(Okuma süresi 49 dakika, 8061 kelime, uzun yazı)
Önce Mustafa, sonra Kemal, sonra gazi, mareşal başkomutan ve başöğretmen, ve nihayet Atatürk olan bu asil kahraman aynı zamanda Türk’ün makus talihinin kurtarıcısıydı. Bozkurt misali halkını yokluğun kıyısından bereketli yarınlara taşıyan Atatürk destansı kahramanlık öyküleriyle dünyayı kendisine hayran bırakırken, vefatıyla da yasa boğabilen, ülkeler tarihine dünya lideri, emsalsiz başkomutan ve başöğretmen olarak geçen tek şahsiyetti. O… gemisini fırtınalı denizlerden sakin sulara çıkartan kaptanımızdı. Uçağını kasırganın, yıldırımlardan sıyırıp, puslu havaya rağmen piste emniyetle indiren pilotumuzdu…
Maalesef ülkemizde Atatürk’ü seven insan da sevmeyen insan da Atatürk’ü tanımıyor. Devrimleri neden yaptığını bilmiyor, okumuyor, O’nu kulaktan dolma yanlış bilgilerle öğreniyor. Ben bu kitabı herkesin okumasını isterim elbette ama Atatürk’ü sevmediğini iddia eden kimselerin daha çok okumasını isterim. Asıl onların Atatürk’ü tanımaya ihtiyacı var. O’nu sadece bayramlarda ya da 10 Kasım’da anmak yetmez, onu anlamak da gerekli. Zaten asıl onu milletçe anlayınca vasiyetini yerine getirmiş olacağız ve ülke yükselecek, bilimle, sanatla, ekonomik bağımsızlıkla… O ne demişti, ‘Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.’ Bizim bugün O’nu anlamaya ve anlatmaya daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Atatürk diyorsa, yapmışsa doğrudur! Bu benim düşüncem. Lakin önemli olan, sizlerin düşünmeye, uyanmaya başlaması. Çalışmalarımda Atatürk’ün nasıl ve neden dünyanın kurtuluş umudu olduğunu göstermeye gayret ediyorum. Bu anlamda bir kıvılcım çıkartabildiysem kendimi şanslı ve bahtiyar sayarım.
Tarihçi Prof. Herbert Melzig; “Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler, Atatürk’ün iman verici yön göstericiliğinden örnek ve kuvvet alsınlar” demişti.
Önümüzde bize güç verecek mükemmel bir örnek vardır; Atatürk. O’nun Milletine öğrettiği belki de en değerli şey aklın kullanılması, kalbe danışılmasıydı. O’na göre bilimsel düşünce ve duru inançla başarılamayacak hiç bir şey yoktu, yeter ki fikir ve niyetler masum ve milli olsun. Yeter ki sorgulamayla farkındalık yaratılabilsin, tarihten ders alınarak geleceğe ışık olunabilsin. O bir masal kahramanı değildi. Efsanelerde, destanlarda var olmuş geçici bir mazi harikuladeliği de. O yaşayan ve yaşayacak bir fikir, dava ve idealdi, milli ülküydü.
Bir gün Hasan Rıza Soyak Atatürk’e dilinin döndüğü kadar nezaketle hoşgörüsüne sığınıp;
‘Her akşam içmekten vazgeçmesini ve böylece bundan kendisini de memnun olacağını’ ifade edince şöyle demişti;
“Haklısın, bunları ben de bilmez değilim çocuk. Fakat ne yapayım ki içmeye mecburum. Kafam çok ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor. Vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacı duyuyorum.”
Daha hastalığının başında İsmet Paşa’ya da şöyle demişti; “Ben bunun alkole bağlı olmadığını göstereceğim.” Zamanın koşulları içinde bunu ispat mümkün olmadı ama o emindi.
Cemal Granda şöyle anlatmaktaydı;
“Atatürk için içkiyi bırakmaz diyenler acaba bir gün gelip aldanacaklarını hiç düşünmemişler midir? Evet bu kadar içki kullanan ve ondan ayrılmaz görünen adam üç ay hiç rakı içmeden durabiliyor. Atatürk hiç kimsede bulunmayan bir irade gücüne sahipti. Eğlenmesini de, içmesini de, çalışmasını da çok iyi bilirdi. Büyük nutkunu yazarken bunun tanığı oldum. Akşamları yine sofra kuruluyor, herkes karşısında yiyor, içiyor fakat O ağzına bir damla bile içki koymuyordu. Hatta yemek yerken herkesin içişini gülümsemeyle seyredişi hala aklımdadır. Oysa ben, içkiye alışkın insanların bir gün bile içmeden duramayacaklarını sanırdım. Atatürk’ün tam üç ay kendi isteğiyle içkiye boykotuna benimle birlikte tüm çevresindekiler de şaşıp kalmışlardı. Bu da O’nun görev aşkını ve sorumluluğunu, alışkanlıklarının ve beğenilerinin de üzerinde tuttuğunun en güzel örneklerinden biriydi. Atatürk’ün sevdiği ve güvendiği insanlardan otuz beş yıllık arkadaşı İzmit Milletvekili Süreyya Yiğit bir anısında şunları yazmıştı; ‘Atatürk büyük işler hazırlarken asla alkole ilgi göstermezdi. Nitekim Erzurum’dayken biz içerdik. O içki teklifimizi kabul etmez kahve içmekle yetinirdi. Korkunç derecede irade gücü vardı.’
Çankaya Köşk’ünde Büyük Nutku hazırlarken hiç içki içmediği gibi, kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki yazı yazmaktan yorulan elini değiştiriyor, fakat binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu feda etmekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofradaki arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak, kah ayakta çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışmanın, insan gücünün üstüne nasıl çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır.
Zihni o kadar yoğun çalışıyor ve devlet meseleleriyle o denli meşgul oluyordu ki akşamları uyumakta zorluk çekiyordu. Saltanatçıların karalamaya çalıştığının aksine Atatürk kritik savaş günlerinde, dini günlerde, hatta masasında alkol kullanmayanlar olduğu zaman bile asla alkol kullanmaz, kullanana da kullanmayana da ses etmezdi. Yanlış yönetim ve kararlara isyan, itiraz ve intizarla geçen gençliğinden beri süren ölçülü alkol kullanımını ise müptelalık olarak değil, beyninin hızlı çalışması sebebiyle uyuyamamasına bağlamaktaydı ki devlet ve millet meseleleriyle yoğrulmuş, her gün binlerce sorun dinleyen ve çare olmak zorundaki Mustafa Kemal’in tesadüf ettiği acılardan kederlenmesi de boşuna değildi. Bir gün Hasan Rıza Soyak Atatürk’e dilinin döndüğü kadar ve nezaketle hoşgörüsüne sığınıp “her akşam içmekten vazgeçmesini ve böylece bundan kendisinin de memnun olacağını” ifade edince Atatürk şöyle demişti;
“Haklısın, bunları ben de bilmez değilim çocuk. Fakat ne yapayım ki içmeye mecburum. Kafam çok ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor. Vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacını duyuyorum…”
Daha hastalığının başında İsmet Paşa’ya;
“Bunun alkole bağlı olmadığını göstereceğim” dediyse de ne kendisi ne de bundan kuşkulananlar gerçeği zamanın koşulları içinde hiçbir zaman öğrenemediler. Tanıda geç kalındığını Atatürk kendisi de fark etmişti…
Salih Bozok anılarında şöyle bir anekdota yer vermişti;
-Paşam çok içiyorsunuz, halkın dedikodusu bitmiyor. Biraz azaltsanız mı? deyince, Mustafa Kemal gülümsemiş…
– Başka bir şey konuşuyorlar mı peki Salih? demiş.
– Hayır Paşam, varsa yoksa içkiniz, cevabını alınca, elini Bozok’un omuzuna koymuş;
– Biz yedi cephede savaştık Salih…Bir vatan var ettik. Bak kendin söylüyorsun, çaldı çırptı, vatanı sattı demiyorlar ya, bırak konuştukları içkimiz olsun…
Atatürk yazı inkılabı hakkındaki bu konuşmasını halka doğru kadehini kaldırarak şöyle bitirmişti;
“Eskiden bunun bin mislini süprüntülüklerinde aşağılıklarında gizli gizli içen iki yüzlü sahtekârlar vardı. Ben sahtekâr değilim, milletimin şerefine içiyorum.”
Cemal Granda şöyle devam etmişti;
“Atatürk’ün hiç uyumadan üç gün durabildiğini de görmüştüm. Cephede değildik. Savaş da yoktu. Uykusuzluğu gerektirecek önemli bir olayla da karşı karşıya bulunmuyorduk. Fakat o bir işe ama ciddi bir işe başladı mı onun sonunun geldiğini görmeden asla rahat etmezdi. Yer ve zaman O’nun için önemli değildi. Nerede, ne şartlar altında olursa olsun yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında veya trende ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence anında sofrada bile karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti yarıda keser, ‘Beni mi istiyorsunuz ?’ diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı bir işi yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi. Bazen hiç durmadan okuduğu, kırk sekiz saat aralıksız çalıştığı olmuştur. Çankaya Köşk’ünde eline geçirdiği bir tarih kitabını bitirmek için iki gün iki gece hiç yatağa girmemiş, şezlongda dinlenmekle yetinmişti. Yalnız kaldığı ya da okuduğu zamanlar masaya pek iltifat etmez, koltuğa bağdaş kurup oturmayı daha çok severdi.”
Celal Bayar şöyle anlatmıştı[1];
“Atatürk’ün en büyük emellerinden biri bu sözde yatar. O yıllar Ankara elektriksiz, yolsuz, medeni vasıtalardan yoksun bir şehirdi. Caddelerinde deve katarları dolaşır, kahvelerinde gaz lambası, nadiren lüks lambası yakılırdı. Bakanlıklar bile orta halli binalardan ibaretti. Bakanlıklarda çalışmalar sabah başlar, gece yarılarına hatta daha sonralarına dek sürerdi. İşten, imkansızlıklardan yorulur, bezerdik. O zaman bizim için tek hayat penceresi Çankaya’ydı. Kendimizi Atatürk’ün yanında bulurduk. Kötü haberlerin birbiriyle yarıştığı günlerdi o günler. Asilerin, Yunan’ın, çetelerin yaptıkları kulaktan kulağa yayılırdı. Paramız yoktu ama bir tek güvencemiz vardı; Mustafa Kemal Paşa. “O çaresini bulur, işin içinden çıkar” diyorduk. Böyle olunca da gücümüzü yenilemek, nefesimizi tazelemek için Atatürk’ün yanına koşuyorduk.
O’nun milli mücadele günlerinde ne ara uyduğunu hala bilmem. Çünkü ne zaman arasak ayakta olurdu. Gece yarılarından sonra, sabaha karşı bile Çankaya’nın çalışma odasında ışık hiç sönmezdi. Atatürk gerçekleri konuşmaktan çekinmez, sorunu açıkça ortaya koyar ancak milletin bu dertlerle başa çıkacağını söyleyerek ruhlarımızı tazelerdi. Birden bezginliklerimizden sıyrılır, yeni bir iman ve yaratıcı güçle Çankaya’dan şehre inerken, güneşin doğuşunu seyrederdik. İçimizi Mustafa Kemal’in güneşi ısıtır, dışımızı doğan güneş aydınlatırdı.”
Atatürk, tarihin çoğu döneminde ama en çok Osmanlı’nın çöküşü esnasında sayısız badire atlatmış vatan topraklarını, önce hürriyete ve sonra çağdaşlığa taşırken işe unutulan manevi ve milli duyguları yüceltmekle başlayan, sonra ulusundan, vatan ve Allah aşkından filizlenen cesaret ve kahramanlıkla mucizelere imza atabilen bir dünya lideriydi. O dostu ve düşmanı ayırt ederek çıktığı yolda, taciz ve tehditlere kulak asmayarak canını ortaya koyabilen, esarettense ölmeyi tercih eden, Milletine de bunu aşılayan mavi gözlü sarışın bir dev’di.
O’nun yaptığı ve hayata geçirdiği şeyler zamanının ötesinde, örneksiz sıçrayışlardı ki kazandırdığı haklar medeni (!) Avrupa’nın yaşamına yıllar sonra girebilmişti. Mucize olan kısım da burasıydı ki çok değil on beş sene evvel yok olma kıyısına gelmiş Türklük, Atatürk’le on beş sene sonra dünyaya örnek ve medeniyette lider konuma geçebilmişti. Bu sıçrayış Türk’ün damarlarındaki asil kanın verdiği güçle olsa da elbette baş mimarı Atatürk’tü. Dünyanın ortak kanaatle en büyük lideri Mustafa Kemal Atatürk, Allah’ın bize bir lütfu olarak, bizi hak ettiğimiz ve ait olduğumuz çağdaş insanlık seviyesinde saygıdeğer bir mevkiye yüceltmişti. Buna rağmen … 82 yıl önce aramızdan ayrılmış Atatürk’ü, her gün, onlarca kez öldürüyoruz, özgürlüklerden vazgeçişimizle, milliliği terk edişlerimizle, batıla ve şeytanlara kanışımızla, ahlaksızlığı medeniyet sayarak, paraya meyledip vatandan cayışımızla, hortumlarla, hurafelerle, kadına şiddetle, yaktığımız ormanlarımızla… O’nu her gün öldürüyor, öldürenlere ses etmiyoruz.
Oysa… O’nun başarısı zamanla sınırlandırılamayacak, şekille ölçülemeyecek, mukayese edilemeyecek, tarihe gömülemeyecek kadar yücedir. Çünkü O; öğretmenliğiyle; hatırlatan, öğreten, gösterip örnek olan, ileriye bakmayı huy ettiren, aklı ve bilimin rehberliğini kılavuz ettiren, kalpleri ve vicdanları hür bıraktıran bir başöğretmendi. Önce düşünmeyi ve sorgulamayı öğretti, farkındalığı, farkında olmayı, fark etmeyi. Akılla muhakemeyi, tarihten ve milli değerlerden güç almayı. Dostu ve düşmanı tanımayı öğretti, Türklüğün aziz değerlerini, inancın verdiği moral ve ilhamı, esarettense ölmeyi, şehadetin sıcak nefesini, zulme direnmeyi, karanlıklardan çıkmayı, haysiyet ve şerefi. Mertliğin tarihe Türk’ün armağanı olduğunu fısıldadı kulaklara, meydanlarda beraberlik çağrıları yaptı, damarlardaki asil kandan, millet olmaktan, ülküden, milli idealden bahsetti, kadınla erkeğin birlikte süreceği yeşil tarlalardan, sanayilerden, okullardan, sanatlardan söz etti durmadan. O dışa bağımlı olmadan yaşanabileceğini, imtiyaz vermeden bayındır yarınlara yürünebileceğini gösterdi. Osmanlı’nın bağnaz taassubunu yırttı akıl meşaleleriyle, pislikleri, yaban otlarını temizledi dinden, egemenliği kişiden ulusa, vatanı zulümden selamete taşıdı. Enerjiyi sinerjiye dönüştürebildi, yurdu güzelleştirdi, eğitimi milli hale koyup, kıyafeti, ölçüyü, tarihi çağdaşlaştırdı, tarih ve kültürü itici güç yapabildi ilke ve inkılaplarına.
Atatürk’ün öğretmenliği ihanet şebekelerini, gerici dinciliği boğdu aydınlığın parlaklığıyla, geçit vermedi çetelere, yobazlara, tarikatlara, ihanetlere. Pırıl pırıl bir Cumhuriyet, şeffaf ve kurumsallaşmış bir devlet, güncel bir anayasa bıraktı ardında giderken… Okur yazar olmayan halkı, kitaptan, Kur’an’dan anlar hale getirdi, kitap okumayan ulusu kitap yazar kıldı, bilim ürettirdi, anlayışı, fark edişi, öğrenmeyi mümkün kıldı harf inkılaplarıyla. Hür kıldığı basınla ulaştı ücralara, yazdırıp dağıttığı kitaplarla evlere dek soktu medeniyet ışıklarını. Eğitimle öğretimi devamlı faaliyet görüp, herkesi öğrenci kabul etti, memurlara, devlet çalışanlarına, çocuklara öğretme hevesiyle çırpındı. Çocukları sevdi, aileleri sevdi, vatandaşı sevdi. Sevgiye susamış halkına umutlar, güvenler, kavuşmalar nasip etti, yardımlaştırdı, paylaştırdı, kucaklaştırdı küskünleri. Muhtaçları, yetimleri, gazi ve şehit yakınlarını devletin şefkatli kollarıyla kucaklattı, pisliğe, yasadışılığa savaş açtı var gücüyle. Yeşili korudu, köylüyü, çiftçiyi, tarımı, sanayiyi, ekonomiyi yüceltti Türk’e yakışırcasına. Bayındır şehirler kurdu, aydınlık yollar uzattı köylere kadar, altyapıyı, sporu, sağlığı yoluna koydu. Hukuksal adaleti temin etti, adalete olan inancı kuvvetlendirdi, devlet ve halkı tarif edip hak, görev ve sorumlulukları sıraladı her gittiği yerde. Sosyal, demokrat, hukuk devleti inşa etti sapasağlam, enkazlar üzerinde. Dünyada, bölgede, ülkede barış ve huzuru esas aldı, insanca yaşam için barışın ne derece doğru ve önemli olduğunu, ayrılıkların, farklılıkların çiçek bahçesi vatanın farklı kokuları olduğunu öğretti kavga etmek yerine, dillerin, inançların farklılığını insan tabiatının güzelliğine yasladı hoşgörüyle. Varlığına kast edenler amansız düşmanı olsa da, dost oldu dostlukla yaklaşanlara.
Devletin sınırlı bütçesiyle akıllı kalkınmayı, öngörüyü, basireti, proaktif yaklaşımı öğretti. Yıllar sonrasını hesap etmeyi öğrendi Ulus O’nun örnekliğinde. Devleti sömürmenin değil hizmet etmenin önemli olduğunu, milletin efendisinin üreten köylü olduğunu anlattı, disiplini, zamana riayeti, doğru sözü, gerçekle barışık olmayı öğretti. Gençliğe, Cumhuriyet’e, Meclis’e güvendi parlak yarınlar için. Yarınları çalışkan ve takipçi gençlere emanet ederken bir an tereddüt yaşamadı. Gençliğe olan güveniyle, çocuk sevgisiyle, bilgisi, inancıyla, sabanla kılıcın, kalemle ressam fırçalarının aynı melodiyi söylemesini sağladı. Kadınla erkeği omuz omuza verdirip, eşit ve özgür kılıp sağlam temeller attı Cumhuriyet’ine. Yolsuzluğa, hortuma, kişisel despotizme, israfa, lükse, lüks saraylara, kayırmacılığa, torpile, sadakat arayışına bulaşmadı, seçim korkusuna, koltuk sevdasına yenilmedi, denetlenmeye, dokunulmaya korkmadı, kalıcı olmaya, sınırsız yetkiyi süresiz kullanmaya kalkmadı. Namusuyla, özveriyle, egemenliğin sahibi milletin emrinde durmaksızın çalıştı… Atatürk; hayat sınavının, Anadolu Türklüğü’nün, insanlığın, mazlum ulusların, millet mekteplerinin başöğretmeni oldu.
Bize bugün düşen Türklüğü Atatürk gibi yaşamaktır. O’nunla aynı safta, yan yana çarpışarak başarabiliriz. Kafatasçılıkla tanımlayanlara, Araplaştırmaya çalışanlara inat, bize lazım olan tarihin en asil milleti olan Türklüğü, tarih ve değerleriyle yeniden inşa etmek, Türk medeniyetini dünyaya marka etmektir. Osmanlı gibi, çakma Osmanlıcıların bir kez daha Türklüğü kenara atmasına izin vermek bize yakışmaz. Ancak içi boş Atatürkçülük, sistemli ve planlı Atatürk düşmanlığı karşısında yenilmeye mahkumdur. Bu yüzden her Atatürkçü; Atatürk’ü doğru okumak, anlamak ve anlatmak zorundadır. Bu uğurda en yüce görev de öğretmenlerin ve gençlerindir.
Koca bir ulusun, meclisin, saray ve halifenin razı olduğu, zararsız gördüğü, korkuyla titrediği bir anda, tehdidi anlayabilen ve kurtuluş ışığını “Ya istiklal ya ölüm” parolasında bulabilen Atatürk, beyan ve hareketlerdeki derin manayı sezişiyle, karşı manevra ve hamlelerin gerçek maksadını tespit edebilme kabiliyeti ile tüm yargı ve kabullerin ötesine geçip gerçeği yakalayandır. 21 nci yüzyıl Türk gençliğinin de yapması gereken aynı sorgulayıcı mantıkla; zihnini ve hürriyetini kontrol etmek isteyen iç ve dış odaklardan sıyrılarak düşmanı ve tehdidi net olarak görebilmek ve sonra etrafı ikaz etmektir.
Bizlerin bugün içerisinde bulunduğu zor durumdan çıkışı da O’nun aydınlığıyla olmak zorundadır. Çünkü bugünler olmak ya da olmamak günleridir, tıpkı Sevr günleri gibi. Buradan çıkış güzergahımız da bu yüzden Atatürk’ün bataklıktan aydınlığa çıkarırken takip ettiği yol olmalıdır. Bu yol; milli egemenlik ve tam bağımsızlığı tartışılmaz ilke kabul eden, Cumhuriyet ışığıyla aydınlanan, egemenliği doğrudan halka veren, mandacı veya esir tüm fikirleri toptan reddeden, akıl ve bilim rehberliğinde çağdaş yarınlara yürüme yoludur. Milli birlik ve beraberliği şart koşan, bağnazlığı ve keyfiyetçiliği reddeden, haysiyetli iç ve dış politikayı esas alan bu yol, her şeye rağmen olmayan bir barışla, güçlü orduyu ve medeni milleti gaye edinmiştir.
O gün düşman İngiliz, Yunan, Fransız değil üst aklın emperyalist güç birliğiydi. Önce cehaleti ve sonra zulmü kader diye biçmişti bu aziz topraklara. İçteki makam sevdalılarıyla, işbirlikçi hainlerle, korkaklarla, mandacılarla, şeytanlarla iş birliği yapmış, yurdumuzu kana bulamıştı. Genç Cumhuriyet enerjisinin, bütçesinin yarısına yakınını onları etkisiz kılmak için kullanmıştı. Bugün aynı düşman borsalarda, dolar kurlarında, kapanan fabrikalarda, yabancı postallarında, dergilerde ve medyada, tekkelerde, tarikatlarda, hasta dolan hastanelerde yine karşımızda. Aynen işbirlikçileri de görev başında ve ülke yine enerjisini bunlara kullanmak zorunda kalıyor. Ayağa dolanan dikenli çalılar gibi insanlığın, medeniyetin, ülkenin ilerlemesine mani olan bu kuru kalabalık, kitlelerin cehaletinden, korkak gafletlerinden ve para sevdasından da istifadeyle Cumhuriyet’in inkişafına da mani oluyor. Yani o gün düşman kim veya kimlerse bugün de tastamam aynı!
Ama o gün o koyu cehaleti, acımasız zulmü yenen kahraman ve fedakar Türk halkı nasıl cansiperane mücadele ettiyse, o aziz şehitler nasıl vatanın mukaddes topraklarını kanlarıyla kutsadıysa o Millet bugün de burada. Yani düşman aynı, dost da aynı. Ülke o gün zor şartlarla yüzleşmiş, uçurumun kıyısına gelmişti. Bugün de o durumda. O halde yapılacak şey başka bir Mustafa Kemal beklemeden, Atatürk ilke ve fikirleri istikametinde bir kez daha milletçe uyanmak ve topyekun yeni bir Kurtuluş Savaşı vermek; istilacı, teknolojik, para babası hain düşmanlara karşı, omuz omuza. Bugün yaşamakta olduğumuz çıkmazlara evrensel çözüm olarak düşünülmesi gereken çarenin Atatürk olduğunu anlayabilmek için O’nun 57 senelik yaşama sığdırdıklarına bakmak, davasını ve mucizesini anlamak yeterlidir, mücadelesini anlamak fikirlerine katılınmasa da vicdanların borcudur. Çünkü ülke tarihinde saygıyı en çok hak eden lider O’dur!
Kutsal kitaplar din getirmez aksine götürür. Bozulan tevhidi yeniden rotasına oturtmak için gelen peygamberlerin görevi; insanların dejenere ettikleri inancı ortadan kaldırarak, orijinal ve tek kutsal sistemi tüm insanlığa yeniden hatırlatmaktır. Aynı acizlik beşeri yaşamda da mevcuttur. İnsan geldiği cennetlerdeki yaşamı, geçmişteki barış ve huzurunu unutup, doğalı, masum ve güzel hayatı hunharca katletmekte, yaşamı kendisi çirkinleştirmektedir. Bu katliamların en vahşi ve büyük olanı küresel siyonizmdir. Lakin Rahmet’in tek sahibi Allah, yakın çağlar boyunca insanlığa ‘yeniden insanca yaşama dönebilsinler’ diye dönem dönem keşifler, liderler, bilimler, fikir ve ilhamlar da nasip etmiştir ki bunların en yücesi ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’tür, O’nun davası ve temsil ettiği haklı, evrensel, bilimsel düşünce ve yaşam tarzıdır. Atatürk bu yüzden evrenseldir, çaredir, doğru yoldur. Atatürk insanlığa yeni bir bakış açısı getirdiği için değil, unutulan insanlığı, inancı ve Türklüğü yeniden hatırlatıp, rotasına oturttuğu için büyüktür, emsalsiz ve unutulmazdır. Başka Atatürk gelmeyeceğine göre, insanlık ve ülkemiz bu kez sorununu kendisi çözmek mecburiyetindedir. Dünya bu kaostan kendisi çıkmalı, toplumlar rüştlerini ispat etmelidir.
Bizim için ‘çözüm’ olan Atatürk, üst akıl için maalesef dert’tir. Bu yüzden de küresel emperyalizm bitirme tezini Atatürk Türkiye’si üzerine yapmıştır. Hem Atatürk’le yaşadığı dezavantaj ve başarısızlıklarını görüp dersler çıkarmak, hem de dünyaya topyekun nüfus edebilmek, şeytani sistemini yerleştirebilmek adına, aldığı ağır yenilgiden sonra, önündeki canlı örnek Atatürk’ü, bizlerden çok çalışmış, O’nun fikir ve taktiklerini ama tam aksi istikamette kullanmıştır. Lisandan inanca, sanayiden tarıma, finanstan sanata başarısızlıklarına sebep olan Atatürk’ün izlediği politikalara antitez oluşturarak yeni bir siyaset belirleyen küresel siyonizm, Anadolu halkının güçlü reaksiyonunu bu sayede yenebilmiş, Türkiye örneğinden dünya egemenliği için sonuçlar çıkartabilmiştir. Zamanın Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlıkları bu hastalıklı çabanın ürünüdür. Aynı şekilde siyonist küresel hevesçiler Kur’an’ı da tersten okumuş, analiz ederek manevi değerlere ve inançlı dünyaya nasıl egemen olacağını tespit etmiştir. Hurafelerin, örflerin, saltanat dinciliğinin, Arapçılığın ve elbette İsrailiyatın doğuşu ve etkisi bu çalışkanlıklarının mükafatıdır.
Dünya tarihinin tamamı özellikle de son yüzyılı işte bu saldırgan ideolojinin eseridir ve bu sapık mantığa güç yetirebilen tek lider Ulu önder Atatürk’tür. Atatürk, milli mücadelesiyle emperyalizme, ekonomi ve ziraat-sanayi devrimleriyle kapitalizme, eğitim kalkınması ile cehalete, dinde öze dönüş hareketleriyle de siyonist Yahudiliğe sekte vurmuş, yurt ve dünya emellerini en az elli yıl ötelemiş tek liderdir. Bizleri bugün ayakta tutacak şey doğru kaynaktan fışkırmış; umutlar, sevgiler ve fikirlerdir. Çünkü sınır tanımayan, sansür edilemeyen, sınırlara bağımlı kalmayan fikirler, despot yanlışlara direnebilir, çok uzak gönüllere ulaşabilir, sınıfsız, yargısız bir ideal cephesi oluşturabilir. Bu fikirlerin; çağdaş Atatürk ilke ve inkılapları istikametinde olması kaçınılmazdır ve bu alnı açık yol zaten aklın yaşam için arzuladığı laik, eşitlikçi ve özgürlükçü yoldur. Ülkenin de, dünyanın da aydınlığa çıkışı bu yol ile olacaktır.
Herkesin ufku denizi kadardır. Ne şekilde olursa olsun Koronavirüs günlerinin bir ön hazırlık (test yayını) olduğu unutulmamalıdır. Gelecek 5-20 yılda dünya ve insanlık son 2.500 yıldan daha büyük değişim-dönüşüm yaşayacaktır. Milli devletler ligi her durumda yeniden şekillenecektir. Bu süreçte kamplaşan değil, birleşen Türk Milleti en temel belirleyici unsur olacaktır. Tarih, değer ve kültürlerin sorgulanacağı yakın dönemde, mazisi apaydınlık olan Türklüğün mukadderatı ve zafer dolu, yenilikçi, azimli özgürlük tutkusu, milletleri kendisine aşık edecek, Türkleri bu topraklara layık görmeyenler bile o zamanlarda bizim burada oluşumuza sevinecektir. Bugünkü geçici ve aldatıcı tablo morallerimizi bozmamalıdır. Bunun için farkındalık ve tarihten ders, maneviyattan güç almak ilk şarttır. Farkındalık için de bilmek gerekir. Bilmek için de okumak ve anlamak. Elbette aklı kullanmak! Hayatı, bekayı ve özgürlüğü idame ettirmenin yolu, Korona göstermiştir ki; bilim, bilim, bilimdir. Tıpkı Kur’an’ın on dört asır, Atatürk’ün bir asır önce işaret ettiği gibi.
Atatürk davasını başarırken elbette yalnız değildi. Orkestra şefi gibi ülkeyi ahenkle hedefe yöneltirken yanında başta İsmet İnönü olmak üzere kendisine inanmış, davaya gönül vermiş niceleri, çocukluk arkadaşları, Batılılaşma isteklileri, çoğu sonradan siyasete giren kahraman komutanlar, fedakar telgrafçılar, cesur gazeteciler, durmaksızın çalışan sağlık personeli, tek harf öğretmek için çabalayan öğretmenler, kıymetli vekiller, genç talebeler, Kuvayı Milli’nin aslan yürekleri ve fedakar Türk halkı vardı. Davanın ardında Anadolu insanının duaları, annelerin kınalı kuzularının şehit olmak arzusu, asker yolu gözleyen yavukluların yanık türküleri vardı. On beşliler cepheye giderken gözleri sulanan dedelerin, şehitliklerde yana yana yatan Doğulu ve Batılı vatan evlatlarının cennetlere girişinin özlem dolu türküleri vardı. Atatürk’ün arkasında İzmir Marşı’nı söyleyen, Dağ Başını Duman Almış marşıyla Samsun’dan İzmir’e O’nu takip eden koca bir Ulus’un gölgesi vardı.
Atatürk Türkiye’si zulmü İstiklal Harbi’yle, cehaleti inkılaplarla yenmişti. Atatürk Türkiye’sinin gençlerine bugün düşen; cehaletten beslenen irtica ve siyasal İslam’la, din bezirganlarıyla, bilimsizlik ve bağnazlıkla, ahlaksızlık ve milliyetsizlikle, merkeziyetsizliklerle, aidiyetsizliklerle, çağdaşlığa ve Cumhuriyet’e düşman unsurlarla, kültür deformasyonuyla, zulümden beslenen küresel siyonizmle, emperyalizm ve kapitalizmle, kopya medenileşmekle, akıllara vurulan prangalarla mücadele etmek, bu uğurda devlet ve milletlere de önderlik ederek, “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla zafere ulaşana dek durmamaktır. Bu uğurda muhtaç olunan kudret damarlardaki asil kanda, muhtaç olunan cesaret kalplerdeki imanda mevcuttur. Bu anlamda Gençliğe hitabe, tüm bu kitabın özeti durumundadır ve insanlığın, özelde de Türk Ulusu’nun isyanı, haykırışı ve cihadı bu hitabe ile görev olarak verilen mahiyette hayata geçirilmelidir. Hedef ve gaye ise Onuncu yıl nutkunda hayat bulan Türk mucizesini tekrar edebilmektir. Aynı inançla, aynı ruhla!
Atatürk, milli kahramanlık ve kurtarıcılıkla sınırlandırılamayacak azamette evrensel bir dehadır, küresel liderdir. Dünya Hemingway’den Toynbee’ye kadar pek çok tarihçi ve bilim adamıyla bu kurtuluşa ve değişime gözleriyle şahit olmuştur. Dolayısıyla dünya literatürü için Atatürk doğulu bir kahraman değil, dünya kurtuluşunun umut parlaklığıdır. O’nun başarısını tekrarlamak içinse lazım olan şey başarı ipuçlarını yakalamak, O’nu ve davasını anlayabilmek, bu yolu fedakarlık ve vatan sevgisiyle yürümektir. En derin inanca, Millet sevgisine sahip Atatürk, fikirleri ve ilkeleriyle ölümsüzdür. O’nun Cumhuriyeti teslim ettiği gençlik en büyük sorumluluk sahibi olarak aydın, çağdaş ve Atatürkçü olmak zorundadır. Bu yolda gaflet, delalet ve ihanetler var olmaya devam edecektir ama gençliğin görevi onlara rağmen yürümekten vazgeçmemek ve Cumhuriyet’i kollamaktır. O halde yolumuz da, çözümümüz de, çaremiz de Atatürk’tür. Dünyanın bugünkü çaresizliğinin, kararsızlığının, stratejisizliğinin çözümü yaşanmış Atatürk örneğidir, çare sadece Atatürk’tür.
Çünkü Atatürk davası; rüştünü ispat etmiş tek örnektir, küresel emperyalizmi yenebilmiş tek davadır. Kadınıyla, erkeğiyle eşitlikçi ve özgürlükçü, cesaret ve fedakarlıkla bezenmiş tek emsaldir. O halde dünyanın tamamını kucaklayan, herkesi kurtaracak evrensel çözümlere ve başarılmış örneklere ihtiyaç vardır ki Atatürk Türkiye’si, içte kendisini kurtardığı gibi, dışta bölgesel barışı sağlamış, dahası çok uzak diyarlara (mazlum devletlere) bile özgürlük ve mücadele ruhu aşılayabilmiştir. Dünya mazlumları Yeni Türkiye örneği ile nefes alabilmiş, umutla tanışmıştır. Bu yüzden 21 nci yüzyılda aranan evrensel çözüm Atatürk’ün bir asır önce başardıkları ile bulunacaktır.
Bu nedenledir ki son yılların tüm şer aksiyonları ülkemiz üzerinde oynanmakta, bir yandan inançlar, bir yandan milli duygular köreltilmeye çalışılmaktadır. Zamanın Atatürk düşmanlığı da üst akılların yarattığı görevlendirmelerden ibarettir. Çünkü damarlarda dolaşan bu genetik kudret ve azim sadece bu topraklarda yaşayanlar için değil tüm mazlum devletler için bir umuttur ve küresel dikta inanmaktadır ki umut ve sevgi yok edilmeden kazanması asla mümkün değildir. İblisi karanlık da inanmaktadır ki Türklük yok edilmeden, Atatürk unutturulmadan gayesine erişemeyecektir. Bunda da gayet haklıdır.
Yıl 1915. Osmanlı ölmek üzere, düşman donanmaları Çanakkale boğazına dayanmış. Yıl 1919. Aynı şeytan zırhlıları İzmir kıyılarında asker indirmekle meşgul. Aylardan mayıs, bakışlar şaşkın, korkular zirvede, saray kaygısız hatta düşman postallarını alkışlar vaziyette. Halife düşmanla çaylar içmekte, basın düşman askerlerini göklere çıkartmakta, din adamlarının bir kısmı halkı direnmemeye çağırırken, içteki azınlıkçı hainler ve işbirlikçiler düşmanla işbirliği yapmakta. Ordu yok, tersane yok, silah, para, umut yok. Anadolu derin bir yas ve işgal altında. Aynen dünyanın şu anki küresel işgal altında oluşu gibi karamsarlık hakim, yedi düvel düşman toprakları talan etmiş, türlü zulümlerle katliamlar sergiliyor, canlar, namuslar tehdit altında, karşı çıkacak bir düzenli ordu bile yok.
Yıl 1922. Düşman denize dökülmüş. Yıl 1923 Cumhuriyet ilan edilmiş. Vatan huzura, namusa, ahlaka, hürriyete, din selamete kavuşmuş, yurtta tek bir düşman neferi kalmamış, Anadolu sevinç çığlıkları atmakta.
Yıl 1933. Cumhuriyetin ilanından sadece on yıl sonrası. Memleket demir ağlarla örülmüş, okur yazar oranı tama yaklaşmış, salgın hastalıkların kökü kurutulmuş, saltanat ve halifelikten kurtulunmuş, kalkınma planları devreye sokulurken, halk Avrupa’nın dahi henüz tanışmadığı özgürlüklere sahip olmuş, Karadeniz vapuru liman liman Avrupa başkentlerini gezerek yeni Türkiye’yi tanıtmış, modern ordu, milli eğitim, yerli sanayi tesis edilmiş, tek kuruş borç yapılmadan, eski borçlar da ödenerek tam bağımsızlık, ilim ve akıl rehberliğinde, laik ve demokratik sosyal devlet tesis edilmiş, tüm komşularıyla dost olmuş, tüm kardeşleriyle gönül başı kurmuş, on yıl önce savaştığı düşmanla bile çağdaş demokratik bağlar kurabilmiş, suç işlenmeyen, ahlaksızlık yaşanmayan, hür ve refah bir ülke. Sadece on yılda…
Atatürk Türkiye’sine dönemezsek kendimiz dahi çok yakında nefes alamaz hale geleceğiz. ÇÜNKÜ ATATÜRK TÜRKİYE, TÜRKİYE ATATÜRK’TÜR. Dünya ve özelde de Türkiye, kendi rızasıyla yapacağı doğal bir resetleme ile, demokrasi ve vicdan tabanlı kültürel nizamını oluşturarak, yeni normalini unuttuğu tarihi değerlere yaslayarak, kendisini Atatürk formatına geri döndürmek, fabrika ayarlarına dönmek zorundadır. Bu sebeple insanlık Atatürk ışığında, vatan ve Allah sevgisiyle, insan olmanın erdemiyle bir kez daha topyekun bir aydınlanma, Rönesans yaşamak zorundadır, insanlık artık insanlığını hatırlamak borcundadır… Bir gün çocuğumuz karşımıza dikilip “Ülke bu hale gelirken sen ne yaptın?” diye sorduğunda susup, utanarak başınızı yere eğmek istemiyorsak, elimizi taşın altına sokacağız. Ülkemizin kurtuluşu önce zihinlerin ve duyguların kurtuluşudur. Bugün insanlığın sessiz kaldığı zulmün en ağır faturasını, daha çocuk olan yarının gençleri ödeyecektir. Yani bizlerin gaflet ve korkuları onların koyu karanlıkları olacaktır. Bu vebal ise ödenemez. Çocuklar gülüyorsa, bütün kötüler kaybetmiştir. Umut daima vardır, gelecek aydınlıktır. Çocuklarımız yarınların yönetenleri olacaktır ama onların nasıl bir dünyada yaşayacağı şimdi bizim yapacaklarımıza bağlıdır. İnsan haysiyetine, sevgi ve umuda, hürriyete, kardeşlik, huzur ve mutluluğa vereceğimiz değer, onların en büyük mirası olacaktır ki bu umut ve dua etmekle gerçekleşmeyecek bir hayaldir, çalışmak, fedakarlık etmek, teslim olmamak demektir.
Yıl 1938, 10 Kasım. İstanbul Üniversitesinde saat dokuzu beş geçenin haberi duyulur. Hukuk fakültesinde bir Alman Profesör vardır. O da duymuş, şaşırmıştır. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremez. O sırada aklına rektöre müracat etmek gelir. Kalkar yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer;
‘Efendim kararsız kaldım, acaba ne yapsam?’
‘Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılırsa onu yapın.’
İşte o zaman adam kollarını iki yana sarkıtarak cevap verir;
‘Bizde hiç bu kadar büyük bir adam ölmedi ki!’
Atatürk’e yapılan en büyük haksızlık O’nu sevmemek, saygı ve minnet duymamaktır… Bu vatanın evlatları, sönmeyen bir ateş çemberinin tam ortasında, O’nun emanet bıraktığı ‘bağımsızlık ve cumhuriyetin’ bekçileri olarak dünya uluslarından çok daha fazla Atatürkçü olmak ve O’nun düşüncelerini anlamak ve takip etmek mecburiyetindedir.
O’nu anlamak; fikir ve ilkelerini, mücadelesini, inkılap ve düşüncelerini öğrenmek ve benimsemek, O’nu takip etmek; hedef ve ilkelerinin peşinden gitmektir. Çağdaş, refah ve güçlü bir Türkiye için Atatürk’ü anlamak, izinden yürümek ve çalışmak temel şartımız, tam bağımsızlık ve milli egemenlik namusumuzdur.
Gençlik emanete sahip çıkmak, durmamak, çalışmak, yılmamak, araştırmak, öğrenmek, kanmamak, aldanmamak zorundadır. Çünkü duran uluslar geçilmeye, aldanan uluslar yok olmaya, aklı kenara koyan uluslar köhneleşmeye mahkumdur. Bağımsızlık, milli birlik ve beka ulusların en kıymetli hazinesidir. Bu hazineyi elde tutmak güçtür. Lakin muhtaç olunan güç mevcuttur ve ecdadın şehit kanıyla şereflenmiş damarlardaki asil kanlardadır. Mustafa Kemal Atatürk İçimizde ölmeyen bir fikir ve umut olarak yaşadıkça ufuklar bir kez daha kararmayacak, Cumhuriyet payidar kalacak, ezanlar susmayacak ve Türklüğün yükselmesinde sınır olmayacaktır. Bu yüzden O’nu tanımak ve anlamak, O’nun eseri bu güzel vatanda nefes alan herkese vicdani bir borçtur.
Atatürk’ün sebep olduğu neticelerden birisi de Türk’ün tarihine yeni ve temiz bir sayfa açmasıdır. Kirlenmiş, yozlaşmış ve tanınmaz hale gelmiş Osmanlı katmanından sonra ortaya çıkan bu parlak tablo, devletin hezimetini unutturan, şanlı tarihin başını yerden kaldıran, yeni bir başlangıç ve medeniyet alemine karşı güçlü bir başkaldırıdır. Kendisini yok sayanlara, yok etmek isteyenlere inat Türk’ün bu şanlı yükselişi dünya tarihine doğrudan tesir eden bir olay olarak adeta bir çağ başlatmıştır ki bu temiz sayfadan sonrası gençliğin gayretiyle bir daha asla kirlenmeyecek, aynı gafletler bir kez daha yaşanmayacaktır. Uluslara çokça nasip olmayan bu durum Türk’e nasip olmuş, Atatürk gibi bir deha önderliğinde Ulus, şahlanabilmiş, yeni başlangıçlar yaparken, ikinci bir şans yakalamıştır. Şimdi vazife bu başlangıcı olanca ivmesiyle sürdürmek, geçilmemek için sürekli ilerlemek ve bir kez daha kurtarıcı beklemek yerine kurtarıcılığa soyunmaktır.
Bu millet bir Mustafa Kemal’e daha muhtemeldir rast gelemeyecektir. Lakin O’nun gençliği bünyesinde nice Mustafa Kemal fikirleri üretecek potansiyeldedir ve bu temenni geleceğe dair de umutlarımızın nüvesini teşkil etmektedir. Atatürk ilke ve inkılaplarını ucundan azıcık tutan sözde Atatürkçüler dahil tüm Atatürk ve Cumhuriyet hasımları bilmelidir ki anayasal devlet modeli, üniter ve ulus devlet şeklindeki yapısını ilelebet muhafaza edecek, kişilerin, zümrelerin veya dış güçlerin kapitalist, emperyalist, gerici ve kan emici oyunlarına gelmeyecektir. Bu sayfanın temiz kalmasını teminden görevli iki unsur ise siyaset üstü olması gereken Ordu ve sarsılmaz bir dinamizme sahip gençliktir. Onları şekillendirecek, donatacak ve milli eğitim ve milli terbiye ile formatlayacak olan aileler ve öğretmenler ise Cumhuriyet’in asil memurlarıdır. Bu nedenle anne ve babalara, eğitim personeline düşen asli görev Atatürk’ün işaret ettiği gibi; verilecek eğitimin sınırı ne olursa olsun evlatlarımıza evvela milli menfaatlerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek gereğinin öğretilmesidir. Bu gayrette muvaffakiyet güçlü yarınlar, ihmal ise tekrar Sevr günlerine mahkum olmak neticesidir. Lakin halkımız hala gücünün farkında değil ve hala kurtarıcı bekliyor.
Atatürk sağlığında her şeyin baştakilerden, kişilerden veya kendisinden beklenmesine çok üzülüyordu. Zaman zaman da bunalıyordu. 1930 yılında bir yurt gezisinde Hasan Rıza Soyak’a şöyle demişti;
“Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk , maddi ve manevi perişanlık içinde… Ferahlatıcı çok az şeye rastlıyoruz. Maatteessüf memleketin hakiki durumu işte bu. Bunda bizim günahımız yoktur, uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişatından gafil birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe bu acınacak hale düşmüş… Memurlarımız henüz istenen seviye ve kalitede değil, çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın… Büyük yeteneklere sahip olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış…”
Devamında da şöyle sürdürmüştü;
“Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı… İşte bu zihniyetle büyük bir tevekkül ve rehavet içinde bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor, fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsi bir kuvvetim yoktur ki…”
Bu samimi itiraftan sonra ne yapılması gerektiğini de şöyle açıklamıştı;
“Fırsat buldukça sürekli tekrar ediyorum. Bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden önce, pek başka şartlar altında yetişmiş, bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat, ihtisas sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkan meselesi. Bu itibarla evvela kafaları ve vicdanları köhne , geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin, işlerin ehli, idealist ve enerjik insanlardan oluşan, düzenli, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın, sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak. Maddi ve manevi her türlü yetenek ve kaynaklarımızı faaliyete getirecek, işletecek, böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacak… Başka çaremiz yoktur. İleri milletler seviyesine ulaşmak işini bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkansızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz. Kafileyi hedefe doğru yürütmek için, insan dayanaklığının üstünde çaba harcıyoruz. Başka ne yapabiliriz ki?”
Kısa bir kahve molasından sonra sözlerini şöyle tamamlamıştı; “Her ne hal ise… Umutsuzluğa değil, ufak bir tereddüte dahi düşmeye mahal yoktur. Halimizi bilmekle beraber cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize varacağız.”
Dikkat edilirse Atatürk her şeyin tamam olduğundan değil, yarınlara kalanlardan, o işleri kimlerin sürdüreceğinden bahsetmekteydi. Yani tamamlanmamış, tamamlanmayacak bir mücadeleden söz ediyordu. İnkılaplar bitmez, sadece başlar. İnkılabı ihtilalden ayıran da budur. İnkılaplar başladı, sıçrama yaptı, tezler çözüldü, antitezler getirildi ama bitmedi, devam ediyor. Ülkede ve dünyada bir gün ‘uyum ve işbirliği çağı’ kurulacaksa bunu gençler başaracaktır. O çağı kuracak aydınlanmış gençliğin yetiştiricisi öğretmenler, ilham kaynaklarından en büyüğü de şüphesiz Atatürk olacaktır. Bu meyanda Atatürk’ün Türk Gençliği’ne seslenişi aslında dünya gençlerine sesleniştir. Kuruluş ayarlarına dönüş de geriye dönmek değildir. Kurucu köklerden ilham alarak geleceğe dönüştür.[2]
“İnkılâbın kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız inkılâp ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devirlerde de böyle olacaktır.” 1923[3]
Atatürk’ün fikir dünyası kocaman bir puzzle gibidir. Tüm parçaları yerine koymadan tamam olmaz. O’nun her alanda yaptıklarını, dediklerini ve düşündüklerini yani ilke ve inkılaplarını tam anlayamadan Atatürkçü olmak mümkün değildir. Bütünleyici ilkeleri dahil olmak üzere, Atatürk; öğrettiği, işaret ettiği, sustuğu veya itiraz ettiği şeylerle Atatürk’tür, yanılmamıştır, yanlış yapmamış tek liderdir. Dolayısıyla Türk Ulusu’nun takip etmek zorunda olduğu tek ayak izi de onunkisidir. Dünya lideri, aşılmaz deha Atatürk, Türk’ün bozulan kalibrasyonunu ayara soktu terleyerek, kanayarak, yorularak, durup dinlenmeden, kırık kaburgalarıyla, üşenmeden, mızmızlanmadan. Rapor almak varken eğitim, savaş, kültür cephelerine koştu kanayan yaralarıyla. Çünkü O’na göre asıl kanayan yara Ulus’unkiydi. Uğruna ömrünü feda ettiği memleketin her yanı kanlı gözyaşları dökerken kendi yaraları ile meşgul olamayacak kadar yüce bir öğretmendi. Eli öpülesi Atatürk yediden yetmişe Ulus’una yol gösterdi, üşenmeden, vazgeçmeden, ertelemeden … Dünya tarihinde çürütülemeyen tek tez: ATATÜRK FELSEFESİ’dir.
Ne mutlu Türküm diyebilmeli, bunu demek için; Türk, doğru, çalışkan, büyüklere saygılı, küçüklere sevgi dolu olmak, yükselmek, ilerlemek ve ülküyü yüceltmek, varlığımızı Türk varlığına armağan etmek zorundayız. Memleketin tüm tersanelerine girilmiş, orduları dağıtılmış, kaleleri zapt edilmiş, yurdun her yanı içten ve dıştan nifak unsurlarıyla sarılmış, gaflet, delalet ve ihanet dört tarafı kaplamış, millet yorgun, fakir ve çaresiz vaziyette umutsuzluğa mahkum edilmiş bile olsa da birinci vazifemiz Türk istiklal ve cumhuriyetini ilelebet korumak ve kollamaktır. Bunu yapmak için şartların zorluğuna, durumun ümitsizliğine bakıp vazgeçme lüksümüz yok. Çünkü Atatürk’e söz verdik, çünkü O’na borçluyuz. Bu yolda ışığımız akıl ve bilim, gücümüz Türklük, davamız Atatürk, manevi rehberimiz Kur’an olduğu sürece mağlup olmamıza imkan yok. Çünkü umut ve sevgi yenilemez, ölmeyi göze alan inançlı ruhları hiçbir düşman yenemez. Savaşları kazanan teknoloji değil inançlı ruhlardır. Bu da demektir ki bencillikle, para ve sağlık korkusuyla yelkenleri indirdiğimiz anda yutulacağız. O halde ölmemek için Atatürk’ün çağdaş hedeflerini hatırlamaktan, milli ahlakımızı yüceltmekten, kültürümüze dönmekten başka çaremiz yok. Çünkü tek çaremiz Atatürk! Ama ancak bu bilinçli bireysel sevgiler, toplumun sevgisi, tüm Ulusun sevgisi haline dönüştüğünde, ancak ışığı yolumuzu, ufkumuzu bütünüyle aydınlattığında Atatürk’ün izinde olabiliriz.
Atatürk 7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. Yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye başladı. Bir sene sonra okuldan alındı ve köyde yaşamaya başladı. Zamanını tarlalarda karga kovalayarak geçirdi. 10 yaşında yüzü kanlar içerisinde kalacak şekilde okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evden çıkamadı. 17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi, 2 ay bir hücrede tek başına hapis yattı. 25 yaşında sürgüne gönderildi. 27’sinde kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üye olduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, O kalabalıklar arasında tek başına olanları izliyordu.
30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşman eline geçti. Amiri kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz kaldı. Aylarca boş kaldı.
37 yaşında Viyana’da böbreklerinden 2 ay tek başına hasta yattı. Komutan atandığı ordu dağıtıldı. 38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden alındı. Toplantıda giyebileceği bir sivil takım elbisesi bile yoktu. Başkasından ödünç redingot aldı. Aylarca cebinde üç kuruş parayla dolaştı. Hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. En yakın beş arkadaşından üçü, kongre temsil heyetine üye olmasın diye aleyhinde oy kullandı. 39 yaşında idama mahkum edildi.
Sonra ne mi oldu?
34 yaşında Çanakkale kahramanı oldu, İstanbul’u ve devleti kurtardı. 38 yaşında Anadolu’yu kurtarmak için saraya ve işgalci düşmana rağmen harekete geçti. 39 yaşında TBMM’ni açtı, egemenliği saltanattan alıp halka verdi.
40 yaşında Başkomutan oldu. 41 yaşında yurtta tek bir düşman bırakmadı. 42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu! 47 yaşında Başöğretmen oldu.
57 yaşında ölümsüzlüğe intikal ederken geride tam bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni, kardeş olmuş ülke halkını, hür vicdanlı kitleleri, refahı, huzuru, barışı, işgücünü, sıra sıra fabrikaları, yurdu kaplayan demiryollarını, haysiyetli ve saygın Türk devletini, aklı ve bilimi esas alan çağdaş Türk Gençliğini bıraktı. Bu mucizevi öykü Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e aitti.
Paranız, eviniz, lüks arabanız mı yok? Atatürk’ünde yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk’ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk’ünde vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk’e de vurdular! Sürgün mü edildiniz? Haksızlıkla makamlardan mahrum mu bırakıldınız? Atatürk de bırakıldı. Aileniz çok zengin değil mi? Atatürk’ünki de değildi! Amirleriniz meşru hakkınızı mı yiyor? Atatürk’ünkini de yemişlerdi! Sizden daha beceriksiz ama hırslı insanlar, sizden daha hızlı yükselip size amirlik mi yapıyor? Atatürk’ün de başına gelmişti! Geçmişte bazı denemeleriniz de başarısız mı oldunuz? Atatürk de olmuştu! Hakkınızda idam fermanı çıktığı için mi başarılı değilsiniz? Hapis mi yattınız aylarca? Atatürk’ün de başına gelmişti! Herkesin olmaz dediği şeylerin doğruluğuna inanıp, yapmaya çalışırken en yakınlarınız bile size karşı mı koyuyor? Atatürk’e de yapamazsın demişlerdi. Etrafınızdakilerin umudu mu yok? Atatürk, koca bir milletin umudu yokken umut oldu. Atatürk, hürriyet ve istiklal için, koca bir saltanata, yerleşik bir hilafete, dünyanın süper güçlerinin yedisine birden kafa tuttu yokluk ve işgaller arasında. Korkmadı, yılmadı, vazgeçmedi. Ya siz?
Elektrik yoktu, bilgisayar, internet, asfalt yollar, lüks oteller, açık büfe menüler, cipsler, marketler, modern silahlar, sınırsız bütçeler yoktu… televizyon bile yoktu. Gaz lambasında kurulan Cumhuriyet, az sayıda silahla kazanılan muazzam bir zafer, sabanla yazılan bir tarih, yoktan var edilen ekonomik bir zafer vardı. Altı ayda okur yazar olan bir halk, ödenmiş Osmanlı borçları, kurumsallaşmış koca bir devlet, yurda yayılmış ilkeler, kalpleri sarmış inkılaplar vardı. Kişilere kul olmaktan çıkarılıp, Allah’a kul yapılmış bir toplum, dinini, tarih ve kültürünü öğrenen, övünen, gurur duyan, başaran, başarmak için çok iş olduğunu bilen, çok çalışkan bir millet vardı.
Şimdi kendinizi düşünün. İmkanlarınızı, imkansızlık dediklerinizi. Yaşadığınız zorluklar, Atatürk’ün başına gelenlerden daha mı acımasız, ulusun kaderi o günlerden daha mı zor? Sizin karşınıza çıkıp da Atatürk’ün yaşamadığı bir olay var mı? Unutmayın! Çaresizseniz, çare sizsiniz. Her şey sizinle, umut edip istemekle, başaracağım diye yola çıkmakla başlar. O yaşadığı çetin zorluklara rağmen koca bir ulusu sırtlamıştı. Bizlerse sadece kendimizden ve ailemizden mesulken aciz haldeyiz! O ders kitaplarını önümüze koyarken, biz resimlerini o kitaplardan sildik attık. Kişiler ve toplumlar elleriyle yazdığı kaderleri yaşar. Hayatta ya tozu dumana katarsınız ya tozu dumanı yutarsınız. Ya sürükleyen aslan yeleliler olursunuz ya çöl rüzgarlarında savrulan kuru yaprak, ya güdülen koyun olursunuz ya onuruyla dimdik duran dev bir çınar. Hiçbir mazeret başarının yerini tutamaz. Üşenmek, vazgeçmek ve ertelemek Türk’ün en büyük düşmanıdır, korkmak ve esarete razı olmak bizlere yakışmaz. Ya istiklal ya ölüm demeden saygın bir devlet olunmayacağı gibi, başkalarının eteği altında geçen ömre de yaşamak denmez.
Atatürk kişisel kurtuluş savaşı ile ülkeyi kurtarma savaşını birlikte götürebilmişti. Ona, “Para yok,” dediler, “Bulunur,” dedi. “Düşman çok,” dediler, “Yenilir,” dedi. Ve sonunda tüm dediklerini yaptı! Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde niçin “Vazifeye atılmak için içinde bulunduğun vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin” dediğini anlamaya çalışın. Cesaret, akıl, sabır ve erdemle atılan adımlar tüm zorlukları aşmaya yeter!
Atatürk’ün öğretmenliği bu yüzden ebedidir, öğrettikleri bu yüzden evrensel ve Türk Ulusu’na kazandırdıkları bu yüzden mukaddestir.
Yıl 1938, General McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve yanında duran yüz yirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der:
“Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim.”
Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakmıştır. Vasiyeti açılır. Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin bırakmıştır. Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabe şöyledir;
“Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm”
26 Mayıs’ta Damat Ferit İstanbul’da Türkiye’yi büyük devletlerin yönetimine verme planını ilan ederken Atatürk Havzalılara şöyle demişti;
‘Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağım. Bizi öldürmek değil diri diri mezara sokmak istiyorlar. Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki bizi kurtarabilir. Zaten başka türlü de olsa geri dönmek imkanı artık yoktur.’ Bu söz kurtuluş savaşının da başlangıcıydı. Şimdi de umutsuz olmak için hiçbir neden yoktur. Çünkü yaptıkları yapacaklarımızın teminatıdır!
Elle Wiesel (1986 Nobel Barış Ödülü Konuşmasında) şöyle diyordu; “Her zaman taraf tutmalıyız. Tarafsızlık, baskı yapana yardım eder, kurbana değil. Suskunluk eziyet edeni cesaretlendirir, eziyet göreni değil.” Son derece doğru. Küresel zulüm ve cehalet sürecinde insanlık, Atatürk konusunda aynı durumdadır, tarafsızlık ve tereddüt hain emellere hizmet etmektedir. Doğru olan Atatürk’ün gölgesine sığınmak ve taraf olmaktır. İdeolojilerin iflas ettiği ya da sorgulandığı bir dönemde Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin bir çağdaşlaşma projesi olarak geleceğe ışık tuttuğu elbet görülecektir. Çünkü umudun, kurtuluşun, çarenin adı; Atatürk’tür, Atatürk Türkiye’sidir.
Atatürk bir beden ve bir fikirden ibarettir. Beden yanı toprak olsa da fikriyatı ölümsüzdür. Bu fikriyatı a’dan z’ye yeniden tekrar edebilecek güç damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. Bu cihetle ordunun tüm kaleleri (yurdun fabrikaları) zapt edilse, tüm tersanelerine girilse, tüm silahları elinden alınsa bile vazifemiz; Türk istiklal ve Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Atatürk, idrakini diri tutmak, tarafsızlığını muhafaza etmek ve aklın yolundan şaşmamak için, araştırıp okuyan, küresel emperyalistlerin medya ve algı operasyonlarından uyguladığı bu blokaj ve sansürle kurtulan deha bir akla sahipti. Kirli siyasete prim vermeyen, göz boyamalara kanmayan, hediye kabul etmeyen, ahlaksız tekliflere yanaşmayan, çözümü yurt içinde ‘Öz’de arayan büyük bir devlet adamıydı. Aynı şeyi ülkede yerleşik halde bulunan ihanet şebekeleri için de yaptı, zararlı etkisi bulunan kirli odakları tasfiye etti. Tüm modern okul, dernek, ibadethane, banka, medya teşkilleri, aydınlar ve sıradan insan kitleleri, Batı’nın (ve sarayın) yanlı ve ihanet kokulu empozelerinden bu sayede korunabildi. Atatürk bu sayede hem kendi aklını hem ulusun ortak idrakini zehirli yalanlardan koruyabildi. Tekke ve zaviyelerle kalplere konmak istenen şeytan tohumlarını da bu sayede kökünden temizleyebildi. Şimdi modern Türkiye’nin yapması gereken de budur; aklı karıştıran gayri milli ve gayrimüslim tüm etki, algı, haber, reklam ve faktörlerin kepenklerini kapatıp, milli ve yerli çözümlere, ortak akılla çare aramak, yüzleri Atatürk Türkiye’sine dönmek!
Şu paradoksa bakın ki Atatürk ulusun yüzünü doğudan batıya çevirdi, batının pek çok kabulünü Türk insanının hayatına soktu. Bunun neticesi Batı Atatürk’ü sevmeli değil midir? Atatürk’ün en büyük düşmanları Batılı stratejistler, büyük devletlerdir. Buna sebep Atatürk’ü ve laik Cumhuriyet’i devre dışı bırakmak, örnek olmaktan çıkarmaktır. Bu düşmanlıkta da hurafe dininin, saltanat dincilerinin ele başlarıyla birlikte hareket ediyorlar. Müslümanlar sırf buna bakıp Atatürk’ün önemini anlamalı, kandırıldıklarını fark etmelidir.
Ulu önder, yetim büyüyen, işgal edilmekte, terk edilmeye başlanan, çetelerce kan gölüne çevrilmekte olan bir coğrafyada, onlarca değişik millete mensup insan arasında yetişen, eğitimin modern, dini ve demode olanını bir arada alan, gençliğinden itibaren nice diyarlar, cepheler dolaşarak olgunlaşan bir askerdi. Kader O’nu ‘kendi sınavına’ hazırlarken gün geldi saraylarda vals yaptırdı, gün oldu yüksek ateşle gurbetlerde yatırıp İspanyol gribiyle test etti. Kırık kaburgasıyla, ağrılarıyla dahi üşenip ertelemeyen, en cazip teklifleri reddeden Atatürk, iman ve vatan aşkı dolu yüreğiyle ‘geldikleri gibi giderler’ dediği çelik zırhlıları yurttan kovmak için Anadolu seferberliğini başlatırken omuzların da kaderin verdiği mesuliyeti de taşımaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği ve düşman devletlerin İstanbul’a girdiği günlerdi. İngiliz donanmasına ait zırhlı gemiler İstanbul Boğazı’na demirlemişti. Gemilerin topları Osmanlı devletinin merkezi karargahı olan Dolmabahçe’ye dönüktü. Durum hiç iç açıcı değildi. Devlet tüm organlarıyla işgalcilere teslim olmuştu. Ağır şartlar içeren Mondros anlaşması hükümleri gereği devletin işgalcilere boyun eğmekten başka şansı yoktu. İşte bu sırada yaveri Salih Bozok’un gözyaşları içinde Mustafa Kemal’e dönerek gemileri göstermesi üzerine Mustafa Kemal şöyle dedi;
‘Geldikleri gibi giderler!’
Tarih 13 Kasım 1918’di. O umutsuz günlerde bile Mustafa Kemal’in ülkenin bir gün bağımsızlığına kavuşacağına dair inancını dile getirmesi dikkate değerdi.
O Samsun’a çıktığı ilk anda, ayrıca yüklendiği kahırlı gözyaşları akıtan Anadolu insanının yarasına merhem olma mesuliyetini de sırtlanarak, Çanakkale’den itibaren, itilip kakılan halkın umutlarına da tercüman vaziyette Ankara’ya giderken yetim ve öksüzlerin de, babası olma yükünü yüklendi. Yakılıp yıkılan evlerin de, talan edilen tarlaların da tesellisi olmaya mecbur oldu. Limana ilk adımı atarken sadece ulusuna ve içindeki vatan aşkına değil aynı zamanda ve daha çok kendisi gibi ışık aramakta olan gençlere güveniyordu.
“Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.”
Türklüğün değişmeyen vizyonu şudur;
Türk olmanın onuruyla, Atatürk ışığında, dünyaya örnek yüksek ahlak, beceri ve iradede esaret bilmeden yaşamak, laik, sosyal, demokrat, hukuk devleti ilkesinde güçlü ve bilimsel olmak, vicdanları hür tutarken akıl ve bilimi hayata rehber etmek, yarınlara hazır vatansever, dürüst ve çalışkan fertler yetiştirmek, her alanda tam bağımsızlığı temin etmek, hak ve adaleti yüceltmek, barışa destek vermek ancak gerektiğinde savaşmak, sevgi ve anlayışı topluma egemen kılmak, farklılıkları kültürün parçası görmek, mazlum Türki ve Müslüman devletlere örnek ve lider olmak, Cumhuriyet’in gölgesinde bir ve beraber tek yürek kalabilmek, yorulmamak, yorulunsa da yürümeye devam etmek.
Geçmişten ders alarak, sahip olduğumuz kıymetlerin değerini bilerek, şu an yapmamız gereken ilk şey uyanmak ve değerlerimizi hatırlamak, canımıza yıllardır kast eden iç ve dış düşmanları tanımaktır. Cehalet ve zulmü bu topraklara kader yapanlara Anadolu ruhunu, Kuvayi Milli, asaletini, Misak-ı Milli andını gösteremezsek, cüret ve güç bularak daha fazla saldıracaklardır. Yapmamız gereken bir an önce hem maddi hem fikirsel manada uyanmak, yükselmek, aydınlanmak ve ileri gitmektir. İrtifaca yükselemezsek bu kara bulutlar nedeniyle … çakılacağız. Bu yolda ışığımız akıl ve bilim, davamız Atatürk, manevi rehberimiz Kur’an olduğu sürece mağlup olmamıza imkan yok. Çünkü umut ve sevgi yenilemez, ölmeyi göze alan inançlı ruhları hiçbir düşman yenemez. Savaşları kazanan teknolojiler değil inançlı ruhlardır. Bu da demektir ki bencillikle, para ve sağlık korkusuyla yelkenleri indirdiğimiz anda yutulacağız. O halde ölmemek için Atatürk’ün çağdaş hedeflerini hatırlamaktan, milli ahlakımızı yüceltmekten, kültürümüze dönmekten başka çaremiz yok. Çünkü tek çare Atatürk’tür.
Atatürk büyük nutkuna şöyle başlamıştı;
“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı. Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletleri’nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir’e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.
Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira Hey’eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Kızılhaç’ı ve Resmî Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira Hey’eti’nin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira Hey’eti tarafından yönetilen Rum okullarının izci teşkilâtları, yirmi yaşından yukarı gençleri de içine almak üzere her yerde kuruluşunu tamamlıyor. Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira Hey’eti ile birlikte çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tıpkı Rum hazırlığı gibi ilerliyor. Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde örgütlenmiş olan ve İstanbul’daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti hiç bir engelle karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor…”
Sevr öncesi durum buydu. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığında, Osmanlı; yenilmiş, zedelenmiş, parçalanmış, Ulus; yorgun, fakir, saltanat; alçakça çıkar ve umutlar peşinde, hükümet; aciz, haysiyetsiz ve korkaktı. Ordu silahsızlandırılmış, Anadolu işgal edilmeye başlanmış, azınlıklar, çeteler, hain işbirlikçiler tam bir koalisyon halinde, topu birden, dört koldan ülke aleyhine çalışmaktaydı. Ne çetelere, ne de işgal ordularına dur diyen yoktu.
Atatürk, emperyalizmin bir ulusun geleceğini nasıl tükettiğinin bilincindeydi ve yıllarca dışa bağımlı bir yaşam süren ulusuna egemenliğin anahtarını sunmaktaydı: “Tam bağımsızlık için şu kural vardır: Milli egemenlik, mali egemenlikle desteklenmelidir. Bizleri bu hedefe götürecek tek kuvvet ekonomidir. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadî zaferlerle taçlandırılmadıkça payidar olamaz. (…) Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün daha çok sahip olur.”
1924’te laik karakterli devrimleri savunurken de şöyle demişti: “Medeniyetin icatları, fennin harikaları, cihanı değişiklikten değişikliğe sürüklediği bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, maziye düşkünlükle mevcudiyetin muhafazası mümkün değildir.” Aynı Mustafa Kemal, Samsun’dan 8 yıl, 5 ay, 1 gün sonra nutkunun son bölümünde TBMM’nde gençlere hitaben ne demişti;
“… Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit (ortam ve koşullar) içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” Ankara, 20 Ekim 1927
O’nu; Türk oğlu Türk olduğu, Türk’ün esaretine son verdiği, göz ardı edilen Türklüğü yücelttiği, Türklüğüyle gurur duyduğu, tam bağımsız ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup şahlandırdığı, Türk’ün gerçek tarih ve kültürünü, gücünü, ahlakını, inancını, vatan aşkını, neler yapabileceğini cihana gösterdiği için, bu toprakları ele geçirilemez kıldığı için, bayrağı sonsuza dek dalgalandırdığı, ezanları hür, İstiklal marşımızı gür, insanca yaşamı mümkün kıldığı için … sevmeli. O’nu bizden biri olduğu, Atatürk’ümüz olduğu için sevmeli!
Lakin O’nu gerçekten sevmeyi ancak; anmayı bırakıp anlamaya başladığımız zaman, O’nu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de taşıyabildiğimiz zaman, O’nu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman başarabileceğiz. O ana kadar da işimiz çok zor!
Sözlerimizi şiirsel bir tonla bitirelim;
ATATÜRK’Ü NEDEN SEVMELİ
Cumhuriyet aşkıyla yanan yurt tutkunları sevmeli Atatürk’ü,
Özleyen her bir yürek … refah ve huzuru, eşitlik ve özgürlüğü,
İnsanca yaşamı oylayan, adalet ve güven arayan, üreten, çalışan,
Herkes sevmeli barışçı ülkücüyü, doğru sözlü o Baş Türk’ü,
O’nu karşılıksız, samimiyetle sevmeli, o günleri yaşar gibi,
O’nu silahla, kalemle, şapkayla, meclisiyle, gülüşüyle sevmeli,
Anlayarak, minnet duyarak, davasını yarınlara yansıtarak,
O’nu, ananın yavrusunu, yavrunun anasını sevdiği gibi sevmeli.
Özgür ve çağdaş ülke için, aklı ve bilimi rehber etmek için,
Kadını çocuğu, köylüyü yüceltmek, gençliği yetiştirmek için.
O’nu, güzel yarınlar, milli hamleler, şanlı zaferler için sevmeli,
Vicdanları hür, ezanı gür, kalpleri özgür kılmak için.
Dış güçleri, ihaneti, işbirlikçileri Ege’de denize döktüğü için,
Namusları, yurdu kurtardığı, Başöğretmen olduğu için,
Gerçek tarih ve kültürü öğrettiği, milli ülküsü için sevmeli,
Asker ve aydın ordularının şerefli neferleri olabilmek için.
Ezanları kurtaran, milli ideali coşturan, şerefi hatırlatan,
Ülke evlatlarını davadaş kılıp mutlu, umutlu kılan,
En büyük Türk Atatürk’ü, candan yürekten sevmeli,
Damarlarda dolaşan Türklüğün kudretini yedi cihana duyuran.
Başöğretmen, Başkomutan, ebedi önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK! Aziz ruhun önünde minnet ve şükranla, saygıyla eğiliyoruz. Ruhun şad olsun.
[1] (Celal Bayar Anlatıyor; Bilinmeyen Atatürk, İsmet Bozdağ, Truva Yayınları, 5. Basım, 2009)
[2] (1923 Kuruluş Ayarlarına Dönmek, Sinan Meydan, İnkılap Yay., 2017)
[3] (İsmail Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, S. 56)
1 thought on “Atatürk’süz bir Türkiye olamaz”