Atatürk’le yürümek
Osmanlı uzun asırlar boyu ülkeyi masallarla uyuttu. Atatürk de Ulusuna güzel hikaye ve umutlardan teşkil bir masal anlattı ve hayal kurmayı öğretti. İki masal arasındaki fark; ilki uyutmak, ikincisi uyandırmak için olmasıydı!
“Bugüne kadar elde ettiğimiz başarı, bize ancak ilerleme ve medeniyete doğru bir yol açmıştır; yoksa ilerleme ve medeniyete henüz ulaşılmış değildir. Bize ve torunlarımıza düşen vazife, bu yol üzerinde tereddütsüz yürümektir.” 1923[1]
Küresel hürriyetsizlik tehdidi bu kadar büyükken hala günlük politikalarla kendi içimizde birbirimizle boğuşmak, Fatih İstanbul’u işgal ettiğinde “melekler dişi midir erkek midir?” tartışmasını yapan Bizanslı papazlar gibi olmak durumudur. Emperyal dünyanın bu bölgedeki çıkarlarının çok daha derin, çok daha uzun vadeli, bir beklentiye hizmet edecek tarzda düşünülmesi daha doğrudur. Çünkü ülkemiz 2.500 yıldır süren teopolitik tehdit altındadır.
Son kez kısa bir paragrafla hatırlatalım ki; başımızdaki dertlerin tamamı, dünyayı kana bulayan belaların tamamı müstakil düşünülmemesi gereken, organize hamlelerdir, tamamında siyonist küreselciliğin parmağı vardır. İçteki ayaklanmalar da, dinci bağnazlıklar da, Cumhuriyet aleyhtarlıkları da, savaşlar, isyanlar da bu kanlı ve hain işbirliğinin şeytani planlarının ürünü olarak hayata geçmektedir. Şimdi başımızdaki bela corona da bugünün değil yarının belalarına hazırlık olsun diye icad edilmiş bir gerekçeden ibarettir ve gelecek maalesef siyonist küreselcilik eliyle kana bulanacaktır. Bu sebeple Türklüğe, insanlığa, Kur’an İslam’ı hilafına sistem karşıtlığı yapanlar şeytani maksatlara hizmet ettiğini anlamak zorundadır.
İhanetin mazereti olmaz, bedeli olur. Bu bedel yarına kalsa da kimsenin yanına kalmaz. Atatürk ve eserleri her daim haklıdır, gerekli ve isabetlidir. Objektif değildir çünkü Cumhuriyet taraftarıdır, bilim taraftarıdır. Doğru taraf budur. Bardağa dolu tarafından baksak bile yanlış taraftakilere mazeret, süregelen ihanetlere kılıf bulamayız, yaşattıkları zulmü inkar edemeyiz. Atatürk’ten sonraki dönemde yaşadıklarımız; ulus devlet çizgisinden uzaklaşma, laikliği sulandırma, emperyalizme boyun eğme, kapitalizme muhtaç olma, teröre alıştırılma, siyaseten yalnızlaştırılma, çepeçevre kuşatılma, irticai faaliyetlerle dinin gerçeklerinden, anti milliyetçi eylem ve söylemlerle Türklük’ten uzaklaştırma şeklinde özetlenebilir.
Yazık ki Atatürk’ü unutan her yeni yılda, ülke O’nun ilkelerinden de o denli uzaklaştı, uzaklaştırıldı. İlke ve inkılaplar sahteleriyle, kavramlar başka karşılıklarla bulanık hale getirildi, en yüce davalar, bağımsızlık ve laiklik bile tartışılır hale getirildi. Baskılar siyasi arenayla da sınırlı kalmadı, ülke dağlarında terörler, camilerinde cemaatler, borsalarında yabancı sermayeler, fabrikalarında yeşil dolarlar egemen hale geldi. Ülke dört yandan saldırılar ile çekili dizginleri nedeniyle koşmasına mani olunan bir şampiyon yarış atına döndü. Acı olan bu hainliklerin çoğu dost ve müttefik görünen ülkelerden, içimizde yıllarca huzurla yaşayan azınlık ve kökenlerden, devlet kadrosunda olduğu halde hain emeller besleyenlerden, aynı dinden olduğumuzu sandıklarımızdan gelmesiydi. Yani Ulusça son yetmiş yılda sırtımızdan, yüreğimizden vurulduk, din kardeşlerimizce, müttefiklerimizce, bizden sandıklarımızla.
Burada yakın siyasi tarihi bir daha özetleyecek durumda değiliz. Lakin derinden yaşadığımız çok yönlü hatta çok uluslu bu kaostan çıkışı, küreselleşmeye yelken açmış zamanın gerekleriyle birlikte analiz etmek borcumuzdur ve küresel tüm bu çıkmazlara karşı tedbir alamaz isek önümüzdeki sürecin çok daha çetin geçeceği de muhakkaktır. Dolayısıyla kesin, etkin ve kalıcı çözümler bulmak zorundayız ve tüm bunlar bizi evrensel Atatürk ilkelerini yeniden hatırlamaya sevk ediyor. Şayet bu dikenli yolda Atatürk’ü rehber almaksızın yürümek durumunda kalırsak karanlıklardan çıkamayacağımız bariz.
Yirmi birinci yüzyıl, dünya tarihi açısından savaşsız geçiyor görünse de en zor yüzyıllardan biri ve artan nüfusa, siyasi gerginliklere, daralan gıda ve enerji kaynaklarına, sömürge arayışlarına bakılarak denebilir ki bu yüzyıl daha çok savaş ve göz yaşına gebe. Çünkü dünya barışı asla Atatürk gibi tarif edememiş, gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerin de birer varlık grubu olduğunu kabul edememiş, toprak büyüterek veya sömürerek refah ve huzurunu idame ettireceği gibi yanlış bir inanca saplanmış halde. Mazlum devletlere örnek olmuş Türk İstiklal Harbi ve Türk İnkılabı maalesef yeterince karşılık bulamadığı için, dünyada, özellikle Müslüman ülkeler arasında kan ve göz yaşı hakim. Oysa Atatürkçülük için sadece yurt içinde değil yurt dışında da haysiyetli bir barış esastır ve paylaşmayı, yardımlaşmayı, diplomasiyi gaye edinir. Sınırların aşılmazlığı, ülkelerin toprak bütünlüğü Atatürkçülükte ana prensiptir ve savaş ancak zorunlu sebepler varsa mubahtır. Aksi halde savaşların tümü cinayetten ibarettir.
Dünya devletlerinin özellikle güçlü ve paralı olanlarının barışı korumak gibi bir gayesi asla yoktur ve onlarca asıl olan kendi halklarının daha doğrusu kendilerinin mutluluk ve refahıdır. Bu refah diğer devletlerinin mahvına yol açsa bile onlara göre sıkıntı yoktur. Böyle olunca da hele ki dengesiz gelir dağılımı ve adaletsiz geçinme imkânları dikkate alındığında dünyada huzurun sağlanması küçük bir ihtimaldir. Devletlerin dost olması, sorunların anlaşmalar yoluyla çözülebilirliği çoktandır terk edilmiş vaziyettedir, güçlü devletlerin oldubittileri veya çok uluslu organizasyonların Yahudi tekelindeki yanlı tutumları barıştan çok savaşa hizmet eder haldedir ve kaybedenler daima gelişmekte olan ülkelerdir. Bu karanlık tabloda Ortadoğu çok daha vahim haldedir. Aklı ve bilimi çoktan terk etmiş, kaderini tek kişilik idarelere teslim etmiş, dininden habersiz, milliyetçiliği unutturulmuş İslam ülkeleri, karın tokluğu derdinde olarak, vatan ve din adına yüce duyguların katsayısını düşüreli uzun zaman olmuştur.
Ortadoğu ülkeleri Osmanlı’ya ve Türklere yaptığı ihanetlerin bedelini ağır vaziyette öderken, İslam’ı terk ettiklerinden dolayı da karanlık kaderlere mahkûm hale gelmiş, üretmekten ziyade tüketmeye, halk istek ve ihtiyaçlarından ziyade kişilerin inisiyatifine ve sokaklarında kol gezen terör yuvalarına teslim olmuştur. Bu halk ve devletler, yanı başlarındaki modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nden feyz alamamış, aksine Yahudi ve ABD oyunlarıyla, iç çekişmelerle her geçen gün zayıflamış, darbelere, ayaklanmalara, sözde Arap baharlarına bel bağlamıştır. Üstelik çoğu ‘rabia’ kardeşliğiyle modern Türkiye’ye bile düşman edilmiştir. Mezhep çatışmaları ile kavrulan bu ülkeler, ekonomik durumlarını bolca sahip oldukları petrole bağlamış ama yönetenlerce sömürüldükleri ve bolca kapitülasyon ile cendereye alındıkları için bu refahı da yaşayamaz hale getirilmişlerdir.
Anadolu ve tüm Türk Toprakları bu coğrafyanın en mutlu ve güvenilir ülkesiyse bunun sebebi Atatürk ve dava arkadaşlarınca hayata geçirilen mucizevi Türk devrimidir. Türkiye’nin saygınlığı da; İslam oluşundan değil, Atatürk nedeniyledir, çağdaş ve laik yapısı yüzündendir. Fiili ve siyasi olarak yani hem savaş ve hem de inkılap anlamında Türk aydınlanma hareketi, Atatürk öncülüğünde yok olmanın kıyısına gelmiş Türklüğü yeniden yüceltmiş, Atatürk halkına duyduğu güven ve kalbindeki imanla yedi cihana kurtuluş ve demokrasi dersi vermiştir. Köhne Osmanlı’dan yeni bir dal olarak hayat bulan Yeni Türkiye Cumhuriyeti her alanda medenileşmiş, on yıl gibi kısa bir sürede rekabet gücünü artırmış ve dünya devleri ile başa oynar vaziyete gelmiştir. Yazık ki bu hamleler Ulu Önder’in vefatıyla sekteye uğramış, 1950’li yıllardan sonra ilkeler terk edilmeye ve yabancı devletlere teslim olunmaya yeniden geri dönülmüştür. Buna rağmen bu yüzyılda umut hala vardır. Ancak pek çok yara pansuman beklemekte, pek çok ameliyatlık vaka rahatsızlık vermektedir.
Norveç’te zor bir sorunla karşılaşıldığında çözüme yönelik düşünmek için “Atatürk gibi düşün” deyimi vardır. Deyim Atatürk tarafından uçurumun kenarındaki bir ülkenin, cesaret ve fedakarlıkla kurtarılarak dünyanın saygı duyduğu bir ülke haline getirilmesiyle anlam kazanmıştır.
Ülke Atatürk gibi düşünemediği için maalesef Atatürkçülüğün ilk on beş – yirmi yılda kat ettiği mesafe sonraki süreçte mirasyedi olarak paylaşılmış, sonraki yıllarda ise duraklama devrine girilmiş yani ilke ve inkılaplar, kuruyan çiçek misali susuz bırakılmış, çapalanmamış, budanmamıştır. Böyle olunca da çağa uydurulmaya çalışılmayan veya terk edilen ilkelerle gelişmeler önce durmuş ve sonra gerilemeye başlamıştır. Bu arada arabizm ve israiliyatı da unutmamak lazım gelir ki Atatürkçülüğün emperyalizmle birlikte en büyük bu iki düşmanının ilki Arap milliyetçiliğini din diye tezgahlarken, ikincisi siyonizmin tüm zehirli oklarını din, halk ve devlet üzerine akıtmaktan geri durmamıştır. Bu ikisi zaten halka kara bulut gibi çöken cehalet belasının da baş sorumlusudur. Bu haliyle bile Atatürk milliyetçiliği bu yüzyılda hala vardır ama suya ve bakıma muhtaçtır.
Çağdaş ve demokratik nizamı yeniden yeşertmek ve canlandırmak için Atatürk’ün ilke ve inkılaplarını, felsefe ve hedeflerini takip ve tekrar etmek kafidir. O’nun hayata ve meselelere bakış açısı bir kez yakalandıktan sonra çözülemeyecek dert yoktur. İnkılap tarihimiz soyadı kanunundan, şapka devriminden ibaret değildir. Aksine İnkılap; her dönemde çağ atlamanın, çağdaş demokrasiye kavuşmanın, insani değerlere yeniden sahip olma ülküsünün adıdır. Dolayısıyla o inkılapçı ruhumuz bu küresel afete karşı da kendi tedbirini elbet gerçekleştirecektir.
Çocukluğumuzun en temel değerlerini unutturup YAHUDİLEŞTİREN küresel siyonizmle başa çıkmak için milli sınırlar içinde alınması gereken tedbirlerin ilk şartı fikirlerde ve kalplerde aydınlanma yani kötüye gidişin farkına varmadır. Bu mesele gayet mühimdir, yola çıkış noktasıdır. Milli ve bağımsız olma idealinin yeniden yeşertilmesi sonraki adımdır ki birlik ve beraberliğin etnik köken ve din, dil ayrımı yapılmaksızın yeniden tesisi milli güç unsurlarından olan nüfus gücünü de yeniden hayata geçirecektir. Bu aynı zamanda iç cepheyi tesis demektir. Atatürk işgalci düşmanlardan (zulümden) ziyade daha kuvvetli iki düşmanı (işbirlikçi zulmü) yenmeye çalıştı; ilki cehalet ve ikincisi içteki hainler. Bugün de ihanetin aynı yanık kokusu hissedilmektedir ve yangının söndürülmesi Cumhuriyet gençleri için üçüncü adımdır.
Onuncu adam kural veya felsefesi, çoğumuza yabancı ve tuhaf gelecek şekilde, 2013 yılında bir filmde (Dünya Savaşı Z) telaffuz edilen bir kural veya uygulamadır ve özü; olup bitenler hakkında herkes tam ikna olmuş vaziyette aynı fikirde olsa bile içlerinden görevlendirilmiş bir kişinin (onuncu adamın) tam aksi istikamette ispata çalışması ve sakınca-hata-hile araması demektir. Onuncu adamın tüm gayreti ön kabullerden, empoze veya teklif edilenden, algılardan sıyrılıp tarafsız hatta art niyetli olarak, konuya tersten yaklaşması ve açık araması gayretidir. Ülke gündeminde, bekaya dair meselelerde, siyasi manevralarda, terör sorunlarında, mali politikalarda, üretim, tarım ve sanayide bu kuralı işletmek olası tehdit ve tehlikeleri de görünür kılacak bir antitez çalışmasıdır. Bilhassa jeostratejik meselelerde bu onuncu adamın görevi tehdit kabul edilmeyen hamlelerin tehdit olasılığını belirlemek ve erken teşhis ile tedbir getirilmesini sağlamaktır. Gelişmelere aşırı ihtiyatlı davranmak demek olan bu tarz ile çoğu zaman görülecektir ki ortada daima söylenmeyen bir maksat vardır!
Bu tezin en yüce örneği Mustafa Kemal Atatürk şahsında gerçekleşmiştir. Koca bir ulusun, meclisin, saray ve halifenin razı olduğu, zararsız gördüğü, korkuyla titrediği bir anda, tehdidi anlayabilen ve kurtuluş ışığını “Ya istiklal ya ölüm” parolasında bulabilen Atatürk, beyan ve hareketlerdeki derin manayı sezişiyle, karşı manevra ve hamlelerin gerçek maksadını tespit edebilme kabiliyeti ile tüm yargı ve kabullerin ötesine geçip gerçeği yakalayandır. 21 nci yüzyıl Türk gençliğinin de yapması gereken aynı sorgulayıcı mantıkla; zihnini ve hürriyetini kontrol etmek isteyen iç ve dış odaklardan sıyrılarak düşmanı ve tehdidi net olarak görebilmek ve sonra etrafı ikaz etmektir.
Aydınlarımız dahil hiç kimse Atatürk’ten sonra anlamaya çalışmadığı ve yenmeyi düşünmediği için bugün ekranlar ve sokaklar şeytan doludur. Bize Çanakkale’yi ve Sakarya’yı kazandıran ne top ne tüfektir ama inançlı bir deha komutan ve Allah/vatan aşkıyla yanan mücahitlerdir. Türk’ü Türk yapan, hem bileği ve aklı, hem de inanç ve aşkıdır, şehadet özlemidir. Küreselizmin Türkiye planlarını hala anlamamış olanlar, hilafet ve saltanat naraları atanlarla, Atatürk düşmanlarıyla, yoksulu ezen zulümle, patronları himaye edenlerle, Türk’ü aşağılamaya çalışanlarla başa çıkamaz.
Atatürk de, İslam da bir partinin malı değildir. Oysa Ulusumuzun yakın tarihte tüm çektikleri, sahte din bezirganları ve sahte Atatürkçüler eliyle imaldir. Kendisini Türk hisseden herkes, Araplaşmamış ANADOLU İSLAM’INA (Atatürkçü İslam’a) dönmek, aziz Milletimizin değer ve kültürlerini yeniden hatırlamak zorundadır. Gün rakı ve balıktan, Nazım Hikmet şiirlerinden çok daha önemli meselelerin yaşandığı gündür. Gün bilmem ne risalelerindeki müteşabih hurafelerden, Rabialardan, muskalardan uyanıp Kur’an ayetlerine dönmek günüdür.
Türkiye üzerine oynanan oyunların ekonomi ve sağlık silahıyla ‘yobazlık ve Türk düşmanlığı’ dairesinde birleştiği, terörlerin ve siyasal kumpasların arttığı bu günlerde, aydınlık geleceğimizi karanlığa çekmek isteyen odaklarla mücadele etmek yerine, sessiz kalıp, milli direnişe engel olmaya çalışanlara… ulusça kırgınız. Atatürk, bırakın bu güzel ülkeyi, dünya kurtuluşunun son şansıdır. Kuvayı milli ruhu, misak-ı milli inancı ilelebet yaşayacak, Atatürk ve vatan aşkı sönmeyecek, hiçbir güç bizleri Allah yolundan çeviremeyecektir.
Herkes yalnız kurt olarak kalsa bile cehalet ve zulümle, iç ve dış zalimlerle, küfür ve şirkle cihada devam etmek zorundadır. Bu sebeple fanatik değil akılcı, riyakar değil gerçek, sözde değil özde, geçici değil baki bir sevgiyle Atatürk’ü anlamaya çalışmak doğru cevaptır. Ayrışmak, ayrıştırılmak ise yaşamı ve tehdidi anlamamak demektir. Hele ki bilmemek ve kandırılıyor olmak aziz şehitlerimizin kemiklerini sızlatmaktır.
Özetle; Ülke Atatürk’le yürümek zorundadır. Bu bir tercih değil, hayatta kalmak, refah yaşamak ve aydınlıkta kalabilmek için zorunluluktur.
[1] (Atatürk’ün S.D.I, S. 307)