Sevgi; kalpten gelen, içimizi ısıtan, enerji veren, yakınlaşma isteği uyandıran, karşılıksız insani duygunun adıdır. Gözlerimizi pırıldatan, avuç içlerimizi terleten, sesimizi titreten yüce hissin adıdır sevgi. Minneti, sadakati, hayranlığı barındırır içinde. Sevgi; paylaşmak, anlamak, dost olmak ve değer vermektir.
Atatürk’ü böyle sevmeli, içten, dostane ve anlayarak.
O’nu Sabiha Gökçen’in, Afet İnan’ın, Nuri Conker’in, Salih Bozok’un, Albay Reşat Çiğiltepe’nin ve daha pek çok milli mücadele kahramanının sevdiği gibi, davadaşları mebuslar, komutanlar, din adamları, telgraf memurları, Mehmetçikler, gözü yaşlı analar nasıl sevmişse, Samsun’un, Erzurum’un, Sivas’ın, Ankara’nın, Afyon’un, İzmir’in, İstanbul’un duyduğu minnetle, Hatay’ın şükranıyla, Trakya’nın ay çiçeği tarlalarının alkışlarıyla sevmeli. O’nu ezberle, şekilcilikle, yüzeysel, menfaat beklentisiyle, sosyalite kazanmak umuduyla, ikiyüzlü rozetçilikle, sıradan, anlamadan, fikirlerine temas edemeden, ilkelerini hayata yansıtamadan DEĞİL;
İlke, ideal, gaye ve hedeflerini, davasını anlamaya çalışarak, her bir söz ve demecindeki derin manayı hissederek, sorgulayarak, ikna olarak, toplumun diğer kesimlerine anlatmak görevi varmış gibi ne demek istediğini anlayarak, eylemlerindeki isabet, doğruluk, gereklilik ve haklılığı fark ederek, yaptıkları, yapmak istedikleri, yarım bıraktıkları önünde saygı ile eğilerek,
Her gün peş peşe hayata geçirdiği mucizevi başarıları görmeye çalışarak, geçmişe ait derslerini, yarına ait hedeflerini, geleceğe umut olan aydınlık yolunu idrak ederek, gönülden, samimi duygularla, O’nunla aynı milli ideale bakmayı öğrenerek, fedakarlık, vefa, özlem, acı ve gayretlerinin kutsallığını unutmayarak, Allah’ın yardımına mazhar olduğunu hep akılda tutarak, el atmadığı bir konu olmadığını, hiç yanılmadığını, hata yapmadığını, düşmanlarının bile kendisine saygı duyduğunu hatırlayarak, yarattığı sinerji ve motivasyonu sürdürerek, gençlere, bizlere duyduğu güveni boşa çıkarmayarak, verdiği vazifeleri yerine getirerek, O’nu sönmez bir fikir ve ideal olarak kalplerde yaşatarak, ilkelerini eyleme dönüştürüp hayata yansıtarak,
Milli ve manevi duyguları kaynaştırabilmesini, Doğu’lu – Batı’lı ayrımını bitirmesindeki başarıyı alkışlayarak, tesis ettiği milli birlik ve beraberlik ruhunu daha yüksek mevkilere taşıyarak, hurafeleri toprağa gömmesini, çetelerle başa çıkmasını, yobaz gericiliği silmesini, gaflet ve delaletleri ortadan kaldırmasını hayranlıkla anımsayarak, Türklüğün ülkü ve ahlakını, devlet geleneğini toplumsal ve siyasi hayata daha yaygın yansıtarak, edilen yeminleri, okunan andımızı yürekten söyleyip, gereğini yaparak, Milli gün ve bayramlarda derin minnet ve şükranı yeniden yeniden yücelterek,
Anıtkabir’i dünyanın merkezi kılarak, Atatürkçülüğü en yüce şeref sayarak, 10 Kasım’larda hüzünlü gözyaşları dökerken, yarınlara dair kendimizde daha fazla güven ve enerji bularak, aldığımız meşaleyi daha güzel mevkilere taşıyarak, atılım, yatırım ve hamlelerini, Cumhuriyet’in kurumlarını aynı azim ve inançla yücelterek, askeri performansını, siyasi dehasını, devlet adamlığı önderliğini modern Cumhuriyetin tüm kademelerine yansıtarak, dini, siyasi maksatlarla talan edenlere kanmayarak, İslam’ı merdiven altı karanlık mihraklara teslim etmeyerek, Araplaşmayarak, küresel baskılara ve dış güçlere alet ve yem olmayarak,
Kızları, kadınları iş ve eğitim hayatına daha fazla dahil ederek, Cumhuriyet yıldızını, demokrasi tutkusunu, her gün biraz daha parlatarak, daha güzel yarınlara umut ve sevgi besleyerek, daha çok çalışarak, yorulmayarak, Milli sınır ve kuvvetlere daha sıkı sarılarak, bağlanıp sahiplenerek, Milli ve yerli ekonomiyi destekleyerek, emperyalist ve kapitalist tuzaklara düşmeyerek, tasarruf yaparak, Türk lirasına sahip çıkarak, israfın önüne geçerek,
Muhtaç ve kimsesizlere şefkat elini uzatarak, Devleti, hükümeti vatandaş olarak meşru yollardan denetleyerek, kuvvetler ayrılığına ve Cumhuriyet kurumlarının siyaset üstü oluşuna sahip çıkarak, manipüle edenlerle yolları ayırarak, laik çizgiden taviz vermeyerek, cehalet canavarının başını ezerek, bilime hak ettiği değeri vererek, gerçek tarih ve bilimi, milli klavyede yeniden yazarak, beyin göçünü engelleyerek, bilimi rehber ederek, Batı’nın ilmiyle, Doğu’nun aşkını evlendirerek, Bölgesel ve toplumsal barışı tesis ederek SEVMELİ!
O’nu sadece 10 Kasım’larda Anıtkabire koşarak, Atatürklü rozet, takvim, defter kullanarak, nutuklar atarak, adeta partizanlıkla evlere resimlerini asarak DEĞİL; anlayarak, Büyük Nutku adeta hatim ve hazmederek, O’nun hayatından dersler çıkartarak… Atatürk çocuğu, Atatürk genci olacak tarzda fikir, söz ve eylemlerindeki manayı, davasını, yapmaya çalıştıklarını anlayarak ve onları hayata geçirerek sevmeli.
O’nu sevmenin ilk samimiyet sınavı O’nu yaşatabilmek, savunabilmek ve tanıtabilmektir. Fikir ve ilkelerinin tümünü, hazmetmiş ve kalbine yerleştirmiş bir nesil için bu zor değildir. Ancak savunabilmek ve tanıtabilmek için evvela tanımak gerekir ki hayatı veya sevdiği elbise renginden ziyade burada kast edilen fikir ve düşünceleridir. Sayısız vecizinde açıkça ortaya konan bu ilkeler manzumesindeki saklı gayeleri anlamadan Atatürkçü olmak mümkün değildir.
Atatürk 1919’da maddi bir umuttu. Tüm Anadolu ismiyle, yaptıklarıyla her geçen gün kır çiçeği gibi açtı, büyüdü, serpildi, güçlendi. Bugün bir asır sonra O’nu bedenen görmek mümkün değil. Lakin ilke ve eserleri, fikir ve sözleriyle O hala aramızda dolaşıyor… Dünya şampiyonu güreşçilerimizin göz bebeklerinde, ödül alan bilim insanlarımızın kalbinde, üreten, ihracat yapan insanlarımızın içlerindeki huzurda. O tüm bizleri izler ve yaptıklarımızla gurur duyarken, ihanetlerimizle de kanıyor. Bizler O’nu aramızda hissettikçe, umuda sarılıyoruz.
Devlet asırlık bir çınara benzetilirse bu fidanın toprak, su, güneş ve gıdaya ihtiyacı vardır. Toprak; vatandır. Güneş; ilim ve fen, su; sevgiler ve umutlar, inançlar, gıda ise; Türk tarih ve kültürüdür. Sevgiyle, özenle, bakımla büyüyecek bu ağacın gövdesine, köküne çamaşır suyu şırınga eden, kesmeye çalışanlara inat, onu sağlıklı ve diri tutma mecburiyetimiz vardır. Genç çınar fidanımızın serpilip dev bir ağaç olması ise O’na sadakatimize, sevgimizin yüceliğine bağlı. Doğal enzim Atatürk yerine, hormonlu ithal gübrelerle beslenenler anlayamasa da su, güneş, toprak ve Atatürk bize yeter.
O dönemi çocuklarınıza iyi anlatın, günün şartlarını canlandırmalarına yardımcı olun. Çıkmazları, çaresizlikleri, yoksulluğu, açlığı, silahsızlığı, tecavüzleri, yakılarak öldürülen anne ve bebeleri, işgalcileri, işbirlikçileri, karlı yolları, ihmal edilmişlikleri. Zorla dini eğitime tabi tutulan, haremlere alınan, evde oturmaya mahkum edilen, yaşlı dedelere geline dilen kız çocuklarını anlatın. O ortamda elde edilen kurtuluşun mucizesini anlatın onlara. Bir yanda diz boyu cehalet, öte yanda sokaklara dökülmüş ihanet, yobaz ayaklanmalar, diğer yanda yokluk içindeki bir avuç yurtsever.
Memleket yarısından çok işgal altında, niceleri de pusuda beklemekte. Başkent esir. Silah yok, mermi yok, araç yok, asker yok, para yok, aş bile yok. Limanlar yollar mühürlü, bir kentten diğerine pasaportla gidilmekte. Anadolu kan ağlıyor. Meclis’te bile umutlar tükenmek üzere. Derken … işler değişiyor. Mustafa Kemal adında bir güneş doğuyor Samsun semalarından ve ülke çok değil on yıl sonra modern bir Cumhuriyet’e, çağdaş bir Ulus’a, özgür ve saygın bir devlete ve sahipliği yapar hale geliyor. Türklük, İslam, haysiyet ve namuslar kurtuluyor.
Nice kayıp, acı ve gözyaşıyla kazanılan bu başarının mimarı Atatürk’ü, bu başarısı sebebiyle koşulsuz sevin. Çünkü eğer gerçekten bu başarıyı elleriniz kanayana dek alkışlıyorsanız… sevmelisiniz de.