O’nun hikayesi kuru bir hayattan ibaret değildir. Tarihlerin ve mevkilerin de aslında davasında çokça önemi yoktur. O’nun anlaşılması gereken yaşamı; mücadelesidir, yapmaya çalıştıklarıdır, eserleridir. Bugünün rahat ortamında bu kolay değildir ancak Atatürk’ü, Atatürk döneminde tanıyamazsak bugünkü nankörlükleri çözemeyiz, gaflet ve delaletlerimizi de.
Dertliyiz, köşeye sıkışmış halde, zayıf, yorgun, umutsuz vaziyette kumpaslarla, krizlerle, kaos ve saldırılarla kuru yaprak gibi sürükleniyor, Sevr günlerinin koyu karanlıklarına çekiliyoruz bir kez daha. Çünkü Atatürk’ü anlamadık, anlatamadık, izleyemedik. Davasını kuru anekdotlarla, veciz sözlerle, rozetlerle geçiştirdik, bayramlarda, on kasımlarda anmakla, Anıtkabir’e koşmakla savunacağımızı sandık. İlkelerini, inkılaplarını hak ettiği değere getiremediğimiz gibi idame edip geliştiremedik te. O’nun savaştığı tüm zulüm ve cehalete savaş açamadık, yeterince bir ve güçlü olamadığımız için mirasını ataletle, umursamazlıkla yedik, hovardalık ettik. Bir bir kaybettik kaleleri, fikirlerde, şehirlerde küçüldükçe küçüldük. Aklımızı karıştırmalarına izin verdik.
O’nun düşmanı ülkeler, ırklar, milletler değil cehalet ve zulümdü. Yayılmacı, sömürücü, otoriter, baskıcı, demode, çağdışı karanlıklar, insanlık dışı geri kalmışlıklardı … unuttuk. O’nun dostu kahraman, fedakar, vatan aşkıyla, Allah sevgisiyle yanan Anadolu yürekleriydi, özdü, yerliydi, milliydi, Laz’ı, Çerkez’i, genci, yaşlısıydı. Omuz omuza düşmana, zulme, karanlıklara direnen koca bir milletti.
İstiklal Harbi bir var olma mücadelesi, asırların intikamı, Türk’ü yok etme planıydı. Dişiyle tırnağıyla, topyekun silahlanıp canını ortaya koyan kahraman halk ganimet, toprak derdinde olmayarak bağımsızlık ve yaşama hakkı için koştu cephelere. Nüfusu 11 milyon olan ülkede 300 bine yakın verilen şehidin büyüklüğünü anlayamadık. O mücadeleden kaçanları, işbirliği edenleri, düşman safına geçenleri yok saydık. Hafife aldık, zafer sarhoşluğuyla avunduk. Nice zaferlere imza atacağımız yerde galibiyetin rehavetine kapıldık.
İlkelerin ruhu çağdaş yarınlar, haysiyetli devlet, refah ve özgür bireylerdi, Cumhuriyet’ti, vicdanların hür olmasıydı, Batı ile rekabet edecek ilim ve akıldı, bacası tüten fabrikalar, uzayıp giden demiryolları, sıralara doluşan talebelerdi. Biz bu inkılapları kitaplardan okuduk geçtik. Devleti, halkı, ulusu, bayrağı, vatanı, İslam’ı, Türkçeyi, tarihi, kültürü, eşitliği, anayasayı öğreten ilkeleri, hoşgörüyü, aydınlanmayı getiren toplumsal gelişmeleri tarih dergilerine gömdük.
İnkılapların ateşi köylere dek nasıl uzandı, okuma yazma nasıl yurdu sardı da on yıl sonra çağ atladık, kıyafetten zihniyete, sofradan laboratuvarlara nasıl bu kadar güçlü ve güzel değiştik azıcık zaman içinde, nasıl demokrasiyle, meclisle, seçimlerle tanıştık da Ankara bozkırlarını cennet ormanlara çevirdik… bilemedik. Açılan onca fabrika hangi parayla, hangi mühendisle, ne zorluklarla işlemeye başladı… hiç empati kurmadık.
Atatürk o nutkunu neden hazırladı, neden günlerce okudu, neden gençlere seslenerek kapattı, neden koydu o vesikaları ekine, neden hainleri, kahramanları deşifre etti korkmadan akıl erdiremedik. Seslenişini törenlere verdik fon müziği diye, resimlerini slayt yaptık özel günlerde, kitaplarıyla süsledik kütüphanelerimizi hatta okuduk bile ama anlamadık, içerisindeki fırtınalı duyguları, gerçekleri yüreklerimize taşıyamadık o sayfalardan. Koca bir milleti koyu karanlıklardan, yok olmaktan, ezilmekten, tecavüze uğramaktan, dilsiz-dinsiz kalmaktan, mal olmaktan kurtarıp, hür bir vatana, saygın bir devlete, namuslu bir yaşama, inançlı bir ibadete çıkaran Atatürk’ün mücadelesinin ruhunu tanıyamadık. Zulüm cephesinin çelik ordularını nasıl yendiğini, fikirlerdeki, bankalardaki, kitaplardaki, kıyafetlerdeki düşmanların, saraylarda oturan işbirlikçilerin nasıl yurttan atıldığını, ilkel köhneliklerden, yobaz bağnazlıklardan nasıl aydınlığa çıkardığını idrak edemedik.
Atatürk’ün davasını anlayamadık… Oysa O’nun davası;
Baştan sona aziz milletinin var olma ve yaşama hakkını geri almak, unutturulan Türklüğü yeniden ayaklandırıp şaha kaldırmaktı. Tüm dünyanın asırlarca yok etmeye çalıştığı bağımsız ve aydın Türk Ulusu’nu çağdaş yarınlara güven ve huzurla hazırlamaktı muradı. Ne serveti düşündü ne makamları.
Anadolu’nun en ücra köşelerindeki çığlıklar kalbini kanatırken, kederli anaların evlat özlemleri yüreğini burkarken, Ulusu’na yakıştıramadığı kölelik ve geri kalmışlığı silip atmak, mutlu yarınlara bir ve beraber uzanmaktı dileği.
İnsanlığı, hakkaniyeti, liyakati, namusu, cihadı, koşmayı öğretti Atatürk, asırların medeniyetle arasına koyduğu mesafeyi kapatmaya çalıştı, kişilerden alıp egemenliği halkına verirken aklı ve bilimi rehber etti hayata hurafeler yerine, hainler yerine vatanseverleri koydu baş köşelere.
Sarayları halka geri verdi, vekilleri meclise taşıdı, dikilmez tarlaları başak cennetlerine, taşlı yolları şoselere, gidilmeyen yerleri yakın diyarlara çevirdi. Saban tutan, kılıç tutan, kalem tutan elleri kenetledi milli idealde. Haysiyet ve onuru muska etti boyunlara, kalplerdeki sevgi ve umudu yüceltti, çocukların şarkılarına koydu barışı, kanlı çiçekler açan Anadolu bozkırlarını İzmir çiçekleriyle donattı.
Atatürk’ün davası yeni değildi, yaratmak değildi, unutulanı hatırlatmaktan, var olan değerleri yüceltmekten ibaretti. Tarihi, dili, kültürü yeniden fısıldadı kulaklara, Anadolu’nun kaderimiz olduğunu, aziz Milletin mazlumların önderi olacağını, esir yaşamaktansa ölmeyi öğretti.
Komutandı, vekildi, devlet adamıydı ama önce öğretmendi Atatürk. Askeri, siyasi, ekonomik tüm şahsiyetleriyle dersler verdi halkına medeniyet yolunda, aydınlık yarınlara ışık tutan rehber oldu, davası etrafında kenetleyebildi tüm ulusu. Yaptığı ve yapmak istediği her şey Ulusu içindi. Başaramadı tamamını, yetmedi ömrü. Lakin attığı temellerle, çıkardığı yasalarla ilkelerini, inkılaplarını ölümsüzleştirdi, meclisi tek yetkili kılarken güven aşıladı gençliğe, yılmaz bekçileri yaptı güvendiği çocukları yarınlara.
Atatürk’ün davası yurdu okul, hayatı ders, hür ve çağdaş yaşamı sınav etmekti. İlelebet payidar kalacak Cumhuriyet’i koruyacak muhafızlar yetiştirmek, yarınlarda hortlayacak aynı düşmanlarla mücadeleden kaçmayacak kahramanlar var etmekti. Davası farkındalıktı. Dostu düşmanı tanıtan, tehlikeyi sezen, durumu muhakeme edebilen, gidişatı görebilen aydın nesil yetiştirmekti. Her şeye rağmen olmayan barışı, yeri ve milli olmayı gönüllere yerleştirmekti.
Atatürk davasını başarırken elbette yalnız değildi.
Orkestra şefi gibi ülkeyi ahenkle hedefe yöneltirken yanında başta İsmet İnönü olmak üzere kendisine inanmış, davaya gönül vermiş niceleri, çocukluk arkadaşları, Batılılaşma isteklileri, çoğu sonradan siyasete giren kahraman komutanlar, fedakar telgrafçılar, cesur gazeteciler, durmaksızın çalışan sağlık personeli, tek harf öğretmek için çabalayan öğretmenler, kıymetli vekiller, genç talebeler, Kuvayı Milli’nin aslan yürekleri ve fedakar Türk halkı vardı. Davanın ardında Anadolu insanının duaları, annelerin kınalı kuzularının şehit olmak arzusu, asker yolu gözleyen yavukluların yanık türküleri vardı. On beşliler cepheye giderken gözleri sulanan dedelerin, şehitliklerde yana yana yatan Doğulu ve Batılı vatan evlatlarının cennetlere girişinin özlem dolu türküleri vardı. Atatürk’ün arkasında İzmir Marşı’nı söyleyen, Dağ Başını Duman Almış marşıyla Samsun’dan İzmir’e O’nu takip eden koca bir Ulus’un gölgesi vardı.
O’nun davası; kuldan birey, ümmetten ulus, esaretten hürriyet yaratmaktı! Bunu da Ulus’una başöğretmenlik ve örneklik yaparak başaracaktı.
1 thought on “Atatürk’ün davasını bir türlü anlayamadık”