Atatürk dönemi dış siyasetinin ana teması komşuları ürkütmemek ama ülkemize tecavüzden caydırmak, bölgesel işbirliği ve barışla kalkınmak ama ülkemizin bağımsızlık ve bütünlüğüne aykırı eylemlere müsaade etmemekti. Karşılıklı dostluk ve güven ortamı yaratan bu anlayış; yardımlaşmayı, halklar arası yakınlaşmayı, sınır güvenliğinin teminini, olası sorunların konuşarak çözümünü öngörüyordu.
“Dış siyasetimizde başka bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edeceğiz. Günümüz medeniyetinin devletler arası münasebetlerde ortaya attığı ve en yüce, temiz emel ve düşüncelerin bir özeti demek olan “her milletin kendi mukadderatına kendisinin hâkim olması” hakkını biz yeryüzünde yaşayan milletlerin hepsi için tanıyoruz, bizim de bu hakkımızın kayıtsız şartsız tanınmasını istiyoruz. Bu meşru ve haklı isteğimizi tanımamak yüzünden akan ve akacak olan kanların mesuliyeti, şüphesiz sebep olanlara aittir. Bizi, millî davamızı takipten yıldıracak hiçbir vasıta hiçbir kuvvet düşünülmüş değildir. Millî davamız, bizim hayatımızdır. Hayatına suikast edilen en zayıf yaratıkların bile, bu isteğe karşı isyan ve nefretle son nefese kadar kendisini müdafaaya çalışmasından daha doğal bir şey yoktur.” 1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 229)
Osmanlı İslam’ı (Nasr Suresi) yanlış yorumlayarak üst aklın evvelki piyonları Napolyon ve Hitler gibi cihan devleti hayali kurduğunu sanmıştı, Emevi saltanat dinciliğiyle de ganimet hırsına düşmüştü. Oysa tevhid nurunun egemenliği kale işgalleriyle değil, gönüllerde kurulacaktı. Bir tek kaleye İslam girebildi mi? Hayır! Ya ne oldu? Osmanlı, devşirmelerle, ganimetlerle altın saraylara, haremlere boğulurken, Türklük ve hüccet yara aldı, bilim terk edildi. Hayaller, hatunlar uğruna, azınlıklar ve gayrimüslimler ticaretle zenginleşirken, binlerce vatan evladı Türk şehit düştü, katledildi, geri bırakıldı. Osmanlı Anadolu’dan götürdükleri hariç oralarda Müslüman kimlik oluşturamadı.
Su nasıl doğal yolunu ve seviyesini bulursa ülkeler ve fikirler de öyledir. Nasıl bir bent kurulursa kurulsun o su bendi yıkar ve akışını, yerini bulur. Devletler, uluslar, düşünceler de öyledir. Dolayısıyla Türklük Anadolu’yu baştan beri yurt etmiş ve yurduna, özüne geri dönmüştür. Milli ülkü bu topraklarda yücelmektir, toprak ele geçirmek değil. Birilerinin sahibi, Yaratan’ı, manevi önderi olmak da değil. Dinin kitabı Kur’an, hiçbir ulus veya kişinin olmadığı gibi, Türklüğün de sahibi ancak Milletin kendisidir, kişiler değil. Türklüğün öz evladı Atatürk dahi Türklüğün sahibi değil mensubudur. Din veya Millet tek kişi emrine verildiğinde acı sonuçlarını bu millet yaşayarak öğrenmiştir. Bundan sonra da böyle bir emeli olmayacak, gaflete düşmeyecektir. Vatan ve vicdanların bağımsızlığı bu demektir, laiklik ve Cumhuriyet bu yüzden mühimdir.
“Dış siyaset, bir toplumun iç kuruluşu ile sıkı şekilde ilgilidir. Çünkü iç kuruluşa dayanmayan dış siyasetler, daima mahkûm kalırlar. Bir toplumun iç kuruluşu ne kadar kuvvetli, sağlam olursa, dış siyaseti de o nispette güçlü ve sağlam olur.” 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 162)
“Dış siyaset, iç kuruluş ve iç siyasete dayandırılmak zaruretindedir, yani iç kuruluşun tahammül edemeyeceği genişlikte olmamalıdır. Yoksa hayalî dış siyasetler peşinde dolaşanlar, dayanak noktalarını kendiliğinden kaybederler.” 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 101)
İç ve dış politikada Atatürk’ün temel ilkeleri; gerçekçilik, devlet gücüne dayanma, güvenlik ve millî bağımsızlığın korunması için barışçılık, çağdaşlaşma modeli olarak batılılaşma, uluslararası devletler hukukuna uygunluk, karşılıklı güven ve işbirliği, dengeli dış politika olmuştur. Bunların içinde gerçekçilik, Mustafa Kemal’in hem iç hem de dış politikada en belirgin özelliğidir. Atatürk’ün gerçekçiliği, hedefler ile güçler arasında uygun bir denge kurmayı, hayali hedefler peşinde koşmamayı gerektirmişti.
“Dış siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin güvenliğine ve gelişiminin korunmasına dikkat, hareket tarzımıza kılavuz olmaktadır. Esaslı düzenleme ve gelişim içinde bulunan bir memleketin, hem kendisinde hem çevresinde barış ve huzuru ciddî olarak arzu etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir nitelik olamaz. Bu samimî arzudan esinlenen dış siyasetimizde memleketin dokunulmazlığını, güvenliğini, vatandaşların haklarını herhangi bir tecavüze karşı bizzat savunabilmek kudreti de, özellikle gözde tuttuğumuz noktadır. Kara ve deniz ve hava ordularımızı, bu memlekette barışı ve güvenliği dokunulmaz bulunduracak bir kuvvette muhafazaya bunun için çok önem veriyoruz.” 1928 (Atatürk’ün S.D.I, s. 342-343)
Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde yerini tayin etmede coğrafî konumunun büyük ehemmiyeti olmuştur. Bu coğrafî konum Osmanlı Devleti döneminde olduğu gibi Türkiye’yi devletlerarası denge ile alakalı olarak bazı anlayışların geliştirilmesi araştırmasına zorlamıştır. Osmanlı devleti muhtelif taahhüt ve yükümlülüklere yönelerek bu dengeyi sağlamaya çalışmıştır.
Mustafa Kemal’in dış politikası millî sınırlar içindeki Türk Devleti’nin güçlendirilmesi amacına yönelikti. Dış politikanın temel ilkelerinden barışçılığı, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözüyle ifade etmiştir. Bu ilkeye icraatlarda da uyulmuş, milletlerarası uyuşmazlıklar barışçı yollarla, uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak çözülmeye çalışılmıştır. (Özbudun, 1992, 95) Barışçılık, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ve stratejik konumu dış politikaya belirli bir dünya görüşü ile bakmayı, ilişkilerde, sağlam dayanaklar ve antlaşmalara bağlı[1] bir politika takip etmeyi gerekli kılmıştı. Atatürk’ün barışçı politikası yalnızca sözde kalmamış barış yolunda Milletler Cemiyeti’ne katılmış, Balkan, Akdeniz, Sadabat vb. paktların oluşturulmasına aktif olarak katılmıştır.
“Dış siyasetimiz, başlangıçta kendisine çizdiği hareket hattından asla sapmamıştır. Dış siyasetimiz, daima milletler refahının yaratıcısı olan barış içinde, memleketin gelişmesini amaç edinmiştir. Bu gelişmeyi, tam ve mutlak olarak, milletlere temenni ederiz.” 1933 (Hakimiyeti Milliyet gazetesi, 30.10.1933, s. 2)
Millî Bağımsızlığın Korunması yönünde Atatürk’ün milletlerarası ilişkilerdeki gerçekçi yaklaşımı, onun dış politikada millî bağımsızlıktan taviz vermeyen ve bu konudaki kararları daha kesin bir dille söylemeye yöneltmiştir. Misak-ı Millî’de ifadesini bulduğu biçimde her alanda tam bağımsızlığın tesisi ve onun korunması temel hedefi ve Uluslararası ilişkilerde devletler hukukuna uygunluk prensibi, 1923’ten sonra uygulanan dış politikada Türkiye’nin temel prensibi olmuştur.
Dengeli Dış Politika anlayışı içinde Atatürk, bağımsızlığın muhafazası ve hızlı kalkınmanın temini için Londra Konferansından sonra denge politikasının izlenmesine büyük önem vermişti. Türkiye İngiltere’nin niyet ve hareketlerini dengeleyebilmek için, Bulgaristan’la, Sovyetler ile, Fransa ile, İran’la dostluk ve iyi komşuluk antlaşmalarını imzalamıştı. Karşılıklı Güven ve İşbirliğini esas alan Türkiye, dışarıda barışın sürekliliği, içeride kalkınmanın ve huzurun temininde güven duygusuna olan ihtiyaç sebebiyle dış politikasında karşılıklı saygı ve güven duygusuna büyük önem vermişti. Bunun için Türkiye karşılıklı güven duygusu içinde Sovyetler ile dostça münasebetlerini yürütmüş, Batıya da dost elini uzatmaktan geri kalmamış, karşılıklı güven ve işbirliğini her zaman ön plana çıkarmıştır.
Atatürk’ün dış politikasındaki temel hedefi uyguladığı inkılap politikasıyla Türkiye’nin “çağdaş uygarlık” kabul ettiği, batı medeniyeti seviyesine ulaştırılması olmuştu. Bunun için sosyal, siyasî, ekonomik ve kültürel olarak doğudan batıya yönelmek, batıda yer almak ihtiyacı duymuştu ve batılı bir hükümet vücuda getirmenin altını çizmiştir. Cumhuriyet rejimi ve demokrasi anlayışının batının temel yönetim biçimi olduğuna göre cumhuriyet ve demokrasiye inanmış bir ülke olarak Türkiye’nin batıya yönelmesi gerekli görülmüştü. Bununla beraber Atatürk, batılılaşma anlayışında taklitçiliği reddetmişti.
Atatürk, bugün bile hala uygulanabilir olan dış politikaya dair ana esasları (ilginç ve çok isabetli ilkeleri) dönemin Dışişleri -efsane- Genel Sekreteri (bugünün müsteşarlık mevki) Numan Menemencioğlu’na söylemişti.[2] Atatürk’ün “5 dış politika ilkesi” basitçe şöyleydi;
1- Komşularınızın iç işlerine karışmayın.
2- Rusya’yı tahrik etmeyin.
3- Arap ülkeleriyle tarihi, sosyal, kültürel ilişkilerinizi geliştirin. Fakat aralarındaki anlaşmazlıklara karışmayın.
4- Sormadan akıl vermeyin.
5- Batı kültürünü benimseyin, fakat onların emperyalist emellerine alet olmayın!
Ortadoğu politikasının yansıması ise şöyleydi;
Atatürk, Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin yönünü çağdaş uygarlığa, Batı’ya çevirmiş olmasına rağmen İslam dünyasıyla da iyi ilişkilerini sürdürdü. Öncelikle Lozan’da İsmet Paşa, Misak-ı Milli’nin Araplarla ilgili hükmünü hatırlatarak Osmanlı’dan ayrılan ülkelere dayatılan manda rejimini tanımadığını açıkladı. Cumhuriyet döneminde Afganistan, İran, Irak, Suriye, Mısır gibi İslam ülkeleriyle antlaşmalara dayalı dostluklar kurdu. siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirdi. 1926’da Ankara Antlaşması’yla Türkiye-Irak sınırının çizilmesiyle Türkiye-Irak ilişkileri düzeldi.
1926’da Abdülaziz bin Suud, Hicaz Kralı olduğunda onu ilk kutlayan Türkiye oldu. 1928’de Afgan Hükümdarı Amanullah Han, Atatürk’ü ziyaret etti, Atatürk’ün devrimlerinden etkilenip Afganistan’da benzer yenilikler yaptı. 1931’de “aynı evi paylaşan iki kardeş olduklarını” söyleyerek Atatürk’e hayranlığını ifade eden Irak Kralı Faysal Türkiye’yi ziyaret etti. 1934’te İran Şehinşahı Rıza Pehlevi Türkiye’ye geldi. O da Atatürk’ün devrimlerinden çok etilendi. İran’da benzer yenilikler yapmayı denedi. Türk-İran dostluğu sonunda Türk-İran sınırındaki sorunlar halledildi. Ekonomik ilişkiler geliştirildi. 1937’de de Ürdün Emiri Abdullah Atatürk’ü ziyaret etti.
Cumhuriyet, Irak’ın ve Suriye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne büyük önem veriyordu. Türkiye’nin, Misak-ı Milli içinde gördüğü Musul ve Hatay dışında, bu ülkelerden toprak talebi yoktu. Öyle ki Atatürk -üstelik Hatay meselesinin gündemde olduğu günlerde- 21 Aralık 1937’de Ankara’da, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, Suriye’nin bağımsız olması için Suriye’ye askeri yardımda bulunabileceğini söyleyerek Fransa’ya meydan okudu. (Bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.30, s. 120-122). Kısacası Atatürk, emperyalizme karşı hep Ortadoğu ülkelerinin yanında yer aldı.
1937’de Atatürk’ün çabalarıyla Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı kuruldu. Böylece Alman tehdidine karşı 1934’te Balkan Antantı’yla[3] Batı sınırlarını güvenceye alan Türkiye, İtalyan tehdidine karşı da 1937’de Sadabat Paktı’yla Güneydoğu sınırlarını güvenceye aldı. Türkiye diğer Arap devletlerinin de bu pakta katılmasını istiyordu. Sadabat Paktı görüşmeleri için Haziran 1937’de Bağdat’a giden Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün dış politika ilkelerinin özünün “barış” olduğunu orada şöyle ifade etmişti:
“Dünyanın bu bölgesinde kardeşliğe inanmış bulunuyoruz… Biz evrensel bir dostluk ve sevgi siyaseti güdüyoruz… Bizim için tek amaç barıştır. Barış bizim için araç değil hedeftir… Eğer savaştan iğreniyorsak bu herhalde ondan korktuğumuzdan değil, belki hiçbir sorunun savaş yoluyla halledilemeyeceğine inandığımızdandır… Biz barış davasının samimi ve sadık hizmetçisiyiz… Biz memleketlerimizin selamet ve menfaatini barışta buluyoruz… Biz güvenliğimizi başka devletler arasındaki anlaşmazlıklarda aramıyoruz.”[4]
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, başta komşuları olmak üzere -Yunanistan gibi eski düşmanlar dahil- tüm dünyayla barış temelli ilişkiler kurdu. Bugün Atatürk’ün aklından, stratejisinden, mücadelesinden alınacak çok dersler vardır. Örneğin, Atatürk yedi düvelle mücadele ederken “topunuz gelin” demek yerine, bir taraftan düşman cephesini (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan vb.) zayıflatırken diğer taraftan düşmana karşı bir cephe (mazlum milletler cephesi) kurarak Milli Mücadele’yi kazanmıştı. Atatürk, Irak’ın ve Suriye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne önem vermişti.
“İslam âlemi ve Suriye milleti ve devleti tamamıyla ve katiyen bağımsız olmalıdır (…) Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur (…) Batıdan bir millet gelecek bunu tayin edecek, bu benim hoşuma gitmiyor (…) Bizi karşı karşıya bıraksınlar. Biz anlaşırız.” Atatürk, 21 Aralık 1937
1937 senesinin sonları.[5] Fransızlar, Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan Hatay’ı, diplomatik oyunlarla Türkiye’den koparmaya çabalıyor, Fransa, bir yandan da Suriye’yi, Hatay üzerinden Ankara’ya karşı kışkırtıyordu. Cumhuriyet Hükümeti’nin, Fransa’ya, Hatay için gerekirse savaşırız mesajını verdiği günlerde, Mustafa Kemal Atatürk, dönemin Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la, Karpiç Lokantası’nda bir araya gelmişti. Görüşmede, Atatürk, Başbakan Mardam’a Fransızların oynadığı oyunu yukarıdaki ifadelerle açıklamış ve eklemişti:
“Ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar mani olursa, Fransızlara da söyleyecek sözlerimiz vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kafi. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakmam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutunuz, ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmazsanız her şey yaparlar.”
Atatürk ve Suriye Başbakanı Mardam arasında geçen bu konuşmadan yaklaşık 80 yıl sonra, bugün Suriye’de benzer bir durum yaşanıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası, bölgede Fransız/İngiliz emperyalizminin yerini alan ABD, Suriye toprakları üzerinde 7 yıldan bu yana süren, Ankara ve Şam yönetimlerini karşı karşıya getiren bir savaşı kışkırttı. Gelinen noktada, ABD, Türkiye ve Suriye’nin bölünmesine neden olacak PKK/PYD koridorunu kurmaya çalışırken, bu koridorun kurulmasından zarar görecek iki ülkenin bir araya gelmesini engelleyecek hamleler yapıyor. Emperyalizmin hamlelerine, doğru karşılık veremememiz durumunda, ülke bekasının tehlikeye gireceği de aşikar.
Emperyalizmle mücadele yollarını (güneyde) ararken önce Suriye ve Irak başta olmak üzere doğudaki komşularla ilişkilerimizi nasıl bir zeminde sürdürmeliyiz? sorusunu cevaplamak gerekir. Ülkemizdeki siyasal İslamcı çizgide siyaset izleyen hareketler, Ümmet merkezli bir siyasetle, aynı dini inancı paylaştığımız komşularımızla ilişkilerin olumlu bir seyre oturabileceğine inanıyor. Diğer bir kesim ise Soğuk Savaş’ın başlangıcından itibaren kendilerini Batı’cı olarak tanımlayan kesimin izlediği Fars ve Arap milletlerine mesafeli yaklaşan siyaset güdüyor. Bu kesim, yüzlerce yıl aynı tarih ve kaderi paylaştığımız Fars ve Arap komşularımızı yadırgayan, bölgede Batılılarla beraber hareket eden bir çizgi izledi.
Sonuçta, Türkiye dış politikada Batıya mahkûm bir hale gelirken, içeride ise Batı dışında dünyaya gözlerini kapamış, yüzyıllara dayanan Asyalı mirasını reddeden bir aydın sınıfın kısırlığına mahkum hale geldi. Bugün Cumhuriyet ve devrimler konusunda yaşadığımız ağır tahribatın en büyük sorumlusunun, Batı aşığı ve doğu düşmanı, kendi benliğini reddeden bu aydın/yönetici sınıf olduğu açıktır. Özetle, güney komşularımızla ilişkilerimiz, Atatürk’ü Batıcı olarak eleştirip ümmet siyasetini ön plana çıkartanlar ile Atatürk’ün büyük mirası arkasına saklanıp Batıcılık yapanlar arasına sıkışmış durumda.
“Atatürk’ün Kaleminden Suriye ve Irak” adlı çalışmayı (Kaynak Yayınları) okuduğumuzda, karşımıza bambaşka bir Atatürk ve devrimci ilkelere dayanan bir Türk dış siyaseti çıkıyor. 1905 senesinde, Atatürk’ün Şam günleri ile başlayan çalışmanın her sayfasında, doğu milletleri ile hangi doğru zeminde iş birliği yapabileceğimize dair önemli önermeler mevcut. Atatürk’ün yaklaşımında;
1- Arap milletlerinin, İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı direnişini destekleyen bir siyaset,
2- Arap milletlerine, din merkezli değil fakat eşit uluslar çizgisinde bir yaklaşım,
3- Arap komşularımıza mesafeli değil, tam tersine emperyalizme karşı aynı cephede bir mücadele,
4- Emperyalizmin, Türkler, Araplar ve Farslar arasında nifak tohumu ekmelerini engelleyici, hiçbir şekilde aracıları kabul etmeyen etkin bir siyaset Ve en önemlisi…
5- Suriye ve Irak’ın tam bağımsızlığından sonra ortak bir Konfederasyon fikri ön plana çıkıyor. Ülkemizin ve bölgenin emperyalizm tarafından kuşatıldığı şu günlerde, Atatürk’ün çizdiği bölge milletleri ile ittifak yolu önümüzde duruyor. Bu yol, sadece Türkiye için değil, bölgemiz için bir kurtuluş yolu. Fakat yolun sonuna ancak ideolojik saplantılardan kurtulmayı başaran, gerçeği eğip bükmeyen ve dirayetli olanlar varabilecek.
“Türkiye Cumhuriyeti,[7] kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de vurguladığı gibi ilelebet yaşayacaktır. Çağdaşı olarak kurulmuş birçok devlet ve rejim, 21. yüzyılı göremeden tarihe karışırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıla yakın süre ayakta kalmasının nedeni, temellerinin sağlam olmasıdır. Cumhuriyetimizin dışarıdan ve içeriden birçok saldırıya maruz kalmasına karşın hâlâ ayakta kalmasını ve çağdaş devletler topluluğu içinde önemli bir yere sahip olmasını Atatürk ve arkadaşlarına borçluyuz. Atatürk’ün attığı bu temelin dört dayanağı vardır: Tam bağımsızlık, ulusal birlik, demokrasi ve laiklik. Türkiye’nin çağdaş devletler safında yer almasını ve kalmasını sağlayan bu temel özellikleridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni, komşularında yaşanan felaketlerden koruyan, kuruluş felsefesi ve dayandığı bu sağlam temeldir.
Komşularımız Irak ve Suriye iç savaşın pençesinde kıvranıyor. Merkezi devletin ülke bütününde egemenliğini kaybetmiş olmaları, ulusal birliklerinin dağılmış olması, iki komşumuzu da çökmenin eşiğine getirdi. Küresel güçlerin çıkar çatışmalarına dayalı paylaşım savaşına sahne oldular. İslam dünyası sancılı bir süreçten geçiyor. Suudi Arabistan katı rejimini yumuşatmaya çalışıyor. Buna rağmen kadınların araba kullanma hakkını vermiş olması bile hâlâ tartışılıyor. Komşularımız ve diğer İslam ülkeleri çıkış arıyor. Bölgemiz ve İslam dünyası için çıkış yolu Mustafa Kemal Atatürk’ün neredeyse 100 yıl önce gösterdiği yoldur. Bu yol, “demokratik-laik, insan haklarına dayalı, hukukun üstünlüğüne inanan, kadın-erkek eşitliğini esas alan, bilimi ve bilimsel eğitimi rehber edinmiş Cumhuriyet” yoludur.”
Atatürk’e göre Milletlerin mutluluğu sadece kendisinin değil tüm milletlerin huzur ve refahını temine çalışmasına bağlıydı. Türk ulusunu çağdaş dünyanın onurlu bir üyesi yapmaya çalışan Atatürk, uluslar arası dostluk ve iş birliğine büyük önem vermiş ve dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulusu ilgilendirirse ilgilendirsin sorunun çözümüne katkıda bulunmak hususunda duyarlılık göstermişti. Ona göre bir ülkenin huzur ve barış içerisinde yaşayabilmesi ancak dünyada barışın sağlanmasıyla mümkündü. Dünya barışına hizmet etmek aynı zamanda kendi barışın için de çalışmaktı. Kavganın ortasındaki bir insanın huzurlu olabileceğini düşünmek nasıl ki mümkün değilse, barışın egemen olmadığı bir dünyada da bir ülkenin huzurlu olması mümkün değildi.
ATATÜRK, dünya milletlerini bir bütün olarak görürdü. 17 Mart 1937’de Ankara Palas’ta Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile görüşürken bunu şöyle belirtmişti:
“Şimdiye kadar açıkladığım hususlar ayrı ayrı toplumlara aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşgullerdir. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadeti için de elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu alanda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında barış olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan yoksundur. Onun için ben sevdiklerime şunu öneririm: Milletleri yöneten kişiler, doğal olarak öncelikle kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu sağlamayı isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lâzımdır. Bütün dünya olayları bize bunu açıkça kanıtlar. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bizi bir gün etkilemeyeceğini bilemeyiz. Bütün insanlık âlemi bir vücut ve bir milleti de bu vücudun organı kabul etmek gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer organlar etkilenir.“ (Erendil; s. 84.)
Türkiye’nin milletler cemiyetine katılması dış politikadaki haysiyetli tavra ve olağanüstülüğe sahipti. Türkiye, İngiltere’nin geniş nüfuzu altında bulunan Milletler Cemiyeti’ne güvenle bakmadığından bu teşkilata üye olma hususunda istek göstermemişti. 1930’dan sonra uluslararası işbirliğinin önemi arttığından, Milletler Cemiyeti’ne ilgi de artmıştı. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 20 Nisan 1932 Cenevre Silahsızlanma Konferansında, Milletler Cemiyeti’ne katılmamızı istemiş ve istek, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 6 Haziran 1932 tarihli toplantısında, Türkiye’nin davet edilmesiyle gerçekleşmişti. Türkiye’nin üyeliğe girişi dış politikasında yeni bir aşama olmuş ve girdikten iki yıl sonra da Konsey Üyeliğine seçilmişti.
NOT: Birleşmiş Milletler ise 24 Ekim 1945 tarihinde kurulmuştu. Örgütün 193 üye ülkesi bulunmaktadır, Türkiye kurucu ülkelerden biridir. Teşkilatın Amacı; Savaşları ve barışa yönelik tehditleri önlemek, ülkeler arasında dostane ilişkiler kurmak, uluslararası ekonomik ve sosyal işbirliğini sağlamaktır. Maalesef bugün pek çok emperyalist ve siyonist sorunu çözmekte aciz kalan, veto hakları nedeniyle karar almada sıkıntı yaşayan BM, kuruluş amaçlarını güçlü ülkelerden ve sermayeden yana yorumlayarak küresel dünya destekçisi hale gelmiştir. Dünyanın 2100 yılındaki refah ve güvenli yarınlarını teminini (!) hedefleyen BM bu amacıyla tek devletli bir dünyadan yana çalışmalarını sürdürmektedir. Çok yakında adı ve mahiyeti yeniden değişecek olan örgüt, günümüzde insan hakları ve sağlık konularında bilhassa öne çıkmakta, çoğu zaman Ulus devletleri kızdıracak beyanatlara yer vermektedir.
[1] Türkiye Cumhuriyeti ile o zamanki adıyla Macar Krallığı yani Macaristan’ın 18 Aralık 1923’te imzaladıkları antlaşma yeni Türk devletinin “Türkiye Cumhuriyeti” titriyle ve muhatabı tarafından bu adla tasdik edilen ilk anlaşmadır. Macaristan şimdi bir Türk Konseyi üyesidir. (Gümrü Antlaşması ise, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti arasında 3 Aralık 1920’de imzalanan antlaşmadır. Ayrıca TBMM’nin uluslararası alanda imzaladığı ilk antlaşmadır.)
[2] Kaynak; Merhum büyükelçi Nihat Dinç’ten naklen emekli Büyükelçi Özdem Sanberk, CNN Türk
[3] Balkan antantı 9 Şubat 1934 Atina’da ; Yugoslavya, Yunanistan, Romanya ve Türkiye arasında imzalandı. Arnavutluk ve Bulgaristan anlaşmayı imzalamadı. Bulgaristan’la Pakt arasında 1938’de ayrı bir anlaşma imzalandı. Pakt, ikinci dünya savaşıyla dağıldı.
[4] (Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, s. 199)
[5] Av. Onur Sinan Güzaltan, Odatv.com, 31.01.2019, Suriye için yapılması gerekenler Atatürk’ün satırlarında gizli
[6] Mehmet Ali Güler, Cumhuriyet gazetesi, Gara’nın işaret ettiği iki gerçek
[7] Fikret Bila, Hürriyet, Atatürk’ün yolu, 30 Ekim 2017
1 thought on “Atatürk’ün dış siyaset anlayışı”