Bağımsızlık ve Cumhuriyet’in milli duygulara sahip olunmadan uzun ömürlü olamayacağını, milliyetçi anlayışla kolları sıvamadan büyük işler başarılamayacağına inanan Atatürk, gerçek Türk Milliyetçisiydi. O, paralara-pullara-şapkalara Bozkurt basıyordu. Masasındaki çağırma zili bile Bozkurt kafasıydı ( Samsun müzesindedir). O, TDK, ve TTK kurdurup Türk Tarih Tezini yazan bir bilge Bozkurttu. O’nun lakabı da Sarı Kurt idi. Türk Efsanelerinde 100-200 yılda bir görüldüğü söylenen “Gök Börü” belki de Atatürk idi. (Gökbörü, Bozkurt’un tüyü gök renginde (açık mavi) olanıydı. Türk efsane ve destanlarına göre Gök Börü, 100 yılda bir ya da iki kez görünürdü. Oğuz Kağan Destanı’ndaki Kurt, bu gökbörülerden biriydi. Türk’ün çok sıkıştığı anda kilidi açıp, çözen, yol gösteren olduğuna inanılırdı.)
13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı F. Marcosson’a verdiği mülakatta, “Biz milliyetçiyiz, ama bizim milliyetçiliğimiz bencil cinsten bir milliyetçilik değildir” ,“Biz artık fetih istemiyoruz” demişti.
Atatürk’ün İstiklal Harbi sonrasında giriştiği milli mücadelesini tek kelimeyle özetlemek gerekirse bu “Milli hissi uyandırmak” olacaktır. Çünkü bu şuur toplumda yer etmedikçe ilerleme mümkün değildi ve Atatürk sosyal ve manevi yaşamın her alanında milliyetçi bir idrakle işte bu hissi uyandırmaya çalıştı. Bunu da sözleriyle her ortamda açıkça dile getirdi.
Bu milli his ise dini veya mezhebi tabandan değil doğrudan milli ve insani temelden yükselecekti;
“Türk milleti, millî hissi; dinî hisle değil, fakat insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî hissin yanında, insanî hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle övünür. Çünkü Türk milleti bilir ki, bugün medeniyetin yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel yürüdüğü umum medenî milletlerle karşılıklı insanî ve medenî münasebet, elbette gelişmemize devam için lâzımdır ve yine malûmdur ki; Türk milleti, her medenî millet gibi, mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, yeni buluşlarıyla medeniyet âlemine hizmet etmiş insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hâtıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk milleti, insaniyet âleminin samimî bir asaletidir.” 1930
Atatürk Türk olmakla övünen, aziz milletin evladı olmaktan başka övünç kaynağı taşımayan ve bu hissiyatını da ulusuna aktarmaya çalışan bir dehaydı, milliyetçiydi. İngiliz ateşemiliterinin sorduğu bir soruya cevaben şöyle demişti; “Anasının ve babasının asilliğiyle iftihar eden Tedoz, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Attillâ’ya, barış görüşmesinden önce sormuş: “Siz hangi asil ailedensiniz?” Attillâ da ona cevap vermiş: “Ben asil bir milletin evlâdıyım!” İşte benim cevabım da size budur!”
“Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek” diyordu.
O demeçlerinde sıkça şöyle demekteydi; “Büyük milletler, felâket günlerinde şerefli imtihanlar vermeye fırsat bulurlar.” Nitekim Türk Ulusu uçurumun kıyısına geldiği anda en onurlu bir imtihan vermiş ve kazanmıştı. “Büyük şeyleri yalnız büyük milletler yapar” diyordu. Ve bu şeref kimseye değil ama sadece millete aitti; “Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki şeref, hiçbir vakit bir adamın değil, tüm milletindir.” (1923, Adana)
Bu şan ve şerefe isterse millet adına olsun sahip olmaya çalışan birileri çıkarsa onun başa bela olacağını da şöyle tarif etmişti; “Eğer mensup olduğum milletin şanı ve şerefi varsa, ben de şanlı ve şerefliyim… şan da, şeref de milletimindir. İçinizden biri çıkar da, sırf şan ve şeref için koşar, milletinden koparsa biliniz ki başınıza beladır. Millet bu gibilere asla izin vermemelidir.” (1923, Uşak)
Atatürk; “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur” diyordu. O’na göre Türk milliyetçiliği cihanda emsali olmayan kendisine has bir örnekti, zorluk ve mecburiyetlerden alevlenmişti; “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde, bütün muasır milletlere muvazi ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimaî heyetinin hususî seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır.” 1930
Yine O’na göre bu milliyetçilik ırkçılık olarak asla düşünülemezdi çünkü diğer tüm milletlerin varlığına ve saygınlığına saygılıydı; “Bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.” (1920)
Atatürk’ün tarif ettiği bu Türk milliyetçiliği, dünyada yaşayan bütün Türkleri seven, onlarla olan doğal ilişkileri kabul eden, kardeş sayan, onların uygar ve zengin olmasını, gelişmelerini dileyen ama kendisine siyasi alan olarak yalnız Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarını benimseyen bir anlayıştı. Onlarla siyasal bütünleşmeyi öngörmemekteydi.
Nitekim Atatürk; “Türk Milleti Kurtuluş Savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile mahkum milletlerin hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına ilgisiz davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ideal meselesidir… Hareketlerin imkan sınırları ve öncelikleri mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış Türkler, önce kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle uygun bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz” diyerek Milli sınırlar dışındaki Türklerle ilişkilerimizin esaslarını belirtmekteydi.
Sivas kongresi hazırlık aşamasında, 20 Ağustos 1919’da Sivas valisi Reşit Paşaya telgrafında kaleme aldığı; “Burada şunu da arz edeyim ki, bendeniz ne Fransızların ve ne de herhangi bir yabancı devletin yardımına tenezzül eden şahsiyetlerden değilim. Benim için en büyük korunma yeri ve kaynağı milletimin bağrıdır” sözleriyle bütün ilhamını aziz Türk Milleti’nden aldığını söyleyen Atatürk, Türk milliyetçiliğini tanımlarken özellikle milli karakter ve milli ideale önem vermiş, Türk toplumunun özel karakterinin saklı tutulmasını istemiş ve Türk karakterini şöyle tarif etmişti:
“Türk Milletinin karakteri yüksektir. Türk Milleti çalışkandır. Türk Milleti zekidir. Çünkü Türk Milleti milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk Milletinin yürümekte olduğu gelişme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.”
Türk Milliyetçiliğinin başlıca unsurlarından olan bu inanç ve ideali de şöyle belirtmişti; “Milletimiz, sonraki çalışmalarında da başarılı olabilmek için milli hedefini bütün açıklık ve kesinliği ile bütün vatandaşların nazarında ve vicdanında bütün parlaklığıyla belirlemiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin ideali olarak kabul ediniz. Fakat bu değerlendirmeyi yaparken dikkat ediniz ki, hayali bir anlama kendimizi kaptırmayalım. Milletimizin hedefi, milletimizin ideali, bütün dünyada tam anlamı ile medeni bir sosyal toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin varlığı, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle uyumludur. Medeni eser meydana getirmek kabiliyetinden yoksun olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından ayrı tutulmaya mahkumdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu dediğimi doğrulamaktadır.”
“Bu milletin evlatlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz” diyen Atatürk ısrarla; “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır” 1923 demekteydi.
Tartışılmaz bir vatan aşkına sahip Atatürk “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır” 1937 derken canını bu yola koyduğunu da şöyle ifade ediyordu; “Ben gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.”
“Millet sevgisi kadar büyük mükâfat yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur zannederim. Fakat, bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanın hepsi milletin eseridir, dedim; aranacak olursa, doğrusu da budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için, yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz; bugüne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük işlerimiz vardır. İlmî çalışmalarda bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem şudur: şahsınız için değil, fakat mensup olduğunuz millet için elbirliği ile çalışalım; çalışmaların en yükseği budur” sözüyle de bunu bir kez daha tasdik ve tekrar ediyordu.
“Milletin sinesinde serbest bir fert olmak kadar dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri bilen kalp ve vicdanında manevî ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddî makamların hiçbir kıymeti yoktur” 1922 diyen Atatürk bu hislerinin gerekçesini de şu şekilde izah ediyordu;
“En mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır. Herkesin kendine göre bir zevki vardır. Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir. Ancak bu şekilde düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceklerine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletin saadetini düşünmekten ziyade kendini düşünür, o adamın kıymeti ikinci derecededir.” (1937, Ankara)
Millet ve Meclisin tek parça ve ayrılmaz oluşunu da 20 Eylül 1919’da Sivas’ta Amerikan Generali Harbord’la görüşmesi esnasında, General’in “Fakat millet ve siz, her türlü çalışmada ve fedakârlıkta bulunmanıza rağmen muvaffak olamazsanız ne yapacaksınız?” sorusuna verdiği cevapta şöyle belirtiyordu: “Millet ve biz yok, birlik halinde millet var! Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kesin olarak söyleyeyim ki bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için her şeye girişir ve bu gaye uğrunda her fedakârlığı yaparsa, muvaffak olamaması mümkün değildir. Elbette muvaffak olur. Muvaffak olamaz ise o millet ölmüş demektir. Şu halde, millet yaşadıkça ve her türlü fedakârlıkta bulundukça muvaffak olamaması hatıra gelmez ve böyle bir şey söz konusu olamaz!” 1919
Hiçbir milletten aşağı olmadığımızı dile getiren Atatürk; “Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek maksatlar uğrunda ölmesini biliriz” sözleriyle ulusunu tarih ve kültürünü tanımaya davet ediyor; “Eğer bir millet büyükse kendisini tanımakla daha büyük olur.” “Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir” 1920 diyordu.
O’na göre Türklük, milliyet fikrini tatbikte çok gecikmişti; “Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hâdiseler ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.” 1923
Şimdi yapılacak şey milli ülküyü ortaya koymak ve uygulamaktı;
“Ülkümüzü açıkça ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu hiç yılmadan takip etmeliyiz. Şahsî menfaatlerimizden, hasis emellerimizden sıyrılmaya, ancak böyle canlı ve alevli ülkü sayesinde muvaffak olacağız. Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün yılmazlığa, kararlılık ve dayanıklılığa, meydana getirilen bütün birlik ve beraberliğe rağmen, yine en güzel, en şaşmaz, en doğru zihniyetleri ve ülküleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı, bütün millet fertleri çok sert karşılık vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir birlik kütlesi şeklinde belirmemiz, en zarurî bir vicdanî gerektir. Zira bu hususta bozgunculuk yapacak insanlara müsamaha göstermek, kıymet vermek, terbiye eseri değil, belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına malik değildir ve siz de olmamalısınız.” 1923
Bu ülkü ise kişilerin ihtiraslarına değil, milletin gerçek gaye ve emellerine yönelik olmalıydı; “Gerçekte ihtirassız büyük bir iş meydana getirilemez. Fakat onun herhalde millet yolunda bir hizmet gayesine yönelmiş olması lâzımdır. Başkan olan kimsenin, milletin ülküsüne göre hareket etmesi ve milletin psikolojisini bildikten sonra, o milletin eğilimine uyması gerekir.”
“Felâketler, elemler, mağlûbiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenlerin vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanması, vakarını bulması ve kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli sonuçları, nihayet bizim milletimizde de bu duyguları doğurdu. Milletleri yükselten bu özelliklere bir etken daha ilâve edelim: İntikam hissi… Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu alelâde bir intikam değil, hayatına, yükselmesine, refahına düşman olanların zararlarını yok etmeye yönelen bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet, acizlik ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık özelliğinin yok oluşunu ilân etmektir” 1923 diyen Atatürk “Ölmek isteyen bir milleti hiçbir kuvvet kurtaramaz. Türk milleti ölmek istemez; o, daima yaşayacaktır efendiler!” sözüyle Milletin ölmeyeceğine olan inancını belirtirken, kendisinden sonra da Milli dava yolundan ayrılmayacağına olan itimadını şöyle dile getiriyordu; “Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat!” 1926
O’na göre Osmanlı ve temsil ettiği zihniyet artık tarih olmuştu; “Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti ölmüştür. Bütün dünya bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini tanıtmağa kadirdir. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet bir vücut olarak ayağa kalkar. Haysiyetinin bir zerresine, vatanın bir avuç toprağına vuku bulacak tecavüzün bütün mevcudiyetine vurulmuş darbe olacağını artık Türk milletinin fark etmediğini sanmak hatadır.” 1924
Ulusun müşterek bağları eskisi gibi dini veya mezhebi bağlar değil artık Milliyet bağlarıydı; “Milletin varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dinî ve mezhebi bağlar yerine Türk milliyeti bağı ile fertlerini toplamıştır.” 1925
Ulu Önder ulusuna boş ve yanlış şeyler söylemediğini anlatırken, buna neden olarak milletin düşünce ve hissiyatını anlamış olmasını gösteriyordu; “Hiçbir sözümde milletime karşı geri alma durumunda kalmadım. Onları söylerken bir hayal peşinde koşan gibi, hayal şakıyan bir şair gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi.” 1923 Aynı şekilde davanın büyük adımlarında da güç aldığı şey bu aziz kaynak ve sağduyu olmuştu; “Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyeti ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur. Bu büyük millet, arzu ve istidadının yöneldiği istikametleri görmeye çalışan ve görebilen evlâdını daima takdir ve himaye etmiştir.” 1926
Dahası Millet çoğu davada kendisinden öndeydi, ilhamını da milletinden almaktaydı; “Mühim bir vazifenin yapılışında benden evvel işe girişen, millet olmuştur. Benim şu veya bu sebeple tehir ettiğim mühim vazifeyi millet bana ihtar etmiş ve yaptırmıştır. Bunu milletin müşterek ruhundaki yükseklik ve erginliğe parlak bir misal olarak anmayalım.” 1925 Bu böyleydi çünkü halk ve Atatürk aynı istikamette, aynı doğruda birleşebilmiş güç ve güven birlikteliği sağlayabilmişti;
“Bu millet hakikî eğilimine zıt düşünceye sapanlara iltifat etmemektedir. Bununla bugün çok övünüyorum. Bundaki isabetin sırrını izah için derhal söylemeliyim ki bizim ilham kaynağımız doğrudan doğruya büyük Türk Milleti’nin vicdanı olmuştur ve daima olacaktır. Bütün hareketi, verimi, kuvveti millî vicdandan aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin sağ duyusunu, rehber saydıkça şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere eriştireceğimize imanımız tamdır.” 1925
Atatürk’ün ileride müşkül anlarda yaşanacak sıkıntılar için de tavsiyesi sadece mitinglerle, sözlerle yetinmemek ve tıpkı İstiklal Harbi’nde olduğu gibi eyleme geçmekti; “Yalnız mitingler ve benzeri tezahürat büyük gayeleri hiçbir vakitte kurtaramaz ve ancak milletin sinesinden bilfiil doğan müşterek kudrete dayanırsa kurtarıcı olur.” 1919