Yunanlılar kaçarak terk ettikleri İzmir’i yakıp yıkarken, şehir duman altındayken, Atatürk yanındaki genç subaylara şöyle diyordu; ”Çocuklar, bu manzaraya iyice bakın. Bu alevler bir devrin sona erip yeni bir devrin başladığını gösteren yangındır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıldaki bütün günahları şu ateşle temizlenirken yeni bir Türk Devletinin kuruluşu ve Türk milletinin yükselişi de cihana ilan ediliyor.” Atatürk bu sözleri söylerken devletin bakiliğine ancak saltanatın son nefeslerini verişine taptaze ve ölümsüz yeni Türk devletinin doğuşuna vurgu yapmaktaydı.
Nitekim O’na göre kurulan modern Cumhuriyet, Osmanlı’dan çok daha güçlü ve kalıcıydı. Şöyle demekteydi;
“Yeni Türkiye Devleti kesinlikle emin olasınız ki, eski muazzam Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha çok kuvvetlidir. Bunun böyle olduğunu ispat için, yakın olaylara müracaat etmeye de hacet yoktur; akıl, mantık bize gerçeği gösterebilir. Efendiler! Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o sınır içinde muazzam bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonu gelmez sınır içindeki insan kütleleri, hiçbir vakit temel unsurun lehine bir mevcudiyet değillerdi; belki aleyhine! Bu küçük unsur, geniş bir sahaya dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi bulunmaya, onları ve sınırları muhafazaya mecburdu; yani, bekçilik ediyordu. Herhangi bir maddeyi gayet geniş bir sahada dağıttığımız zaman o madde yoğunluktan, kuvvetten mahrum olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle, mevcudiyetiyle orantılı boyutlarda bir tabiî çevreye koyarsanız elbette daha yoğun ve kuvvetli olur. Bundan başka asıl, milleti ve memleketi kudretli yapan bir şey daha vardır ki, o da idare tarzıdır. Görülüyor ki Yeni Türkiye Devleti’nin teşekkülünden evvel, millet hiçbir vakit kendi tarihine, kendi hayatına, kendi refah ve saadet araçlarına malik olamamıştı. Hatta bu, kendisine düşündürülmemişti bile.. Sanki milletin vazifesi, herhangi bir padişahın hırs ve hevesini, herhangi bir serdarın geniş ve şaşaalı hayatını temin için sürüler halinde şuraya buraya gitmekten ibaretti. Fakat bugün böyle değildir! Bugün bütün halk, hepimiz benliğimizi anlamış bulunuyoruz. Mukadderatımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek, Hindistan’da imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır. Bütün dimağımızı, çalışmalarımızı bu memleketin bayındırlığına, refahına ayıracağız. Gayemiz budur ve bu gaye için mevcudiyetimizi bile ortaya atmaya hazırız.” 1923
“Devlet ve hükûmeti, kendi malı ve koruyucusu tanımak, bir millet için büyük nimet ve şereftir” 1936 diyen Atatürk’e göre devlet ve fert ilişkisi karşılıklı hak, görev ve sorumluluklara dayanmaktaydı ve devleti temsil eden hükümetlerin görevi milletin malını ve canını korumaktı, millet içinse bu devlete ve hükümete sahip çıkarak desteklemek büyük şerefti. Bunun istisnası saltanat yıllarında rast gelinen keyfiyet ve ihanet durumuydu.
Atatürk, 1935 yılında İzmir Fuarı’nın açarken devletin işleyişini, prensip ve hamlelerini ifade eden yönetimsel devletçilik anlayışını şöyle anlatmıştı: “Türkiye’nin uyguladığı devletçilik, sosyalizm kuramcılığının ileri sürdüğü fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Bireylerin özel girişimini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok yapılamayanları göz önünde tutarak, ülke ekonomisini devletin eline almasıdır.” Aynı yıl, partisinin programında devletçilik tanımı şöyle noktalanıyordu: “İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapımcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir.”
Atatürk’e göre uygulanması öngörülen Devletçilik Prensibi; “bütün üretim ve dağıtım vasıtalarını kişilerden alarak, milleti büsbütün başka esaslara göre düzenlemek amacını güden sosyalizm prensibine dayalı Kollektivizm yahut Komünizm gibi özel ve kişisel ekonomik teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildi.”, ”Kişisel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar, az zaman içinde milleti refaha, memleketi bayındırlığa eriştirmek için milletin genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerle, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen ilgili kılmaktı.”, “Ekonomi işlerinde devletin ilgisi, doğrudan yapıcılık olduğu kadar özel teşebbüsü teşvik ve yapılanları düzenleme ve kontrol da etmekti.”
Bu yeni devlet anlayışında tam bağımsızlık ilkesi ana esastı ve kim olursa olsun müdahalesi kabul edilemezdi. Buna saltanat ve halife, dış güçler veya sonradan hasıl olacak her türlü Cumhuriyet karşıtları da dahildi; “Milletimizin kurduğu yeni devletin alınyazısına, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi müdahale ettiremeyiz! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını muhafaza ediyor ve sonuna kadar muhafaza edecektir! Bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak vazifesiyle yükümlü tahayyül edilen bir halifenin vazifesini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet, buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar büyük bir mesuliyeti, bu kadar mantıksız bir vazifeyi yüklenemez.”
Nitekim Cumhuriyet’in Türk milleti için en doğru tercih olduğunu şu sözüyle açıklıyordu; “Bugün, hakkıyla iftihar edebileceğimiz bütün başarıların sırrı, yeni Türkiye Devleti’nin kuruluşundadır.” 1923 O’na göre Hükümetin iki amacı vardı; “Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını sağlamak. Bu iki şeyi sağlayan hükûmet iyi, sağlamayan kötüydü.” (1923, Adana)
“Sebep ne olursa olsun vatandaşın derdine çare bulmak, yardım etmek ve destek olmak, Cumhuriyet hükûmetinin koşacağı bir vazifedir. Fakat hükûmetin yardımını isterken ona karşı, gerçek ahlâk sahibi olarak çıkmak tek çaredir. Yoksa birtakım küçük, adî menfaatlerini gizlemeye çalışmak, bu ferdî ıstırapları bütün milleti kapsayan ıstırap gibi göstermek ve bu suretle Cumhuriyet hükûmetini yanıltmak isteyenler bilsinler ki, daima aldanacaklardır” 1931 diyordu.
“Cumhuriyet millî egemenlik temeline dayanan halk hükûmetidir” diyen Atatürk’ün Modern Türk Cumhuriyeti’ni var eden hükümetin milli yönetim şekline dair izahı da şöyleydi; “Efendiler, bizim hükûmetimiz demokratik bir hükûmet değildir, sosyalist bir hükûmet değildir ve gerçekten kitaplardaki hükûmetlerin, İslami niteliği bakımından, hiç birine benzemeyen bir hükûmettir. Fakat, millî egemenliği, millî iradeyi belirten bir hükûmettir, bu nitelikte bir hükûmettir. Sosyal bilim bakımından bizim hükûmetimizi ifade etmek gerekirse (halk hükûmeti) deriz. Efendiler, biz hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, milletin bütünlüğümüzce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletin tümüyle savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız. O halde bu ve bu gibi teşviklerle ve izahlarla hükûmetimizin dayandığı esasın toplum bilime dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzememekle öğünmeliyiz! Çünkü, biz bize benziyoruz, efendiler!” (Aralık 1921)
Hükmetme erkini tarifte şefkat ve samimiyete ayrı bir yer veren Atatürk; “İleri hükümetçiliğin ayırıcı özelliği, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin, en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur” 1937 sözleriyle hükümetlerin inandırıcılığının önemine değinirken, tüm devlet kademelerinde bu inandırıcılığın sağlanması gerektiğini düşünmekteydi. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin tesis ettiği medeni yönetim sayesinde artık devlet ve millet arası mesafelerin kapandığını da şu sözlerle anlatmaktaydı; “Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.” 1925
Bu yeni devlet şekli ve devlet kurumları medeni ve bilimsel halleriyle aldatılamaz bir durumdaydı ve riyakarlıkla, sinsi müdahalelerle devlet yönetimlerinde tahribata neden olmak mümkün değildi; “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, aldatılır bir varlık değildir. Onu aldatabilirim düşüncesinde bulunanların, işte asıl onların kendileri için telâfisi çok güç olacak derecede aldanmış olduklarına ve olacaklarına şüphe edilmemelidir.” 1937
Vatandaşlar devletin takipçisi olmalı, kötü gidiş sezdiği anda duruma müdahale etmeliydi; “Her halde millet hükûmetin bekçisi olmak gerekir. Çünkü, hükûmetin yaptığı işler olumsuz olup da millet itiraz etmez ve düşürmezse bütün kusur ve kabahatlara katılmış demektir.” (Aralık 1920)
1 thought on “Atatürk’e göre devlet, hükümet ve Devletçilik”