Atatürk’ün milli davası
Uzun uzun anlattığı haritadan başını kaldırdı. Adeta nefes bile almayan arkadaşlarına baktı. Ulusun kader anıydı. Söylenecek ne varsa söylenmişti. Söz bitmişti. O çelik mavisi gözlerinde belli belirsiz bir keder bulutu dolaştı. “Vakit tamam” dedi… “Umutsuz olmayacağız. Uçurumun kenarındayız. Bizi canlı canlı mezara atmak istiyorlar. Son bir cüret belki kurtarabilir. Anadolu’ya geçiyoruz!”
15 Mayıs 1919… Mustafa Kemal annesi ve kardeşiyle otururken “gidiyorum” dedi! Odaya adeta bomba düşmüştü. “Buralarının da Selanik gibi olma ihtimali var, giderken gözüm arkada kalmasın, memleket için uğraşırken sizden yana bir üzüntüye düçar olmak istemem” dedi.
Günün ilk ışıklarıyla, vedalaşmak üzere kapıya geldiler. Mustafa Kemal’in elinde Kur’an-ı Kerim vardı. Trablusgarp Savaşı’nda Libyalı mücahit şeyh Ahmet Sünusi tarafından kendisine hediye edilmişti. Sekiz yıldır nereye gitse, Sofya’da, Çanakkale’de, Şam’da, Halep’te, Filistin’de hep yanındaydı. .. Annesine bıraktı. Makbule ağlıyordu. Zübeyde otoriter ses tonuyla haşladı kızını… “Sen asker kardeşisin, ayıp, ağlanır mı hiç” dedi. Sanki dün gece üzüntüsünden bayılan o değilmiş gibi, heykel misali dimdik durmaya çalışıyordu. Kızını teselli ederken aslında kendi duygularını bastırıyordu. “Memleket için giden insan ölse bile ağlanmaz, koş misafirlere şerbet ez!” diye bağırdı. Hepi topu birkaç altın bileziği vardı. Selanik’ten elinde avucunda kala kala bunlar kalmıştı. Oğluna verdi.
“Lazım olur” dedi. 1920… Hakikaten lazım oldu. Ankara’da paraya sıkışmışlardı. Ekmek alacak durumları kalmamıştı. Mustafa Kemal, emir erini çağırdı. “Valizde anamın birkaç parça ziyneti var, Osmanlı Bankası’na rehin bırak, para al” dedi. Ali Çavuş yatak odasına gitti. Valizi açtı. Mendile sarılı bilezikleri buldu. Bankaya koştu, tek kelime etmeden masaya koydu. 200 lirayı sayıp, uzattılar. Biraz olsun nefes alacaklardı. Zübeyde’nin çeyiz bileziği… Milli Mücadele hamuruna karılmıştı…
Milli mücadelenin öncesini, esnasını ve sonrasını, bugünlere varan ilerleyişini ilk ağızdan anlatan Nutuk, Atatürk’ü, ilke ve davasını, inkılap ve hayallerini anlamak için de ilk ve tek kaynaktır. Nutuk, yurdumuzun parçalanıp, işgal edildiği günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan İstiklal Savaşı’nı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve inkılapların yapılışını, siyasi ve milli tarihimizi dostları ve hainleriyle birinci elden anlatan, değerli bir kaynak eseridir. Atatürk’ün kendi kaleminden çıkan bu eser, yine Atatürk tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da toplanan İkinci Kurultayı’nda 36,5 saat süren ve altı günde okunan tarihi bir hitabeye dayandığı için Nutuk adını almıştır. Bu kıymetli eseri okumak, yaşananları anlamak, yarınlara yön vermek açısından her Türk gencinin görevi ve borcudur. Çünkü nutuk okunmadan O’nun davası tam olarak anlaşılamaz. Sadece okumak da yetmez, zorluklara ve zorluk çıkaranlara meydan okumak da gerekir.
Onun davası; insanca ve özgür bir yaşam, çağdaş, sağlıklı ve huzurlu bir müstakilliktir, kendisini Türk hissedenlerin, Türk’üm diyebilenlerin hayatını, Milletin istiklalini, vicdanların hür olduğu, barış, sevgi ve hoşgörüye, muhabbet ve dostluğa yaslamaktır, kıymet ve değerleri yeniden hatırlatmak, yürüyene kadar ulusun elinden tutmaktır. Atatürk’ün davası herkesi Türk, Müslüman, bağımsız, namuslu, vatansever, çalışkan, zengin yapmak değildir. Ülkeler fethetmek para ve güce sahip olmak da değildir. Davası; ülke adına tek başına karar vermek değil, ülke insanlarının doğru karar verebilecek ve çağdaş yaşamı temin ve muhafaza edecek olgunluğa gelmesine yardımcı olmaktır. Bu yüce insanlık ideali istikametinde çalışmış, mala ve mevkiye önem vermeyerek, gençliğe bu erdemli hedefi miras bırakmıştır. Şartlar ve durum ne olursa olsun davası; insanca, medeni ve hür yaşamaktır, kardeşçe. Bu fert için de ülke için de aynıdır.
Küresel çıkmazlara evrensel çözüm olarak düşünülmesi gereken çarenin ATATÜRK olduğunu anlayabilmek için O’nun 57 senelik yaşama sığdırdıklarına bakmak, davasını ve mucizesini anlamak gerekir. Bizler gibi et ve kemikten olan, erken yaşlarda rütbe alıp Cumhurbaşkanlığına kadar yükselen, askeri, siyasi ve medeni hayata dair her alanda müthiş bir öngörü ve isabet oranıyla, yanlış yapmadan, kandırılmadan, mağlup edilemeden yaşamış, Allah’a ve vatana olan aşkından aldığı feyz ve güçle yirmi yılda asırlara sığmayacak büyük işler yapabilmiş Atatürk’ün mücadelesini anlamak fikirlerine katılınmasa da vicdanların borcudur. Çünkü ülke tarihinde saygıyı en çok hak eden lider O’dur!
O, kuru bir hayat hikayesinden ibaret değildir, tarihin tozlu sayfalarına prangalanmış sıradan bir devlet adamı da değildir. O’nun eserleri gibi ideal ve ülküsü de bugün hala yaşayabiliyor ve dünyaya ışık olmaya devam edebiliyorsa bu davasının haklı, doğru ve gerekli oluşundandır, zamanın küresel dev güçlerine karşı rüştünü, başarısını ispat etmiş olmasındandır. Bu nedenle niyetimiz o hayat hikayesinde ve başarı öyküsünde bugünün milli ve global dünyası için bir çıkış yolu aramak olmalıdır.
O’nun davası; canı kadar sevdiği annesine, vatanına, askerlik mesleğine yakışır, Yüce Allah’ın rızasına mazhar olacak bir asalet ve fedakarlıkla, ulusuna ve dinine hizmetle, esaret zincirlerini kırmak, zulme son vermek, medeni ve aklı rehber edinmiş bir medeniyeti yeniden canlandırmak, unutulmaya yüz tutmuş Türklüğü ve yaban otlarından tanınmaz hale gelmiş İslam’ı hak ettiği yüce mevkiye yeniden çıkarmak, kahraman ve fedakar Türk ulusunu yeniden ülküsü istikametine koyarken, saygıdeğer ve çalışkan bir ülke yaratmaktır. Bu ülke; tam bağımsız ve çağdaş olacak, güven verecek, güçlü olacak, kendine yeter halde, etrafına da örnek teşkil edip, güven ve moral verecektir. İçinde bir ve bütün olan bu Millet, devleti ve halkıyla bütün, özgür ve eşit olacak, demokrasiyle, mertlik ve merhametiyle dünyaya emsal olacak, iç ve dış düşmanlara aman vermeyecektir.
Kurumsallaşmış Cumhuriyet, laik, sosyal ve hukuk devleti kimliğiyle ilelebet payidar kalacak şekilde kendi sistemlerini sürekli güncelleyecek, sistem kurucuları ve tüm organları bu sistemi sürekli geliştirip muhafaza ederken, beka ve esenlik adına yapılması gerekenler halkın egemenliğine ve rızasına dayalı bir ortamda tespit ve tayin edilecektir. İç ve dış mihrakların zararlı etkilerine karşı kendisini koruyabilecek sistem; özgür, eşit, yeterli, güncel ve medeni olacak, inanç ve kültürle, akıl ve bilimi kaynaştıracak, yobazlığa, ihanete, cehalete imkan tanımayacaktır.
Bu yeni Cumhuriyet; Türklüğün haysiyet ve mertliğini, Ulusun Türk ve Müslüman kimliğini, tarihten gelen mesuliyetini, ay yıldızlı bayrağın şanını şerefle taşırken, kaderimiz olan Anadolu’nun bozkırlarına da umut ve sevgi olup yayılacak, en ücra kalplere dek girecektir. Bir ve beraber olarak tek yürek olabilen halkın coşkun sempati ve desteğiyle insanca, hakkaniyetle, korkusuzca, inanç hürriyeti içerisinde yaşanacak asırlar, Türk’ün varlığını ve yüceliğini eskitemeyecektir.
Atatürk davasını başarırken elbette yalnız değildi. Orkestra şefi gibi ülkeyi ahenkle hedefe yöneltirken yanında başta İsmet İnönü olmak üzere kendisine inanmış, davaya gönül vermiş niceleri, çocukluk arkadaşları, Batılılaşma isteklileri, çoğu sonradan siyasete giren kahraman komutanlar, fedakar telgrafçılar, cesur gazeteciler, durmaksızın çalışan sağlık personeli, tek harf öğretmek için çabalayan öğretmenler, kıymetli vekiller, genç talebeler, Kuvayı Milli’nin aslan yürekleri ve fedakar Türk halkı vardı.
Davanın ardında Anadolu insanının duaları, annelerin kınalı kuzularının şehit olmak arzusu, asker yolu gözleyen yavukluların yanık türküleri vardı. On beşliler cepheye giderken gözleri sulanan dedelerin, şehitliklerde yana yana yatan Doğulu ve Batılı vatan evlatlarının cennetlere girişinin özlem dolu türküleri vardı. Atatürk’ün arkasında İzmir Marşı’nı söyleyen, Dağ Başını Duman Almış marşıyla Samsun’dan İzmir’e O’nu takip eden koca bir Ulus’un gölgesi vardı.
Atatürk’ün milli davası ; öğretmek, göstermek, dayatmak değil, halkın sinesinden çıkan istek ve arzuların hayata geçmesini sağlamak, yerleşik yanlış ve korkuları silip atmak, cihanın en zalim ve zorba iktidarlarına karşı dik durabilmektir. Atatürk bu nedenle şahsını veya çıkarını değil daima halkını düşünmüş, fikirlerini zorla empoze etmek yerine halkın sesine kulak vermeyi seçmiştir.
Bunu ise ‘Milletinin elinden kendisi yürümeye başlayana dek tutmak’ şeklinde tarif etmiştir ki on beş yıl gibi kısa bir sürede Ulus; fabrikaları, tarlaları, uçakları, makineleri, refah ve huzuru ile gerçekten de kendisi yürümeye başlayabilmiştir. Atatürk mucizesi, tarihte yaşanan bu muazzam milli kalkınma, varoluş sebebimiz olarak tarih yapraklarındaki şanlı yerini korumaktadır. Bizlerin bu detayları, gayeleri bilme mecburiyeti ise bakidir. Bu şahlanıştan habersiz kaldığımız müddetçe ümitlenmemize de imkan yoktur.