O’nun Ulus’una öğrettiği ilk şey tam bağımsızlık ve hürriyet fikriydi. Umutla gelen bu inanç diğer gayretlerinde nüvesini teşkil etmekteydi ve bağımsız olamamış bir ülkede hiçbir medeni adımın atılamayacağını çok iyi bilmekteydi. “Bağımsızlık, uğruna ölmesini bilen toplumların hakkıdır” diyen Atatürk daha kurtuluş yıllarında “Millî müdafaamızı; düşmanların bayrakları, babalarımızın ocakları üstünden çekilinceye kadar terk edemeyiz. İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatan toprakları üstünden yabancı adamların ayakları çekilmedikçe biz mücadelemize devam etmeye mecburuz. Kendi hükûmetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak, yabancı esareti bahasına nail olacağımız huzur ve mutluluktan bin kere üstündür” (1920) sözleriyle bağımsızlığın şart oluşuna işaret etmekteydi.
Bağımsızlık fikri O’na göre kutsaldı;
“Türkiye devletinin bağımsızlığı mukaddestir. O, ebediyen sağlanmış ve korunmuş olmalıdır.” (1923)
“Bence bir millette şerefin, onurun, namusun ve insanlığın var olması ve devam etmesi mutlak o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla mümkündür” (1921, Ankara) diyen Atatürk’e göre “Türk halkı asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı hayatın şartı kabul etmiş bir milletin kahraman evlatlarıydı. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştı, yaşamayacaktı” (21 Haziran 1922, İzmit) , “Türkler bütün tarihi boyunca hürriyet ve bağımsızlığa sembol olmuş bir milletti.”
Lakin bu mesuliyet ve istek, ölmez bir prensip olarak ölümü göze alacak fedakarlık gerektirmekteydi; “Bağımsızlık ve hürriyetlerini her ne bahasına ve her ne karşılığında olursa olsun zedeleme ve kayıtlamaya asla müsamaha etmemek; bağımsızlık ve hürriyetlerini bütün manasıyla koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son ferdinin, son damla kanını akıtarak, insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek; işte bağımsızlık ve hürriyetin hakiki mahiyetini, geniş manasını, yüksek kıymetini, vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez prensip… Ancak bu prensip uğrunda her türlü fedakârlığı, her an yapmaya hazır milletlerdir ki, devamlı olarak insanlığın hürmet ve saygısına lâyık bir topluluk olarak düşünülebilirler.” 1928
Atatürk’e göre üç temel insan hakkı vardı ve O ömrü boyunca bu haklar için savaşmıştı; Bağımsızlık, egemenlik ve uygarlık/çağdaşlık. Atatürk, Cumhuriyeti bu temeller üzerine kurmuştu. Bunu yaparken de bu hakların sadece Batı’nın değil tüm dünyanın ortak hakları olduğunu düşünerek hareket etmişti. Bu yüzü Batı’ya dönmek değil, tüm insanlığın ortak birikimi olan uygarlığa yönelmekti. Bugün mazlum milletlerin içine düştükleri çıkmazlardan kurtulması için sahip olunması gerekenler de bunlardı.
Kendisi için olduğu kadar memleketi için de sadece tam bağımsız bir yaşam hedefleyen Atatürk TBMM’nin birinci yıl dönümünde; “Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen, bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden olan dostluk ve siyaset münasebetlerini, büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım!” 23.04.1921 diyordu.
“İstiklâl ve hürriyet âşığı milletler için, ıstırap anları, o ıstırabın âmilleri, ibret alıp tetikte durmak için daima hatırlanmalıdır. İstiklâl ve hürriyetlerini her ne pahasına ve her ne karşılığında olursa olsun ihlâl ve takyide asla müsamaha etmemek, istiklâl ve hürriyetlerini bütün manasıyla masun bulundurmak ve bunun için, icap ederse, son ferdinin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı bir misalle süslemek: İşte istiklâl ve hürriyetin hakikî mahiyetini, geniş manasını, yüksek kıymetini vicdanında idrak etmiş milletler için esas ve hayati prensip” sözleriyle de gerektiğinde bağımsızlık uğruna son ferdin son damla kanına kadar mücadele etmeyi millet için ana prensip kabul ediyordu. Çünkü “Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyakat kazanamaz“ (Nutuk) diyordu.
Aksine bu uğurda ölümü göze alan milletler cihan nezdinde daima saygıyla anılırdı; “Bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve elbette esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman nazarındaki mevkii farklı olur.” 1927 (Nutuk I, S. 13-14)
“İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez” 1927 diyen Atatürk “Türk vatandaşı kesin olarak bilmelidir ki, bir milletin insanlık ve medeniyet âleminde yükselmesi ve muvaffak olması, yalnız ve ancak kendi kuvvetine dayanarak, hürriyet ve bağımsızlığını dokunulmaz bulundurmasıyla mümkündür. Bunun başka çare ve vasıtası yoktur” sözleriyle de egemenlik ve bağımsızlığın fedakarlıkla çalışarak kazanılabileceğini ve muhafaza edileceğini anlatıyordu.
“Bir milleti teşkil eden fertlerin o millet içinde, her nevi hürriyeti, yaşamak hürriyeti, çalışmak hürriyeti, fikir ve vicdan hürriyeti emniyet altında bulunmak lâzımdır. Keza, bir milletin tümünün her nevi hürriyeti, yani kendi topraklarında, haricin hiçbir müdahale ve sınırlaması olmaksızın hür ve bağımsız yaşaması ve çalışması lâzımdır. İşte, devlet, gerek fertlerin hürriyetini temin için millet üzerinde bir nüfuza ve gerek millet ve memleketin bağımsızlığını muhafaza edebilmek için kendine has bir nüfuz ve kuvvete sahip olmalıdır. Devleti teşkil eden milletin sinesinde nüfuz icra eden kuvvet, ferden hiç kimse tarafından verilmiş değildir. O, bir siyasî nüfuzdur ki, devlet kavramında kendiliğinden mevcuttur ve devlet, onu halk üzerinde tatbik etmek ve milleti haricen diğer milletlere karşı müdafaa eylemek salâhiyetine maliktir. Bu siyasî nüfuz ve kudrete “irade” veya “egemenlik” denir” 1930 diyordu.
“Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir” 1906 diyen Atatürk’e göre; “Hürriyetten doğan buhranlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman fazla baskının temin ettiği sahte güvenlikten daha tehlikeli değildi.” 1930 Bu tüm dünya gibi bizler içinde öyleydi çünkü “Hürriyet, Türk’ün hayatıydı.” 1930
Hürriyetlerin sınırlanması ancak kısa zamanlar ve müşkül durumlar için ve sadece Millet menfaatleri için mümkündü; “Ferdî hürriyetin ne kadarından feragat edilmesi lâzım geleceği, içinde bulunulan zamana ve memlekete göre değişir. Müstesna zamanlar, müstesna tedbirler icap ettirebilir. Bir de hürriyetin kötüye kullanılması, hürriyetin geçici, lâkin geniş miktarda sınırlanmasını gerektirebilir. Bütün bu tedbirleri ve sınırlamaları tanımak lüzumu, devlet fikir ve kavramını ifade eder. Bu hususlardaki tedbirlerin şiddetini ve hudutların genişliğini ölçmek, büyük bir sanattır. Devlet sanatı, işte budur. Vatandaşların umumî hürriyet ve saadeti için, fertlerden, ancak devlet için zarurî olan bir kısım hürriyetlerinin bırakılması istenebilir.” 1930
Öte yandan hiçbir hürriyet sınırsız değildi; “Nihayetsiz bir hürriyet düşünülemez. Hakların en büyüğü olan hayat hakkı bile mutlak değildir; intihara karar veren bir kimsenin cürmünün neticesi, hududu yalnız şahsına ait olduğu halde polis onu men ile görevlidir. Aynı kimsenin aynı hareketini biraz daha büyük ölçüde tasavvur eder ve düşündüğümüz cürmü bir şahıstan, bir aileye kadar uzatırsak müteşebbisin durumu, derhal zalim bir cani manzarası gösterir. Bu sebeple millî egemenlik düşmanlığı, müstesna bir saygı ve şeref mevkiine sahip bulunan bir milletin her şeyine, bir anda kastetmek cürmünden başka bir şey değildir.” 1923
Atatürk ve dava arkadaşları işte bu bağımsızlık yolunda ölümü göze almış, ulusça medeniyet yolunda ilerlerken hürriyet ve istiklali korumayı kutsal vazife kabul etmiş kahraman evlatlardı. Geçmişin tüm hatalarına rağmen şimdi yapılacak şey toplum yaşamının her alanında bağımsız olmaya çalışmaktı. “Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat netice olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden, milletimiz sözde mevcut zannolunan bağımsızlığında kayıtlı bulunuyordu. Şimdiye kadar Türkiye’yi, medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu hataya uyma neticesi; mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetinden ve bütün yaşama kabiliyetinden soyunma ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz; yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir.” 1921
Anadolu üzerine çullanmış işgalci düşmanların yaptıkları bu nedenle zulümdü; “Varlığını anlamış olan, hürriyet ile esaret farkını takdir eden, ölümü esarete tercih eden ve bunu her gün fiilen ispat etmekte olan bir milleti, mutlaka imha zalim arzusuna düşmek kadar dünyada vahşet düşünülebilir mi?” 1922 Bağımsızlığa kast zulüm olduğu için de Ulu önderin ulusuna öğrettiği çıkış yolu bu zulümle mücadele etmek gereğiydi; “Bizim intikamımız, zalimlerin zulmüne karşıdır. Onlarda zulüm hissi yaşadıkça bizde de intikam hissi devam edecektir.” 1923
Başkalarının zulmü kadar çirkin ve önemli olan bir diğer şey de milletin yetersizliği, idraksizliği ve bağımsızlığı önemsemeden, tembel ve umursamaz yaşama hevesiydi; “Zulüm, medeniyetle uyuşamaz. Yeteneksizlik de affa lâyık bir şey olamaz. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün beşeriyeti istifade ettirmekle görevlidirler. Bu prensibe göre, bundan âciz olan milletler yaşama ve bağımsızlık hakkına lâyık olamamak lâzım gelir.” 1920
Keza Ulusun tam bağımsızlığı sadece sınırların emniyetiyle yahut kudretli ordularla temin edilecek bir şey değildi. Hayatın her alanında topyekun güçlü, muktedir ve hür irade sahibi olmak gerekliydi; “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, İktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam seferberlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.” 1921 Aynı husus O’na göre adalet mekanizmaları için de tartışılmaz bir gerekti; “Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin devlet hâlinde mevcudiyeti kabul edilemez” ve “Bağımsızlık, istikbal, hürriyet, her şey adaletle mevcuttur.” 1923
Kurtuluş savaşımızın asıl ruhunu tam istiklâli elde etmek teşkil etmişti. Bunun ilk ve asli manası yurt toprakları içindi. İkinci manası, bütün mazlum milletlerin tam istiklâle kavuşma arzusunun bizim mücadelemizle başlamış olmasıydı. Atatürk, sömürgeciliğin yok olma çığırını açarak dünya siyasî haritasının gerçek mihverine oturmasını sağlamıştı. Bu gerçeği şöyle tamamlamaktaydı : “Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi ifa etmiyor, belki bütün Şark’a müteveccih (dönük) hücumlara bir set çekiyor. Bu hücumlar elbet de kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka (kesinlikle) nihayet bulacaktır. İşte ve ancak o zaman garpta, bütün cihanda hakikî sükun, hakikî refah ve insaniyet hüküm sürecektir.”