Sayfalarımızın özeti durumunda ki bu bölüm gerçekten O’na ve davasına hak ettiği değerde bakmıyor oluşumuzun da acı itirafıdır. Çünkü Atatürk hep haklıydı, bugün de haklı. Bize sadece özgürlüğü öğretmedi, vatanı kurtarmadı yalnızca, sadece Cumhuriyet’i hediye etmekle yetinmedi. Onlarca ders verdi bize insanca, adil, eşit ve tam bağımsız yaşayabilelim diye. Ama bizler? O’nunla var olmuştuk, O’nunla yola devam etmeye mecburduk. Ama öyle yapmadık.
Falih Rıfkı Atay, O’nun ölümünün ardından üzüntüsünü şu sözlerle anlatmıştı: “En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk tarihinin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü. Halk, en büyük Türk kahramanını; ordu, en büyük Türk Başbuğunu; tarih, en büyük Türk’ü ve asrımızın en büyük insanını kaybetti. Acının derinliğini, sıcak ruh yaramız soğumaya ve uyuşan beynimiz yeniden işlemeye başladığı zaman anlayacağız.” Haklıydı. Bugün O’nu her gün bir kez daha kaybediyoruz.
O’nu anlayabildik mi, izleyebiliyor muyuz? Davasına omuz atıp, milletimizin refah ve huzuru için çalışmakta mıyız? Bizler O’nun davasına sahip çıkabilseydik, milletçe O’nun ayak izlerinden yürümeye devam edebilseydik bugün ormanlarımız kesilir, suyumuz satılır, milli ahlakımız ve Türkçemiz tanınmaz hale gelir, kadın ve çocuklarımız mal yerine konur, ekonomimiz bu denli acınası olur muydu? Bizler vasiyetine sahip çıkabilseydik, evlatlarımız yurt dışı ülkelere kaçmaya can atar mıydı? Kitaplarımızı, derslerimizi, eğitim sistemimizi yabancılara teslim eder miydik?
Milli tarih ve kültürümüzü yabancı kitaplardan tercüme etmeye mecburken, dış borçsuz, teknoloji ithalat etmeden ayakta duramıyorken terörle, ihanetlerle, gericilikle, antidemokratik uygulamalarla başa çıkabilir miyiz? Medeni dünya ile rekabete, ilimde sıçramaya bu halimizle aday mıyız? Çölleşen Anadolu, unutulan tarih, değersiz paramızla, yabancıların gözdesi edilmiş öz yurdumuzda misafir durumuna gelmişken bu aziz toprakları canımız gibi korumaya ne kadar hazırız?
Atatürk işte bu gafleti bir asır önce duyuran, bu hale düşeceğimizden korkan bir dehaydı. Gençliğe hitabesinde anlatmıştı ama… dinlemedik.
O’nun vasiyeti; evvela akıl ve bilimle yürümekti. Çin’de bile olsa gidin getirin dediği ilim dışında hayata rehber edilecek her türlü akıl dışı çözüm ona göre beyhudeydi. O, zulüm ve cehaletle mücadeleyi öğretmişti her dersinde. Emperyalistlere, kapitalistlere, bilmem ne izm tutkunlarına kulak asmamayı, Cumhuriyetimizin, laikliğimizin, devlet yapımızın kendine has olduğunu hatırlatarak.
Hükümetle devletin farklı şeyler, hükümetlerin geçici, devletin baki olduğunu, seçim hürriyet ve hukukunu, milli egemenliğin nasıl kullanılacağını, nasıl kullanılması gerektiğini, denetlenebilir, eleştirilebilir siyaseti, vekillerin yeminlerine sadık kalması gereğini, meclis ve millet egemenliğine el konulamayacağını, Ulus’un en büyük iki düşmanının istibdat rejimleri ve emperyalizm olduğunu,
Devletin dini kaidelerle değil medeni ve ilmi anlayışla idare olunması gerektiğini, akıl ve bilimden uzaklaşınca tam bağımsız kalınamayacağını,
Şekilcilikle ilerlenemeyeceğini, sözle değil işle övünmeyi, millet uğruna canı feda etmeyi, haysiyetli yaşamayı, onurlu siyaseti, adaletin mülkün temeli olduğunu, ailenin önemini, terbiye ve milli ahlakın vazgeçilmezliğini, milli ülkü ve idealden taviz verilemeyeceğini, kişi hürriyetlerinin sınırsız olmadığını,
Ordunun, siyasetin dışında ve üstünde olduğunu, görevinin birilerine veya partilere hizmet değil, anayasadan kaynaklanan görevi gereği aziz yurdu ve Cumhuriyeti iç ve dış düşmanlara karşı korumak ve kollamak olduğunu,
Kürt’üyle, Çerkez’iyle kardeş olduğumuzu, birlik olamazsak yutulacağımızı, Misak-ı Milli sınırlarının kan ve can pahasına korunması gerektiğini anlatmıştı, halkın özgürlüğünün ve bağımsızlığının en kutsalımız olduğunu, millet iradesinin meclis eliyle sağlanacağını, siyasilerin oralarda para için değil devlete hizmet için bulunduğunu.
Eğiten ve öğreten kültür ordularının kıymetini, Öğretmenlerin davasının izcileri olduğunu, kültür ve sağlık orduları olmadan devletin ayakta duramayacağını öğretmiş, yabancı güç, sermaye ve fikirlerle öz benliklerin ayakta duramayacağını, evvela düşmanı tanımak gerektiğini, kurtuluş için ölümü göze almayı, esir, gayri medeni, tembel milletlerin er ya da geç hizmetçi ve esir olacağını, saygı görmeyeceğini anlatmıştı.
Sağlıklı, ahlaklı nesiller yetiştirmenin vatan borcu, laikliğin Allah emri, vicdan hürriyetlerinin millet iradesi kadar kutsal olduğunu, hoşgörü ve sevginin yüceliğini, üreten çiftçinin milletin gerçek efendisi olduğunu, milli politika, ekonomi, eğitimin önemini, madenlerimizin mahremiyetimiz, tabiatın emanetimiz olduğunu.
Çağdaş dünyanın evvela lisanımızla, kıyafetimizle, ölçü birimleriyle bize kıymet takdir ettiğini, medeni dünya ile yarışabilmek için çok çalışmak gerektiğini, kanun önünde her bir bireyin eşit olduğunu, devlet ve millet arasında uçurum yaratmaya çalışanların heveslerinin yanlışlığını, sarayların halkın malı olduğunu, dürüstlük ve gerçekçiliğin medeni dünyanın temeli olduğunu, mertliğin tarihe Türk’lerce armağan edildiğini.
Namus, liyakat ve ehliyetin tüm kademelerde ön şart olduğunu, manasız sadakatin millete ihanet olduğunu, saray ve hilafet gibi çağdışı kurumlara beslenen arzuların düşman emellerine hizmet, halkın iradesine tecavüz ettiğini, maceralara, hayalperestliklere müracaat edilmeyeceğini.
Toplumsal huzur ve barışın temini için sorunların konuşularak çözülmesini, kadın yüceltilmeden toplumun yükselemeyeceğini, devlet ve vatandaşın karşılıklı hak, görev ve sorumluluklarının olduğunu, iyi devlet ve iyi vatandaşın bunları en iyi yerine getirenler olduğunu.
Türklükle övünmeyi ama bu şerefin çalışmayı zorunlu kıldığını, şehit kanlarıyla sulanmış Anadolu’nun ezeli yurdumuz ve kaderimiz, İstiklal Harbini veren aziz Türk milletinin mazlum devletlere örnek oluşunun kaderden gelen mesuliyet olduğunu.
Gelecekte peyda olacak her türlü gaflet ve delalete Cumhuriyet kurumlarının hazır ve çözmeye muktedir, yasal mevzuatın var olduğunu, uygulandığı takdirde Cumhuriyet kurumlarının kendisini koruyabileceğini.
Türk halkının okuması, yazması, eser üretmesi, düşünmesi, düşündürmesi gerektiğini, eğitim ve öğretimin okullarla sınırlı olmadığını, Batıcı kopya bilgilere, empoze tarih anlayışlarına kanmadan milli literatür üretilmesi gerektiğini, sorgulayan beyinleri, aydınlanmış zihinleri, çözebilen muhakemeleri… öğretmişti.
O… çocuklar salgınlardan ölmesin, kimse aç ve cahil kalmasın, yurt bağımsız ve medeni yaşasın, ormanlar kesilmesin, fabrikalar çalışsın, okul sıraları kızlı erkekli öğrencilerle dolsun taşsın istemişti. O Ulusu için ekonomisi meclisi, ahlakı sağlam, spordan sanata sözü edilir, saygın bir gelecek istemişti. O gençliğin Cumhuriyet’e, ilkelere, laik düzene, çoğulcu demokrasiye sahip çıkmasını, iş ve dış hainlere karşı uyanık olunmasını istemiş, Ulusu’na; bağımsızlık için ölmeyi, ölmemek için çalışmayı, başarmak için fedakarlık yapıp, her meseleye bilimsel yaklaşmayı, hoşgörülü olurken, varlığına kast edecek düşmanların amansız düşmanı olmayı ezberletmişti.
O’nun öğretisi; vatansever, uyanık, çalışkan, akıllı, sağduyulu, hoşgörülü ama gerektiğinde çetin bir Ulus yaratmaktı… korkmayan, sönmeyen, aldanmayan, ihanet etmeyen, ihanet edenlere geçit vermeyen!
Aynı Atatürk;
Tüm bu güzellik ve yüceliklerin temin ve muhafazası için milli birlik ve beraberlik inancıyla, gerektiğinde ölümü göze alarak, hürriyet ve istiklalden asla vazgeçmeyerek, bıkmadan, yorulmadan, çok çalışmak gerektiğini, haklara kavuşmak için görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinin şart oluşunu, vebalin herkeste bulunduğunu, Milli davaya, Misak-ı Milli’ye, Cumhuriyet’e ihanet içerisinde olan bazı kafaların gerekirse kesileceğini ama inkılap ve ilkelerden taviz verilmeyeceğini öğretmişti.
Yine O yüce Milletine amansız düşmanların yine ve defaten musallat olacağını, kendisinden sonra da Türk’ün bağımsızlık ve mevcudiyet savaşları vereceğini, şartların kötüleşeceğini, iç ve dış mihraklarca Cumhuriyet meşalesinin söndürülmek isteneceğini ama bu zor durumda bile Ulus’a bilhassa da gençlere düşen vazifenin bağımsızlık ve Cumhuriyet’i korumak ve kollamak olduğunu, muhtaç olunan kuvvetin damarlarda mevcut olduğunu öğretmişti.
O Başöğretmen’di. Başkomutan’dı. Başkahraman’dı. O öğretmenimizdi. Hala da öyle.
Minnet ve şükranla.