Bu Millete Her Şeyi Öğrettim hizmetçilik hariç
İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
– Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!… dedi.
Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular… Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:
– Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:
– Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,” dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.
Kaynak: Ahmet Niyazi BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s186-189
***
Bir Türk Cihana Bedeldir
25 Ağustos 1925 Salı günü Atatürk, Mareşal üniformasını giymiş ve göğsüne istiklâl Madalyasını takmış olarak ve beraberlerinde Kastamonu Milletvekilleri Ali Rıza, Mehmet Fuat, Çankırı Milletvekilleri Talât, Ziya, Kütahya Milletvekili Nuri, Rize Milletvekili Fuat Beyler, Paşalar ve yaverleri ile Kastamonu kışlasına giderek askeri teftiş etmişlerdi. Teftişte asker ve subaylara verdiği savaş görevlerinin iyi yapılmasından memnun kalan ATATÜRK;
“Gördüklerimden memnunum, iyi çalışmışsınız. Subaylarda çalışmış hepinize teşekkür ederim” demişti.
Bu arada askerin ambar ve koğuşlarını gezmişti. Koğuşların gezisinde tank ve uçak modellerini gören Atatürk yanına iki asker çağırıp
“Serbest dur konuşalım” diyerek tank ve uçaklarla ilgili sorular sormuş ve bu arada koğuş çıkışında “Bir Türk on düşmana bedeldir” levhasını görünce oradaki subayı çağırıp:
-Öyle mi?
-Evet Paşam!
Atatürk başını dikleştirerek,
-Hayır, bence öyle değildir.
“Bir Türk Cihana Bedeldir!” demişlerdir.
Kaynak: Nazmi EĞDİRİCİ, Atatürk’ün Kılık Kıyafet-Şapka Devrimi ve İnebolu, s.100
***
SEFİRE YOLU GÖSTERİN
Fransa’da çok meşhur bir sözlük vardır, Larousse. Burada bir kelime var, “décapiter”. Bu kelime 1931 yılındaki sözlükte boynunu vurmak diye ifade ediliyor. Kelimenin bir başka anlamı daha var. Kazığa oturtmak, yani sivri bir kazık hazırlamak ve insanları kazığın bir ucu ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak. Vahşi bir uygulama. Burada kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor:
“Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar.”
Atatürk bunu öğrenince Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor. Elçi diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor Atatürk tarafından davet edildiği için. Köşke geliyor, yemekler yeniyor. Atatürk tabii bir şekilde elçiye bu kelimenin anlamını soruyor. O da bildiği anlamı söylüyor. Atatürk :
“Kelimenin başka bir anlamı var mı?” diye sorunca büyükelçi:
“Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir” diyor.
Atatürk daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larouse’ u getirtip büyükelçinin önüne koyduruyor. Elçi daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor. Ancak kelimenin karşısında kazığa oturtmak konusunda verilen örnek cümleye gelince ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk’ ün yüzüne bakıyor. Atatürk diyor ki:
“Demek ki biz Türkler bugün de esirlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi, öyle mi sayın sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız , bu doğru mu?
Sefir hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki:
“Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi’nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız.”
Atatürk: “Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren İstanbul’daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum” diyor.
Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve:
“Ekselans, protesto ederiz ” diyor.
Bunun üzerine Atatürk:
“Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?” diyor ve ilgililere dönerek:
“Sefire yolu gösterin” diyerek bir anlamda onu kovuyor.
Sonra ne mi oluyor? Tabi Fransız hükümeti laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.
NAMIK KEMAL ZEYBEK
( Atatürk’e yolculuk – Kanal B Televizyonu )
***
Atatürk ve Nine
Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
– Merhaba nine
Kadın Ata’nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
– Merhaba dedi.
– Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duraklayıp,
– Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
– Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
– Tabii söyleyeceğim, ben Sincan`ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindenim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angaraya geldim.
– Muhtar niçin Ankara’ya gönderdi seni?
– Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da… Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı. Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
– Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.
– Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki… O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa’yı
bulacağım yeri deyiver.
Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek:
– Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır… Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum “anacığım” dedim, “sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.”
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk’e uzattı;
– Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
“Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım olsun.”
***
ÖLMEYİ GÖZE ALMAK
Bir gün Müslüman ülkelerinden birinde bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine:
“Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?” diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:
“Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?” diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı.
“Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..”
“Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız.”
***
Askerle Güreş
Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
– Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
– Haydi, bir de benimle güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata’sının yüzüne hayranlıkla baktı:
– “Atam,” dedi. “Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?”
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
***
ÖLMEYİ TERCİH EDERİZ
General Pershing’in Kurmay Başkanı olan General Harbord Sivas’ta Mustafa Kemal’le görüşürken der ki:
“Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Başta Almanya müttefikinizle dört yıl harp ettiniz, yenildiniz, dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?”
Mustafa Kemal General’e “Teşekkür ederim” dedi. “Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat, şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.”
General ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar.
“Biz de olsak böyle yapardık!” dediler.
FALİH RIFKI ATAY
***
Atatürk’ün cevap veremediği tek insan
Atatürk, Mersin’e yapmış olduğu bir ziyaret esnasında şehirde karşılaştığı büyük binalar ilgili sorular sormaktaydı:
-Bu köşk kimin?
-Kirkor’un…
-Ya şu koca bina?
-Yorgo’nun…
-Ya şu?
-Salomon’un…
Atatürk, biraz da asabi bir tavırla tekrar sordu:
-Onlar bu binaları yaparken ya siz neredeydiniz?
O sırada orada bulunan kalabalık içeresinde bir köylü şöyle seslenmiş:
-Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna’da, Arnavutluk Dağları’nda, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam…
Gazi Paşa, bu anısını çevresine aktarırken hep şu sözleri der dururdu: ”Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur.”
***
ATATÜRK’ÜN ÇOCUK SEVGİSİ İLE İLGİLİ BİR ANISI
Siz Türk çocukları benim birer parçamsınız. Bende sizin.
Atatürk bir okula gitmişti. Her zaman olduğu gibi bütün çocuklar etrafını sardı. Hepsi sevinç içinde onu alkışlıyordu. Yalnız küçük bir çocuk bir kenara çekilmiş, ilgisiz gibi duruyordu. Bu durum Atatürk’ün gözünden kaçmadı. Onu yanına çağırdı:
– Çocuğum, neden durgunsun? Bir derdin mi var? Hasta mısın?
Çocuk:
– Bir şeyim yok efendim.
Çocuk arkasını döndü, gözlerinden akan yaşları gizlice sildi.
Atatürk:
– Niçin ağlıyorsun yavrum? Sen ağlayınca ben çok üzülüyorum.
Küçük çocuk, o vakit yaşlı gözlerini Atatürk’e çevirdi:
– Atam, seni böyle yakından görmek isterdik. Geldin, gördük, sevindik. Ama artık sıramızı savdık. Bir daha seni ne zaman göreceğiz? Ona ağlıyorum. Atatürk oradaki çocuklara baktı:
– Beni ne zaman görmek isterseniz aynaya bakın. Siz Türk çocukları benim birer parçamsınız. Bende sizin.
***
GELENEKSEL DOSTLUK
28 Haziran 1933 tarihinde Ankara Erkek Lisesi’nde imtihana giren çocuklardan biri sorulan bir suale şöyle cevap vermişti:
“Fransa ile olan ananevi dostluğumuz icabı..”
Atatürk, derhal öğrencinin sözünü keserek sormuştu:
“Hangi ananevi dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu?”
O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak:
“Ben söyledim paşam” diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönünce ve “sen söyle tarih hocası” deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim:
“Paşam, ortada ananevi bir dostluk yoktur. Yalnız müşterek hareketlere Fransız muharrirleri ananevi dostluk vasfını vermişlerdir. Mesela Kırım Harbi’nde olduğu gibi..
“Aferin bu hakikaten böyledir. Maalesef Türk’ün ananevi dostu yoktur. Menfaatler müşterek olunca Avrupalılar hemen ananevi dostluk ismini vermişlerdir” buyurmuşlardı.
DR. SAMİH NAFİZ TANSU
***
Babasının Tarlası
Bir gün bir köylü Atatürk’ün Orman Çiftliği sınırları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. Uyardılar, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.
Atatürk denetlemeye çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:
– İşte budur, dediler.
Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü; yaklaşınca sordu:
– Burada ne yapıyorsun?
Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:
– Tarlayı sürüyorum.
– İyi ama, bu tarla senin midir?
– Değildir.
– Kimindir?
– Atatürk’ündür!..
Köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:
– İyi ama, sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun?
Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:
– Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!
Atatürk’ün kaşları çatıldı, büyük bir merak ve hayretle ona sordu:
– Bu hakkı nereden alıyorsun?
– Çok basit… Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?
Atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu; köylünün sırtını okşadı ve:
– Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.
Kaynak: N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.99-100