın Atatürk’ün gözünde, doğada görülen her şeyin çıkış noktasıydı, varlığı inkar edilemezdi ve kadın-aile bağları toplumun ilerlemesine doğrudan etki eden bir faktördü. O’nun gözünde kadın cefakar, vefakar, fedakardı ve başlar üstünde yüceltilmeye layıktı.
“Türk kadını, daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir” sözüyle aydın Türk kadınının annelik görevini de layıkıyla yapacağına olan inancını belirten Atatürk, kadını kültürel ve ekonomik alanda işbaşına çağırırken, kadını eve hapsetmeye razı tüm demode fikirlere de karşıydı.
Atatürk daha, 1916’da Doğu Cephesi kumandanıyken çevresindeki kişilerle kadınla ilgili sorunları tartışıyor, kadınların iyi yetiştirilmesinin topluma sağlayacağı yararları, çalışma yaşamında kadına da yer verilmesi gibi hususları vurguluyordu. 1918’de Karlsbad’da tuttuğu notlardan anlaşıldığı gibi sosyal yaşamdaki inkılâpları daha o tarihlerde düşünmüştü. Cumhuriyet’in ilânından dokuz ay önce kadın hukukunda inkılâp ihtiyacı konusundaki düşüncelerini şöyle açıklamıştı:
“Bir toplum cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri edinmesiyle yetinirse o toplum yarıdan fazla kuvvetsizlik içinde kalır.”
“Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi kadınlarımıza gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır”
“Sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir.”
Atatürk’ün, çağı ve değişeni değil, değişecek zamanı milletine göstermesi, kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği konularında, “BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”, “İnsan Hakları Sözleşmesi” gibi konular, daha insanlık tarihinin ufkunda bile görünmemişken Türk Kadınına, haklarını vermesinin değeri daha iyi anlaşılır.
Türk kadını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hizmete, elindeki silahla gönüllü olarak dövüşerek, kan dökerek; şehitler vererek girmiş ve analık görevi ile beraber bu görevleri de en sert koşullar içerisinde başarmıştır. Atatürk, bu toprağın kadınını çok iyi tanımaktadır. Kuvvetli değer yargılarına sahiptir. Fakat, daima “dünyanın, bu değerli insanları olduğu gibi tanımamasının üzüntüsü içindedir.”
İstiklal Savaşımız, stratejistlerin deyimiyle, bir “Topyekûn Savaş”tır. Bu “Savaş Doktrini”nin dünya orduları için örnek olan ilk uygulamasıdır. Dünya üzerinde, kadın, erkek, çocuk, yaşlı ve genci ile bütün “insan gücü”nün topluca yönetildiği, bütün ekonomik kaynaklarının bir elden kullanıldığı “ilk modern savaş”tır. Alman Generali ve Stratejisti Ludendorf “Topyekûn Savaş -Total War” isimli eseriyle bu tür savaşın doktrinini ortaya koymakla ün yapmıştır. Bu kitabı neşrettiğinde, yıl 1928’dir. Halbuki Mustafa Kemal bu savaş türünü 1919 – 1922 arası fiilen uygulamıştı.
Atatürk’ün Türk İnkılâbında öncelik verdiği konu kuşkusuz ki ‘Milli Eğitim’dir. 1922’de İzmir’e girer. Savaşın, zaferin heyecanı tümü ile üzerindedir. Kendisine sorarlar: “İşte memleketi kurtardınız şimdi ne yapmak istersiniz?” cevabı kısacıktır. “Maarif Vekili olarak, Millî İrfanı (eğitimi) yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir.” Ancak “Milli Eğitim” derken, kız ve erkek çocuğun ayrımını hiç düşünmez. Mart 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açış söylevinde “Kadınlarımızın aynı öğretim derecelerinden geçerek yetiştirilmelerine önem verilmesi”nden bahseder.
Ağustos 1924’te, yine şöyle konuşur: “Erkek ve kız çocuklarımız aynı surette, bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin ameli (pratik) olması mühimdir. Memleket evladı, her tahsil derecesinde, iktisadî hayatta amil, müessir ve muvaffak olacak surette teçhiz olunmalıdır. Millî ahlakımız, medeni esaslarla ve hür fikirler temniye ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir; bilhassa nazar-ı dikkatinizi celbederim. Tehdit esasına müstenit ahlak; bir fazilet olmadıktan başka itimada da şayan değildir.”
Kadının erdemliliği konusunda 1935’te şöyle der: “Milletin menbaı, hayat-ı içtimaiyesinin (toplumsal yaşamın) esası olan kadın çok yüksek olmalıdır.” Mustafa Kemal’e göre; Türk çocuğuna verilecek terbiyenin esası “Millî Terbiye”dir. 1924 Eylül’ünde, “Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya milleti tutsaklık ve sefalete terk eder” der. Kız ve erkek genç Türk çocuklarının aldıkları millî terbiye gücü ile el ele Cumhuriyete sahip olmaları gerektiğine inandığı için 1922 Ağustos’unda şöyle hitap eder: “Gençler, cesaretimizi takviye ve idame eden sizsiniz. Sizler almakta olduğunuz terbiye, bilgi ve insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin fikir hürriyetinin timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz tesis ettik, onu siz yükseltecek ve idame edeceksiniz.”
Cumhuriyet’in ilk hareketlerinden biri kız okullarını artırmak olmuştur. Atatürk, bu kanunun, ilgili bakanların bir araya gelerek normal çalışma yöntemleri ile, çıkarılamayacağını tahmin ettiği için devrimci bir metod uygular. Türk kızlarına da öğretim eşitliğinin sağlanabilmesi için 20 Nisan 1924 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (İlk Anayasamız) 87. maddesi değiştirilerek “İlk Öğretim Zorunluğu” ve mecburiyeti dahil edilmiştir. Böylece kızların okuma eşitliği hareketi, Anayasa zorunluluğu haline getirilmiş olur. Diğer taraftan Cumhuriyetin sonsuzluğa değin sürmesi için bazı temel yasaların, hangi devirde olursa olsun, değişmemesi gerekmektedir. 1961’de yeni Anayasa’yı hazırlayanlar da bu görüşte oldukları için, bu kanunların adlarını ve numaralarını “Değişmeyecek Devrim Kanunları” olarak Anayasa’nın sonuna eklemiştir. Bunların arasında şapka giyilmesi, evlenmenin nikâh memuru karşısında yapılması, tekkelerin kapanması gibi konular ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) vardır.
Anadolu’da ilk Kız Lisesi 1922’de Ankara’da açılmıştır. 1923-1924 öğretim yılında çeşitli seviyede 5062 okulumuz vardır. Bunun 4894’ü ilkokullardır. Cumhuriyet, Milli Eğitimi bu seviyede teslim almıştır. Bu okullarda 2567 erkeğe karşı 1298 kadın öğretmen görev yapmaktadır. 208.908 erkek öğrenciye karşı çoğu ilköğretimde olmak üzere 64.614 kız okumaktadır. Kızlar ancak % 15,5 oranındadır.
Bütün kadrosu ile İstanbul’da kalan Maarif Vekâleti Ankara’da sadece 10-15 gönüllü eğitimci ile 1920’de kurulmaya başlar. 1921’de Sakarya Savaşı yaklaştığı sıralarda toplanan Muallimler (öğretmenler) Kongresi kararlarına göre 1923 yılında “Birinci İlmi Heyet” adıyla bilgin eğitimcilerimiz Millî Eğitimimizin temel plânlamasını yaparlar. Bu, bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı ve Terbiye Kurulu’nun doğuşudur.
Atatürk Türk kadınının eğitimi konusunda dört esas üzerinde durmaktadır; Kadın-erkek öğretim ve eğitimi eşit olmalıdır. Kadının en önemli vazifesi analıktır. Kadın toplum hayatının her yönünde yer almalıdır. Kadın analık hizmetini ve toplumdaki görevini iyi yapabilmek için çok sağlam bilgilerle cihazlanmalı ve faziletli olmalıdır.
1923-24’te İlkokullarımızda 63.000 kız öğrencimiz varken, 1970-1971’de 2.000.000’i bulmuştur. Aynı yılların rakamları; Orta okullarda 1.128 ’den 200.000’ne, liselerde 166’dan 64.000’e yükselmiştir. 1923-1924’te tek Üniversitemiz İstanbul Darülfünun’da 160 kız rakamı 1970-71’de 16.000’e ulaşmıştır. 1933’de üniversitemizde kadın öğretim üyemiz hiç yokken 1970-71’de 1500 üyemiz vazife görmektedir.
İstanbul Ünivesitesi’nde karma eğitimin başlaması, öğretmen okullarının artırılması, özellikle alfabenin değişmesi, millet mekteplerinin okuma seferberliğini yürütmesi hareketleri, mesleklere giren kadınların çoğalması ve dolayısıyla Türk Kadınının kendine güveninin artmasına neden olmuştur. Kuşkusuz ki, bu büyük eylemin dayandığı büyük çınar, yine Atatürk’tür. O da gezdiği her yerde kadın reformunu, kadınlarımızın yetişmesi ve eşitliği davasını açıklar ve destekler. 1922’de Tıp Fakültesi’ne giren ilk kadın hekim adaylarımız bağnaz bir ortamda Türk Kadınının bir “Akıncılık eylemi”dir.
1927’de ilk ‘Türk Kadın Hekimleri’ diplomalarını alırlar. Beyaz önlük ve modern kılıklarıyla hastanelerde hizmete başlarlar. 1930’da ilk defa Sağlık Bakanlığı’nda vazife alanlar olur. Türk Kadınının tıp mesleğine karşı özel bir ilgisi ve hevesi vardır. 1970’de tıp ve tıp ile ilgili işlerde 34.563 kadınımız çalışmaktadır. Zamanla kadınlarımız; mühendislik, mimarlık, ziraat mühendisliği ve veterinerlik gibi, biraz da fiziki kuvvet isteyen meslek dallarında da öğrenim görürler. İş hayatına atılırlar. Atatürk’ün Anıt Kabir’inin kontrol mühendisi, Rumeli Hisarı’nın restorasyon mimarı da birer Türk kadınıdır. Daha sonraları bu elemanların ilerlemeleri ile üniversitelerde ve akademik kariyerde başarı ile çalışmalar başlar. Kadın asistan, doçent ve profesörlerimiz, 1933 Üniversite Reformu ile alanlarında daha da başarılı olurlar.
1924’te kurulan “Musiki Muallim Mektebi”, 1940 yılında “Devlet Konservatuvarı”na dönüşür. 1943’te ilk tiyatro ve opera sanatkârlarımız bu kaynaktan mezun olurlar. Hukuk dalında yetişen kadınlarımız 1928’de avukat olarak Baro’ya girerler. Noter, hâkim olurlar ve en yüksek kaza mercii, mahkemelerde yukarı doğru başarı ile tırmanmaya başlarlar.
Kadınlarımız; İstiklâl Savaşının, yalnız askerlikle ilgili yönüne katılmakla kalmamışlar, siyasî hakları elde etmek için de mücadele vermişlerdir. Şöyle ki: 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e asker çıkarmaları üzerine düşman işgaline rağmen İstanbul’da mitinglerde kadınlarımızı da, aynı heyecanla, halkı ülkenin bağımsızlığı için savaşa teşvik ederken görürüz. Bunlardan, 19 Mayıs 1919 Sultanahmet mitingi pek ünlüdür. 50.000 Türk’e önce Halide Edip haykırır. Onu Meliha adlı genç kız takip eder. 20 Mayıs’ta Üsküdar mitinginde Sabahat ve Naciye Hanım’lar kürsüdedir. 22 Mayıs’ta Kadıköy mitingi yapılır Münevver Sami Hanım konuşur. Bu konuşmacıların bir kısmı sonra Anadolu’ya geçer, Millî Mücadele’de fiilen görev alırlar.
Genelkurmay Harp Tarihi Dairesi belgelerine göre: Anadolu’da kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine paralel olarak kadınlarımızın da “siyasi kuruluşları” vardır. 23 Aralık 1919’da Erzurum’da bir camide okutulan mevlitten sonra “Türk Kadınlar Topluluğu” adına Merkez Okulu Müdürü Faika Hanım imzasıyla İstanbul’da Sadrazam, Dâhiliye Nezareti, İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı ve Amerikan Senatosuna protesto ve istiklâl için mücadele azimlerini belirten telgraflar çekilir. “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti” de Erzurum ve Sivas Kongrelerine paralel olarak çalışmalar yapar. Türk kadınlığının bu eylemi desteklediğini gösterir. Bu olaylar, Türk kadınının ev dışı hayatta, erkekle beraber dış düşmana karşı silahlı mücadele ile de yetinmeyip, politik mücadeleye katıldığını ispatlayan hadiselerdir.
Kadınımızın seçme, seçilme haklarından ilk defa, 1926 yılında Trabzon Türk Ocağında Süreyya Hulusi adındaki bir konuşmacı verdiği konferansta söz eder. 1927’de İstanbul’da Kadınlar Birliği, tüzüğüne “Kadına siyasi haklar sağlamak için çalışacağı” yolundaki maddeyi ekler. Bu yeni fikirler Büyük Millet Meclisinde tartışmalara sebep olur. Millet Meclisindeki ortam buna rağmen hazırlanmıştır ve 20.03.1930 tarihinde çıkan Belediye Kanunu ile kadınlarımızın Belediye seçimine katılmaları sağlanmış olur. Atatürk, seçim ve siyasî hayatta Türk Kadınının ilk adımını yasal biçimde böylece attırdıktan sonra, manevi kızı ve akademik kariyer için yetiştirdiği Afet İnan’a (Prof. Dr. Afet İnan) Türk Ocağında bir konferans verdirir. Amacı, kadını daha büyük ve asıl konuya ulaştırmak için zemini yoklamak ve olaya hazırlamaktır. Türk ailesi ve ailede kadının hukuku da Atatürk tarafından baştan itibaren ele alınmış bir konudur. 1925’te İnebolu’da halkla yaptığı konuşmada, ailenin karı ve kocadan kurulduğunu, bu iki üyenin eşit şartlarla yuvayı yürütmeleri gerektiği inancını anlatır.
Manevi kızlarından Sabiha’ya “Gökçen” soyadı verdiği zaman o henüz bir öğrencidir. Havacılıkla ilgisi yoktur. Atatürk’ün, bürosunda bir kâğıda yazarak kendisine “Gökçen” soyadını verdiğini bildiren tarihî belgeyi çok değerli bir hatıra olarak Gökçen salonunun en mutena köşesine yerleştirmiştir. Daha Türkkuşu sivil havacılık okulları da kurulmamıştır. Ama manevi kızı Sabiha’ya “Gökçen” soyadını bu kadar önceden vermiştir. Birkaç yıl sonra 1935’de Türkkuşu kurulmuş ve Sabiha Gökçen Atatürk’ün yalnız rızası değil, teşviki ile de ilk Türk kızı olarak planörcü, paraşütçü ve sivil pilot brövelerini almıştır.
Gökçen, Hava Kuvvetlerimizin pilotlarının yetiştirildiği Eskişehir Hava Okulu’nda eğilim ve öğretime başlar. Atatürk, şahsen bu eğitimi yakından izler ve Askeri Pilot ve Rasıt Brövelerini almasını ister. Böyle de olur. Mezun olduktan sonra 1938’de Dersim Harekâtı’na da katılarak dünya üzerinde hava harekâtına katılan ilk kadının bir Türk kadını olması gibi bir üne sahip olur. (Maalesef bugün 1936’da dünyada ilk savaş uçağı kullanan kadınımız, ehliyet alma iznini 2017’de elde eden Araplar’a özendiriliyor.)
O yıllarda bir de Keriman Halis isimli bir Türk kızının Cumhuriyet Gazetesi’nin Türkiye’de ilk kez düzenlenen Güzellik Yarışmasını kazanması, daha sonra da, “Dünya Güzeli” seçilmesi olayı vardır. Bu önemsiz gibi görülen hareketin arkasında kuşkusuz ki Atatürk vardı. Keriman Halis’in Avrupa dönüşü, Simplon Ekspresiyle Türk hudutlarına girdiği zaman, eline kendisine “Ece” diye hitap eden Atatürk’ün tebrik mesajı verildiğini ve sınırdan itibaren Atatürk’ten başkasına yapılmayan samimi ve büyük tören gerçekleştirilmişti. Ona, “Kraliçe” diye hitap etmek yerine, sonradan soyadı olan “Ece” deyimini kullanmayı tercih etmişti. Keriman Ece’nin aldığı armağanların muhakkak ki en değerlisi, büyük insanın şu iltifatı idi:
“Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat; Keriman, hepimizin işittiği gibi söylemiştir ki: O bütün Türk kızlarının en güzeli olmak iddiasında değildir. Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendisini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. Şunu ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu, tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş olmasını, çok tabii buldum. Fakat, Türk gençlerine bu münasebetle şunu tahattur ettirmeği (hatırlatmayı) lüzumlu görürüm. Müftehir olduğumuz tabii güzelliğinizi fenni tarzda (bilimsel biçimde) muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda bir tekâmülün mütemadi (sürekli) tahakkukunu (gerçekleşmesini) ihmal etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek fazilette (erdemde) birinciliğini tutmaktır.”
Karadeniz gemisiyle yapılan 86 günlük yüzücü tanıtım planının amaçlarından biri de Türk kadını imajının Avrupa’da doğru anlaşılmasına olanak tanımaktı.