(Uzun yazı, okunma süresi; 25 dakika, 4145 kelime)
Muallime öğretmen dediğimizde kazanmıştık, hoca demeyi kabul ettiğimizde tüm kazandıklarımızı kaybettik. Selam’ı, Selamünaleyküm’le değiştirdiğimiz anda da kaybettik. Bayan veya hanımefendiyi kadın’la değiştirdiğimizde de. Hep ve sürekli kaybettik. Sevda’ya aşk, hatun’a eş, vatan’a ülke, Cumhuriyet’imize demokrasi dediğimizde kaybeden hep biz olduk.
Andımız’a ırkçı dediler ses edemedik, Milli Marşı’mızı okumaktan men ettiler, bayramları kutlatmadılar, tören geçişlerini yaptırmadılar… milliyetçi duygularımız zarar gördü. Siyah öğrenci önlükleri kalktığında, yeşil ormanların yerini gökdelenler aldığında, trenlerin yerini metrolara bıraktığımızda, dereleri madenler emrine verdiğimizde, bakkalları terk edip dev marketlere hücum ettiğimizde kaybettik. Şimdi ağlıyoruz. Sebep sadece onlar mı? Lüks ve israf tutkumuzla, bilinçsizliğimizle, birlik olamayışımızla terörü, sağ sol çatışmasını, uyuşturucuları, çocuk tacirlerini, escort kız ahlaksızlıklarını, şikeleri, kumpasları başımıza silah dayayarak mı yaptırdılar. Yandaş medyayı, küreselci doktorları, arabesk kültürünü, her sene cep telefonu değiştirmeyi kim zorladı?
Eğitim sistemimiz evrensel ve Türkçü anlayıştan ne zaman radikal ve gayri millî hale geldi. Anne ve babalar, öğretmenler yeterince çalıştı mı? Okunan andımızın kelimelerini teker teker öğrencilerine kaç öğretmen anlattı? Kaçımız İstiklal Marşı’mızdaki kelimelerin anlamını biliyor, kaçımız gençliğe hitabeyi ezberden hissederek okuyabilir?
Dolayısıyla anne ve babalar dahil, tüm aydınlar ve cümle öğretmenler bu halimizin baş sorumlusudur. Sistem zorlayıcılara inat tedbir alamayan, öğretmeye devam etmeyen herkes kötüye gidişte mesuliyet taşır. Yazmayan, anlatmayan, paylaşmayan aydınlar korkuyla, menfaat beklentisiyle, tembellikle sustukça karanlık daha da büyüyecek. Gün gelecek o eğitim tamamen uzaktan olacak, öğretmenlerin memuriyetine son verilecek, hatta uzaktan eğitimi yazılımı küresel ağabeylerce yapılmış, tüm dünya halkları için ortak ve basitleştirilmiş programlarla robotlar merkezi olarak internet üzerinden yapacaklar. O gün geldiğinde Atatürk’ü de, Kurtuluş Savaşımızı da, tarih ve kültürümüzü de anlatan kimse bulamayacağız. Kitaplar toplatılıp, kütüphaneler dijitale aktarıldığında zaten tek bir resim karesi bile olmayacak ve insanlığın tarih, kültür ve medeniyeti silinirken…. Onların yeni kurgusal tarih ve bilimi dışında öğrenilecek bir şey de kalmayacak ortada.
Bu sebeple hala geç değilken, hala görsel ve canlı kaynaklar varken, hala okuyabiliyor ve anlatabiliyorken vesair suret ve vasıtayla da olsa herkes etrafına mum olup aydınlatmak zorunda.
Birilerinden beklemeden, üşenmeden, menfaat ummadan… çünkü gemi batarsa hepimiz batacağız. Kandırılmışları bile iknaya mecburuz ki onlar da kürek çekmedikçe bu dev gemiyi hızla hedefe süremeyiz.
Ulu Önder Atatürk 18 Eylül 1924 Rize’de medreselerin yeniden açılmasını isteyen hocalara cevabında şöyle demişti;
“Okul istemiyorsunuz. Halbuki millet onu istiyor. Bırakın artık bu zavallı milletin, bu memleketin evlatları yetişsin. Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lazımdır.”
Gençliğe hitabenin muhatabı gençler değildir, bugünün büyükleridir, Atatürk’ten sonraki dört – beş nesildir. Bugünkü gençlik Atatürk’ün yarının çocukları diye seslendiği gruptur. Dolayısıyla hitabe bize sesleniş diye vardır. Peki sözümüzde durup, başardık mı da yarının gençlerinden aynısını istiyoruz. Görevden kaçarak, bahane bularak, tembellik ederek sorumluluktan kaçarsak gençlerin bize itimadı da olmayacaktır.
Öğrenmenin ilk adımı doğru soruyu sormaktır. İnsanlık hala soru sormayı öğrenemedi, dayatılan temel kabulleri yıkamadı. Kendisine verilen cevaplarla yetiniyor. İşte dehalar bununla yetinmeyip sorularına kendisi cevap arayan ve bulan insanlardır.
19 Mayısta karaya çıkan sadece Atatürk ve arkadaşları değildi; umut, kötüye isyan, cehalete feryat, özgürlüğe açlık, medeni ve eşit demokrasiye muhtaçlıktı.
Şimdi, bugün akıl ve bilimin önderliğini izlemek için Ata’sına söz veren gençlik işin neresinde?
Almanya’da bir lise müdürü her eğitim ve öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderirmiş;
“Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar , işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler., lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden isteğim şudur; öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayınız. Çabalarınız bilgili canavarlar ve psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”
Öğretiyoruz, eğitemiyoruz. Matematik, tarih öğretiyoruz çocuklarımıza okullarda. Vicdan, hoşgörü, namus, fazilet, çalışkanlık, ahlak öğretemiyoruz. Aileler de öğretemiyor. İş hayatı da kaos ve koşturmacalardan ibaret. Gençler sabrı, sevgiyi öğrenmeden rekabet ve düşmanlıkla büyüyüp, bencilliğe ve samimiyetsizliğe, hedefe odaklanmak adına ruhsuzluğa mahkum büyüyor, hayata atılıyor ve yarınları da bu ana felsefe üzerine inşa ediyor. Ekranlardan gün boyu yapılan algı bombardımanları da düşüncelerinin haklılığı konusunda onları öylesine kandırıyor ki yanlış yaptıklarını fark edemeyecek kadar aldanıyorlar.
Ulu önder Atatürk öğretmenlere yaptığı bir konuşmasında eğitim adına din ulemasının verdiği (yanlış da olsa) eğitim örneğinin çocuklar ve aileler üzerinde nasıl etkili olduğunu anlatıp, cumhuriyet öğretmenlerinden de aynı performansı istemişti. Demek istemişti ki çarpık bile olsa onların ısrar ve azmiyle öğretin, çocuklar öğreninceye kadar devam edin, ısrarcı olun, kontrol edin, öğretin. Peki öğretmenlerimiz bu emrin neresinde?
Türk milleti olarak olayı iyi okumak gerekir. Devletsizliğin ne demek olduğunu, Libya, Suriye ve Ortadoğu’da örnekleriyle defalarca gördük. Oradan kanı, organı için kaçırılan çocukları, yetim bırakılanları, sahillere vuran bebek cesetlerini tanıyoruz, göçleri ve mültecilerin canlı tanığıyız. Kendimiz daha özgün fikirlerle kendi modelimizi gerçekleştirmeliyiz. Bütünü görmek için konuya tüm yönlerden yaklaşmak zorundayız, at gözlükleri ile bunu başaramayız, medyanın yüzeysel yönlendirmeleri ile de ışığı asla göremeyiz. Devletler üzerinde Demokles’in kılıcı gibi duran üst aklın, kuruluş ve ulusları yönetenleri de ele geçirebileceği ihtimaliyle her daim sorgulamak ve parçaları birleştirmek esas olmalıdır.
Siyonizmin oynadığı oyun kötü ve zalimdir ama bu topraklarda tutunabilmesinin sorumlusu sadece bizleriz. 1950’lerden beri tüketemediğimiz Cumhuriyet mirası… erimek üzere. Tam bağımsızlığımız sözde kaldı, ekonomik açmazdayız, halkın meclisi egemen değil, komşularımızla dost değiliz, üniversitelerimiz araştırmıyor, yatırımımız yok, istihdam yaratamıyoruz, dünya çapında markamız yok, turist çekemiyoruz, özgür değiliz, eğitimimiz millilikten uzak, sağlığımızı korumak için dahi birilerine muhtacız. Batı’ya öğrettiğimiz hijyeni, ahlakı, bilimi, medeni yaşamı, uzayı, tıbbı, imarı bugün onlardan alıyoruz.
Sadece korunmayı ve saklanmayı değil mücadele ve zaferi de arzulamak mecburiyetimiz bizi şimdiden tedbire zorlar. Moral olması açısından denebilir ki, Peygamberi akraba ve kavmi inkar etmiş hatta taşlamışken dinini tebliğ edebilmiş, Mustafa Kemal Atatürk yokluk ve baskıya, ihanetlere rağmen Sevr şartlarındaki yurdu işgal ve zulümden kurtarmaya muvaffak olmuştur. Bu günler daha zor olmadığına göre de başarı mucize değildir. Dahası Allah, iyiliğin kazanacağını en baştan bildirmiş, kendisine yardım edene yardım edeceğini buyurmuştur. O halde yapılacak şey karamsarlık değil, direnmek, dayanmak, umut etmek ve çalışmaktır. İşin Allah’a havale edilmesindeki yanlış, kulların kendisini devre dışı bırakıp, cihattan yani mücadeleden kaçınmasıdır. Oysa zulüm, her ne kadar Allah’ın bir kelimesiyle bitirilebilir olsa da, insanların çabası ile sonlandırılmak için vardır. Hayatın aksi kutbu kötülük de, şeytan ve yemini de sınav olsun diyedir.
Şu zamanda hepimiz aynı dertten mustaripken, hasmı yenmek için beliren bir ışığı hem de bence tüm dünyanın kurtuluşu Atatürk gibi yaşanacak Türklük ve İslam’a bağlıyken, bu fikir daha filizdeyken yeşertilmeli, sulanmalı, canlı tutulmalıdır. Çözüm tezim; Türk – İslam sentezi değil, ATATÜRKÇÜ TEVHİD tezidir (AtaTürk ve İslam modelidir) ve ikisi arasında büyük fark vardır. Bugün Trump, Putin katmerli Atatürkçü olmuşken, Hristiyan dünya İslam’a hicrete hazırlanırken, küresel kıskaçtayken, dinci tayfadan ancak Allah ile kandırdıklarını bizler doğru aydınlatarak kurtulabilecekken, bize düşen İslam’ı ve Türklüğü Atatürk gibi yaşamaktır. Kafatasçılıkla tanımlayanlara inat, bize lazım olan tarihin en asil milleti olan Türklüğü, tarih ve değerleriyle yeniden inşa etmek, İslam’ı Kur’an rotasına yeniden sokmaktır.
Göreve hazır olmak altyapıyla, donanımla, hazırlıklı planlamayla, alternatif yedeklerle ve en önemlisi samimi, ciddi kararlılıkla olur.
Bir şey yapmadan köşede durup sessizce ağlamak bize yakışmaz. Sevr günleri nasıl yoğun baskı ve zorluk altında elmas Atatürk’ü yaratıp, Ulus’a bir kurtuluş umudu doğurduysa, ölümcül ve zalim corona günleri ve sonrası da tüm insanlık için bir umuttur. İnsanlık medeniyeti bu belki de son şansı iyi kullanmalıdır çünkü başka Türkiye de, başka dünya da yoktur!
Küresel nizamın zulmüne karşı duruş Türklük’tür. Bize düşense Türklüğü Atatürk gibi yaşamaktır. O’nunla aynı safta, yan yana çarpışarak inancın gücü, umudun itici kuvveti, azmin zaferi, hayal etmenin üstünlüğü ile başarabiliriz. Kafatasçılıkla tanımlayanlara, Araplaştırmaya çalışanlara inat, bize lazım olan tarihin en asil milleti olan Türklüğü, tarih ve değerleriyle yeniden inşa etmek, Türk medeniyetini dünyaya marka etmektir. Osmanlı gibi, çakma Osmanlıcıların bir kez daha Türklüğü kenara atmasına izin vermek bize yakışmaz. Ancak içi boş Atatürkçülük, sistemli ve planlı Atatürk düşmanlığı karşısında yenilmeye mahkumdur. Bu yüzden her Atatürkçü; Atatürk’ü doğru okumak, anlamak ve anlatmak zorundadır. Bu uğurda en yüce görev de gençlerindir.
Lakin yanlış anlaşılmasın…. Burada anılan gençlik yarınların gençliği değildir. Bizler hepimiz, hitap yıllarına bakarak işi üstlenmek zorunda olan gençleriz. Biz Atatürk’ü ve Türklüğü doğru okuyabildik mi? Yoksa işi yarınlara bırakıp, gençliğe emanet mi ettik, kendi zamanımızı pas geçerek?
Önümüzde bize güç verecek mükemmel bir örnek vardır; Atatürk.
Atatürk Türkiye’si zulmü İstiklal Harbi’yle, cehaleti inkılaplarla yenmişti. Atatürk Türkiye’sinin gençlerine bugün düşen; cehaletten beslenen irtica ve siyasal İslam’la, din bezirganlarıyla, bilimsizlik ve bağnazlıkla, ahlaksızlık ve milliyetsizlikle, çağdaşlığa ve Cumhuriyet’e düşman unsurlarla, kültür deformasyonuyla, zulümden beslenen küresel siyonizmle, emperyalizm ve kapitalizmle, kopya medenileşmekle, akıllara vurulan prangalarla kısaca siyonizmin tüm kirli elleriyle mücadele etmek, bu uğurda devlet ve milletlere de önderlik ederek, “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla zafere ulaşana dek durmamaktır. Bu uğurda muhtaç olunan kudret damarlardaki asil kanda, muhtaç olunan cesaret kalplerdeki imanda mevcuttur.
Atatürk genç neslin hedef istikametinde tutulmasını ve ivmelendirilmesini de Cumhuriyet’in çağdaş öğretmenlerine görev olarak vermişti.
“…Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri sizin maharetiniz ve fedakarlığınız derecesiyle orantılı olacaktır… Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister! Yeni nesli bu niteliklerde ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir… Millî ahlakımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle geliştirilmeli ve takviye olunmalıdır… Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vicdanı hür’ nesiller ister…”(25.08.1924, Ankara)
Çağının, asrının ve yarınların en büyük dehası Atatürk, bu nedenle ölümsüzdür, eşsizdir. Dünyada çok başarılı komutanlar, çok etkili liderler, eşsiz matematikçiler, kıymetli sanat tutkunları, halkın sevgisini kazanmış nice siyasiler vardır ancak bunların hepsini aynı bedende buluşturabilen tek lider Atatürk’tür. O her alandaki bilgisi ve öz güveniyle inkılap ve muharebelerin her birine tesir etmiş ve başarıyı getiren kahraman olmuştur.
Lakin Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük özelliği komutanlığı, liderliği, dehası, devlet adamlığı, karizması değil… öğretmenliğidir.
Çünkü O, kaderin kendisini hazırladığı muazzam mevkiye zorluklarla sınanarak, değişik coğrafya, inanç ve kültürleri yerinde görerek, ihanet ve gafletlere bizzat şahit olarak, araştırarak, okuyarak, görüp yaşayarak ve unutmayarak gelmiş, genç yaştan itibaren hayal ettiği bağımsız ve çağdaş bir yurt idealini gerçekleştirirken, tüm ulusunun elinden tutmuş, ayağa kaldırıp, yürümeyi öğretmiştir. O’nun öğretmenliğini sadece alfabe veya yeni Türkçe ile sınırlamak haksızlıktır çünkü O’nun öğrettikleri demokrasi, özgürlük, medeniyet, insanlık ve umut adına olan her şeyi kapsamakta, bugün ulaştığımız modern yaşamın kökleri O’nun başardıklarına uzanmaktadır.
En büyük özelliği başöğretmenlik olan Atatürk, Ulusu’na öğretebilmiş, demokrasi ve çağdaş yaşam mücadelesinde doğru yolu gösterebilmiş bir liderdi ki bu mizacı O’nun asli karakteriydi ve O bu sıfata sahip dünyada tek liderdi. Kısa sürede kurtuluş ve aydınlanma hamlesi gerçekleştirebilen, eğitimi sadece çocuklar için değil tüm vatandaşlar ve memurlar için şart gören Atatürk’ün başarısındaki asıl sır da öğretime verdiği kıymet ve takipçi kontrol alışkanlığıydı. Bu kontrol; savaş, inkılap ve ilkeler safhasının tüm demlerini kapsamaktaydı. “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum olarak yaşatır; ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder” diyen Atatürk’e göre yarınların teminatı bu yüzden; çağdaş eğitim ve öğretim usulleriyle yetişmiş vatansever yurttaşlar, devlet çalışanları, özel sektör mensupları, anne babalar ve en çok da Türk gençleriydi.
Öğretmenliği de bu sebeple sadece okullarla sınırlı değil, yaşamın her alanındaydı. Askeri orduların yanı sıra kültür orduları dediği sivil tüm önderler, sanatçılar, sporcular, vekiller velhasıl tüm çağdaş ve vatansever aydınlar bu derslerin öğretmeniydi. Çocuklar ve gençler ise yarınları teminatı olarak, öğrenmek, Cumhuriyet’i daha ileriye götürmek ve bunun için araştırıp, sorgulayıp, öğrenip, uygulamaya ve öğretmeye, bayrağı teslim aldıkları yerden daha yükseklere taşımaya mecburdular. Ve acılar çekmiş halkın tüm fertleri çağdaş yarınlara ulaşmak mecburiyetindeki öğrencilerdi. Yani O’na göre her yer okul, her yenilik, her mesele bir ders, her vatansever aydın bir öğretmendi. O’nun kara tahtası; tüm yurt, tebeşiri; fabrikalardan çıkan pabuçlar, çimentolar, şeker çuvalları, dersi; demeçleri, yasaları, köy okulları, alfabesi, Nutuk’uydu.
Öğretmenlik araştırmak, okumak, öğrenmek, bilmek ve sonra öğretmektir. Öğretmek de planlı, seviyeli, artan dozda, bilim ve akılla, ispat ederek, inandırarak olur. Ulusunu ayağa kaldıran ve hayal kurmayı öğreten Ulu Önder, yaşamın tüm sahalarında önder ve örnek oldu. Bütün öngörü ve hamlelerinde tam isabet sağlamış olması da ne kadar haklı, doğru ve bilgili olduğunu ispat etti. Çünkü O evvela yaşayarak öğrenmiş, Batı’lı örneklerini incelemiş, düşmanı ve dostu doğru teşhis ederek, imkan ve kabiliyetleri uygun değerlendirerek hal tarzları belirlemiş, sonra bir kez olsun yanılmamış basiretiyle Ulusuna öğretmişti.
Öğretirken de öğrenen Atatürk, gelinen her bir noktadan sonra bir yenisine atılırken, zamanca derinliği tercih ederek ve gerekli şartların oluşmasını beklemeden harekete geçmeyi reddederek inkılap ve değişimin hazmedilmesine imkan sağladı, ufukları genişletebildi. 57 yıl gibi gayet kısa olan ömründe pek çok mevkiye erken yaşlarda gelen Atatürk, bugün çoğumuzun sergilediği tembellik ve korkulardan uzak vaziyette yatağa düşene kadar aktif rolünden taviz vermemişti. Hasta, yaralı ve yorgun olsa da memleket meselelerinin halli için seyahatler yapmış, demeçler vermiş, törenlere iştirak etmiş, eş zamanlı aktivitelerle değişime çok yönlülük katmış Atatürk, vasiyetleriyle de ulusuna örnek olabilmiş yılmaz bir deha, kahraman ve yurtseverdi.
Kader O’nu Türk Milleti’nin kurtarıcısı olarak çok erken yaşlarda hazırlamaya başlamıştı. Yetim büyüyen, değişik milliyet ve dinlerin yaşandığı, çağdışı eğitimin verildiği, çetelerin kol gezdiği topraklarda yok olup gitmek yerine, kader O’nu askeri okula sevk ederek nispeten modern ve milliyetçi bir disipline sokmuş, görev yaptığı yer, birlik ve cephelerde yarınlara hazırlamıştı. O kadar ki Çanakkale savaşıyla tarih sahnesine çıkacak Atatürk’ü, üç yıl öncesinde o coğrafyaya gönderen kader aslında zaferi önceden hazırlamış, yurt dışı izlenimleri, okuduğu kitaplar, hastalıkları, siyaset ve saraya yakınlığı O’nu halk ve yönetim kademelerinin tamamına yakınlaştırmış, o esnada yurtta ve dünyada cereyan eden gelişmeler fikri hayatına yön vermişti. Öğrendiklerini Samsun’la başlayan destanında hayata geçirebilmiş, Anadolu dağlarından kopan fırtınaları Cumhuriyet’le onurlandırmış, Ulusun kapalı gözlerini, kırık kalplerini, sönmüş umutlarını bir öğretmen edasıyla gelişme ve sevince çevirmiş Atatürk, dünyada emsali görülmemiş bir efsaneye de yoğun bilgi birikimiyle imza atabilmişti. Milletin ve Türklüğün varoluş serüveninin şaşmaz galibi Atatürk; kararlılığı, isabeti, cesaret ve fedakarlığıyla tüm Ulusu’nun yani öğrencilerinin gönlünü kazanabilmişti ki O’ndaki öğretmen şefkati etrafındakilere “çocuk” diyecek kadar yüceydi.
Atatürk’ün dünyaya gözlerini açtığı ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği dönemlerde, batı bilimsel ve teknolojik açılardan olağanüstü gelişme halindeydi. Özellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim ve teknoloji alanında hızlı atılımlarla dünyanın çehresi değişmeye başlamıştı. İnsan gücünün yerini, yeni enerji kaynaklarının alması (maden kömürü, buhar, elektrik, daha sonra petrol gibi) sanayide fabrikasyon üretimini getirmişti. İçten yanmalı motorun bulunmasıyla otomobil ve uçak imalatına yol açılmış, lokomotifin icadıyla demiryolları gittikçe yayılmaya başlamış, buharlı gemiler deniz ulaşımına yeni ufuklar açmıştı. Yeni haberleşme imkanları (telgraf, telefon gibi), iletişimi çabuklaştırmıştı. Ulaşım kolaylıkları da tüketimi kolaylaştırmış, fabrikasyon üretim yeni pazarları gerektirmiş, bunun sonucunda güçlü bir sömürgecilik politikası gelişmişti. Sanayi devrimine ayak uyduramayan devletlerin el emeğine dayalı yerli sanayi, çökme durumuna girmiş, dolayısıyla bu gelişmeyi yakalayamayan milletler önce ekonomik, sonra da politik anlamda, sanayi gelişmiş ülkelere dolaylı veya dolaysız bağımlı hale gelmişlerdi. Osmanlı devleti de 19. Yüzyılın sonlarına doğru, teokratik devlet yapısı, sosyal ve ekonomik yapısı itibarıyla artık çağ dışı kalmış, yarı sömürge bir devlet konumundaydı.
Gençliğinden beri devamlı öğrenme gayreti içinde bulunan, sezgisi çok güçlü bir gözlemci olan Atatürk, Batı’nın ezici üstünlüğünün nedenlerini hayatı boyunca sorgulamış, devleti kurtarma senaryoları hep kafasını meşgul etmişti. O güç sahibi olduktan sonra her şeyden önce tam bağımsızlığı hedef almıştı. Çünkü O’na göre milli sınırları içinde egemenlik haklarını tam kullanamayan bir ulusun kendini bağlayan zincirlerden kurtulması mümkün değildi. Bunu sağladıktan sonra, milli bir taban üzerinde, demokratik ve hukuki karakterde, din ve devletin kesin çizgilerle ayrılmasına dayanan bir yönetim şekliyle, akıl ve bilimi rehber edinen bir anlayışla, cehalete, dirence, ihanete ve batıya rağmen, Türk toplumunu Batı’ya, çağdaşlaşmaya yönlendirebilmişti.
Tüm bunlardan dolayı Atatürk halen ve daima; Türk’ün atasıdır, Türkçülüğün parlayan güneşi, mazlum tüm devletlerin umut ışığıdır, Türklüğün Bozkurt’u, başkomutanı ve başöğretmenidir. Türk Milleti kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısı genciyle, doğulusu batılısıyla bir ailedir, yemeli, çalışmalı, huzurla uyumalı, ekip biçmeli, üretmeli, gelecek nesilleri sağlıklı ve aydın yetiştirmeli, geleceğe güvenle bakmalıdır. Bu ailenin babası Atatürk’tür. Çünkü Atatürk Türkiye, Türkiye Atatürk’tür. İşte bu Atatürk, tarihin rast geldiği bu en muazzam komutan, beden değil fikirdir, tarih değil gelecektir, sönmeyen umudun adıdır.
Batı Emperyalizminin, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde yıllarca oynadığı «Böl ve Yönet» ilkesine dayanan oyununu ve kaçınılmaz olan yenilgiyi önlemeye, imparatorluğun yönetiminde zaman zaman oluşturulmak istenen batılılaşma ve yenileşme çabaları yetmemiş, ayrıca Birinci Meşrutiyet devriminin yürürlüğe koyduğu 1876 Anayasasının getirdiği seçimle oluşan meclis fikri ve 1908 İkinci Meşrutiyet Devrimi’nin bağımsızlık düşüncesiyle yola çıkan çabaları da kurtarıcı olamamış, böylece imparatorluk son nefesini vererek yıkılıp gitmişti. Türk Ulusu, kapkara bulutlarla örtülmüş Türk Yurdu’nu, çaresizliğe düşmüş Türklüğünü kurtaracak bir lider düşlemişti.
Oysa, tarih bu kurtarıcıyı ve lideri bağrında yavaş yavaş, özene bezene hazırlamakta ve oluşturmaktaydı. Beklenilen olmuş tarih ve kader önce Mustafa, sonra Mustafa Kemal, daha sonra Gazi Mustafa Kemal ve sonunda ATATÜRK olarak tarih sahifelerine yazılan bir yüce lider yaratmıştı. Bu yüce kahramanın gücü, yalnız Türk Ulusunun kurtuluşuna, yeni Türk Devleti’nin kurulmasına değil, emperyalizmin yıkılışına da yetmiş; yenilmezliğini ulusundan alan bu gücün önünde Batı’nın emperyalist ulusları kendi yıkılışlarının yanı sıra, doğunun asırlardır sömürdükleri mazlum uluslarının yeniden doğuşlarını ve uyanışlarını da görmekte gecikmemişlerdi. Bu olgu onlara kendi yıkılışlarından da ağıra mal olmuştu.
Atatürk bir ulusun yaşamında eğitimin ve öğretmenin önemini belki de en iyi anlamış, anlatmış devlet kurucusu ve Cumhurbaşkanı idi. Atatürk öğretmendi çünkü dinin anlaşılır ve temiz olanının da, hayatın masum, düzgün ve hak olanını da, vicdanları ve bedenleri hür kılmayı da, barışı, huzuru ve saadeti de o öğretti. Yüce Allah bizleri özgür, akıllı, vefalı, inançlı, insanlara sevgi dolu, tabiata saygılı yarattı. Doğalı sevmeyi, doğal olmayı, doğal yaşamayı koydu kalbimize. Atatürk kanmamayı, paraya makama tamah etmemeyi, gerici taassuba köle olmamayı, Allah ile aldatılmamayı, hür irade ve vicdanla kişilere değil sadece Allah’a kul olmayı öğretti.
O ümmetten koca bir ulus yarattı. İdeali, ülküsü, menfaati bir, tazecik, dinamik bir Cumhuriyet, laik ve sosyal bir devlet, sarsılmaz bir azim ve inanç, inmeyen bayrak, susmayan ezan yarattı. Bu mukaddes emanetlerin nasıl korunacağını da. Hür, doğal, insanca ve mutlu yaşamı, akılı kullanmayı. O komploları, yalanları fark etmeyi, kanmamayı, cahilce aldanmamayı, sürüleşmemeyi, öngörüyü, basireti, korkmadan tedbir almayı, millet malının namus olduğunu, harama el sürmemeyi, devlete nasıl hizmet edileceğini öğretti. Kur’an 14 asır önce, Peygamber 23 sene bunları anlattı. Atatürk 23 sene aynısını anlattı.
Tahsil hayatında gördüğü batı tarzındaki eğitimi, üstün zekasıyla birleştiren Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştireceği devrimleri çok önceden planlamıştı. Örneğin Çanakkale savaşının en çetin ve ateşli günlerinde latin alfabesi hakkında araştırmalar yapmış, Fransız Türkolog Deny ve Macar Türkolog Nemeth’in gramerlerini incelemişti. Mustafa Kemal bu incelemeleri yaptığında harf devrimine daha 13 yıl vardı.
Cehaletin ancak planlı ve topyekun bir kültür savaşıyla yenilebileceğini bilen Atatürk; önce halkı kültür savaşına hazırlayacak öğretmenlerin kendisiyle aynı noktaya bakmasını temine çalıştı. Onları milli ülküye inandırdı, gerçek tarih ve kültürle hazırladı, direktifler verip donattı, yurt dışına gönderip çağdaş bilimle tanışmalarını mümkün kıldı. Yani önce lider eğitimine önem verdi. Büyük taarruzdan önce topladığı Maarif Kongresi buna en güzel delildi. Orada aynı zamanda milli doktrini oluşturdu, genç öğretmenlere hedefler gösterdi, dinamik bir eğitim bakanlığı tesisine çalıştı. Anlaşılır lisanı, doğru bilgileri, çağdaş bilimi okullara, kitaplara taşıttı.
Çoklu, demode eğitim sistemini standart, bilimsel ve milli hale getirerek batıliyeti yendi, kız ve erkek çocuklarına eşit eğitim hakkı tanıyarak zihinlerdeki prangaları kırdı, dini okul ve kitaplardan çıkararak ait olduğu yere kalplere gönderdi. Merdiven altı, kontrolsüz tarikat ve tekkeleri kapatıp, eğitimi devlet gözetimindeki, aydınlık ve temiz okullara münhasır kıldı. Hayata rehber ve ışık olarak akıl ve bilimi koydu. Herkese eşit ve adil okuma, öğrenme hakkı tanıdı. Öğretmenlerin halka ulaşmasını temin için okul seferberliği başlatıp, tüm yurdu dersliğe çevirdi. Ders kitaplarını, yardımcı kitapları hatta bazılarını bizzat kaleme alıp okullara, hanelere, kışlalara dağıttı. Halkı, sadece çocukları ve memurları değil, tüm anne ve babaları, okuma yazma bilmeyenleri öğrenci kabul etti.
Eğitimi; eğitici eğitiminden başlayarak, ders kitap ve müfredatı tamamen baştan belirleyerek, okul ve eğitim birliğini standartlaştırarak, okul sayısını artırıp, idareci yetiştirip, kız çocuklarını da eğitime dahil ederek, devletin diğer kurumlarını adeta eğitimin emrine vererek, eğitimi okullara dek götürerek, okul yapımı için kısmi ve süreli ağaç kesimine dahi kanunla cevaz vererek, yabancı eğitimcileri de kültür ordusuna dahil ederek, güçlü bir milli eğitim bakanlığı teşkil edip, milliyetçi bakanlar atayarak, andımızı, İstiklal marşımızı okul bahçelerinde okutarak, uygulamalı eğitime yaygın yer vererek, hanelere, kışlalara değin kitap dağıtımı yaparak, beşeri ve dini aydınlanmayı eş zamanlı sürdürerek, öğrenci kıyafetlerini tek tip kılarak, yaygınlaştırarak, sistemli ve milli bir hale getirdi. Bu özgün model yepyeniydi, bize hastı, Atatürk bilgi ve kararlılığının eseriydi.
Atatürk’ün tüm dersleri uygulamalıydı. Memleketin ihtiyaç duyduğu sektörlere, yapılacak inkılaplara ve çıkarılacak yasalara uygun kalifiye personeli öncesinde eğitti, hazırladı. Her dersini hemen ertesinde inkılaplarıyla devreye soktu, yurdu bir laboratuvar kabul edip uygulamalı eğitimleri tarlalara, fabrikalara, demiryolu ağlarına çevirdi, üreten Türkiye’ye yakışır meslek erbabı yetiştirdi. Eğitimin devamı için anne babaları öğretmen yapıp, dersleri evlere taşıdı, mesuliyet verdi. Kışlaları okul yaptı, kılıç tutan elleri kalem tutar kıldı. Sağlıkçıları, hakimleri, asker ve öğretmenleri, memurları ortak davada birleştirip sinerji yarattı, verdiği milli eğitimle tüm beyinleri yarınlara sağlıklı olarak hazırladı.
Her gittiği yerde okulları da ziyaret etti, sorular sordu, dinledi, sınav yaptı, sınav kağıtlarını okudu. Karatahta başında, harita önlerinde dersler anlattı. Öğretmene saygıyla, eğitim aşkıyla kitaplar yazdı, sözlükler oluşturdu, eğitimdeki güçlükleri ortadan kaldırdı. Gerekli yasaları süratle hayata geçirerek, kaynakları önce eğitime tahsis ederek ulusun yarınları için en çok lazım olacak eğitim ve öğretimi diri tutmaya gayret etti. Öğretmen maaşlarına, okul ödeneklerine öncelik verdi. Eğitimde önceliği de milli ülkü ve milli ahlakın yücelmesine, çağdaş bilgiye verdi. Andımız’ı okunur, milli bayramları kutlanır kıldı. Seviyeli idarecileri, vatansever öğretmenleri yurdun dört yanına dağıttı. Eğitim felsefesini anlattı her gittiği yerde. Okudu, okuttu, araştırmayı ve sorgulamayı öğretti. Hurafeleri ayıkladı, hayatın gerçeklerini, memleket ihtiyaçlarını karşılamayı ilk hedef kabul etti. Cehaleti yenmeyi milli dava kıldı. Başardı da.
Atatürk en çok orduyu ve öğretmenleri sevdi. İlkiyle zulmü, ikincisiyle cehaleti yendi. Yarınlarda da en çok bu ikisine ve onların yetiştireceklerine güvendi. Bu yüzden öğretmenlik mesleğine adım atan herkes, öğreten durumundaki herkes Atatürk davasının neferi olmak zorundadır. Yani öğretmen geçmişi öğretip, geleceği şekillendirecek bilim insanı demektir. Öğretmen Atatürk neferi demektir.
İlkokul eğitimi çok önemlidir. Öğreten ve öğrenci önemlidir. Ama her anne ve baba çocuğun öğretmenidir, olmak zorundadır. Dinden bilime, hayattan tüm alemlere kadar aile çocuğun ilk okuludur. Çocuk hangi sınıfta okursa okusun aile için o çocuk aile okulunun hep aynı sınıfındadır. Hele ki eğitimin sekteye uğradığı zamanlarda ve içi eğitim çok daha fazla öne çıkmalıdır.
Önemli olan çocuğa bilgi vermek değil, çocuğu bilgiye istekli, hazır ve yetenekli kılmaktır. Gençlerin lüzumlu bilgiye erişimini engelleyerek ve lüzumsuz onlarca bilgiyi kafalarına sokarak yapılmak istenen şey masum bir acemilik değildir. Türk gençlerinin Ata’ları gibi 17 yaşında ülkeler fethetmesine, 19 yaşında cephelerde kahramanlıklar yaratmasına mani olmak, ‘tehdit oluşturmayacak koflukta’ bir nesil yaratmak suretiyle siyonizmin gelecek planlarının esenliğini sağlamaktır. En başta milli varlık ve mevcudiyetine düşman olan unsurları tanımak ve onlarla mücadele etmek zorunda olan gençliği, vurdumduymaz hale getirip cahil bırakmak bu nedenle çok vahimdir. Corona’nın vazifelerinden birisi eğitimi bu şekilde uzaktan komuta edilir hale getirmektir.
Korkma diye başlayan İstiklal marşımız, Oku diye başlayan Kur’an, Ey Türk gençliği diye başlayan Hitabe, Kahraman Türk ordusu diye başlayan sesleniş, Allah birdir, uludur diye başlayan Balıkesir hutbesi, Kur’an ile öğüt (örnek) vermek isterim ki diyen Mustafa Kemal size hala bir şey hatırlatmıyorsa, yaşananlar içinizi acıtmıyorsa… kendinizi bir kez daha sorgulayın.
Atatürk yaptı, yapmaya çalıştı. Kimini başardı, kimisi yarınlara emanet ve görev olarak kaldı. Şimdi bu emanet ve mesuliyet öğretmenlerde. Çünkü şanlı tarihi ve başarıları, zorluk ve ihanetleri, gerçekleri anlatmadan gelecek inşa edilemez. Yarınlarda selim ve güçlü olmaksa bunları bilip, ders almakla mümkün. Atatürk düşmanları, ona düşman olmakla aslında Atatürk sevdalılarına çok güzel örnek teşkil etmekte. Çünkü onların çaresiz ve insafsız saldırıları göstermektedir ki Atatürk’ün temsil ettiği zihniyet doğru, güzel ve kalıcıdır. Onlar ise beyhude yere gaflet ve ihanetle gerçeğe savaş açmaktadır. Sırf onların bu sonuçsuz saldırıları bile Atatürk dostlarına umut ve güven vermektedir. Nihayetinde onlar bel altına vurdukça bu tükenmek üzere oluşlarını da ispat etmektedir.
Atatürk mucizesi ve uyanışla gelen bu muazzam kalkınma, varoluş sebebimiz olarak tarih yapraklarındaki şanlı yerini korumaktadır. Bizlerin bu detayları, gayeleri bilme mecburiyetimiz bakidir, şahlanıştan habersiz kaldığımız müddetçe ümitlenmemize de imkan yoktur. Lakin O’nun davasını ve öğretmenliğini aşağıda maddelenecek 70 kusur dersle sınırlamak yahut tek bir kitaba sığdırmak, dahası 1915’ten 1938’e süren 23 yıllık destanını, söz, demeç ve eylemlerinin her birini buraya noksansız aktarmak hacim itibarıyla mümkün değildir. Nitekim bizler burada O’nun öğrettiği derin manalar üzerinde duracak, eğitim inkılabıyla aslında ne yapmak istediğini anlatmaya çalışarak kısa örneklerle ilerleyeceğiz. Okuyucunun yapması gereken şey; o demeç ve fiillerdeki derin anlam ve ruhu, bu derslerde öğretilenlerin gayesini yakalamaya çalışmaktır.
Bu yazıda beni en çok yoran şey; başımıza ve tüm dünyaya bela edilen küresel kumpasların ve ülkemiz üzerinde asırlardır oynanan oyunların tesadüfü olmadığını, konunun dini ve beşeri izahını aynı anda yapmanın kaçınılmazlığını ama bunu bir de Türklük mefhumu ile birleştirmenin güçlüğü ve ispatı zor ama gerçek tehdit olan küresel siyonizm konusunda akılları iknaya çalışmak. En yakın çevremden bile görmekteydim ki gerçek düşman ve asıl tehdit halkımızın aydınlarınca bile çoklukla anlaşılmamış. Gördüm ki toplumun elinde tanınmaz hale gelmiş bir İslam ve savunulamaz hale gelmiş bir Türklük kalmış ve bu ikisi adeta birbirine düşman edilmiş.
Ben profesyonel bir araştırmacı değilim, gazeteci de. Bu konu çok daha etraflı, kolay, anlaşılır izah edilebilirdi ama maalesef insanlar Atatürk’ü ve Türklüğü, duru tevhidle yan yana getirmeye korkmaktaydı ve laikliği savunurken dinsizlikle itham edilmekten korkan onlarcası seslerini bir düşük tona düşürmeye mecbur bırakılıyordu. Lakin öte yandan nice işbirlikçi hain dine salyaları akarak saldırırken, kuduz köpek gibi Türklüğe ve Atatürk’e de havlıyor ve yasalar o kişiler için tatbik edilmiyordu. Sahipsiz bırakılmış, Kur’an’dan uzaklaştırılmış, tarikatların eline teslim edilmiş İslam ve Atatürk’süz, Nutuk’suz bırakılmış Türklük ekranlarda cirit atarken, ülkenin başına Sevr günlerini aratmayacak çoraplar örülüyordu.
Ben bu kadar yapabiliyorum. Bir düşünme alanı açabildiysem, gözleri kırpıştırıp, akıllarda bir kıvılcım yaratabildiysem ne mutlu. Bunu bir insanlık ve vatan borcu bildim, dokuz aya yakın bir zaman ayırarak toparlamaya çalıştım.
Bahtiyarım, bir şeyleri anlatabildiğimi sanıyorum. Burada yazılanlar milli bir nasihattir. Benim emeğimden de ziyade önemli olan sizlerin düşünmeye, uyanmaya başlamasıdır.
14 thoughts on “Atatürkçü gençliğe ve eğitimcilere düşenler”