Atatürk diğer tüm meselelerde objektif ve bilimsel tavrını korurken, milli meselelerde objektif olmadı. Çünkü taraftardı, taraftarlığı; Cumhuriyet’e, vatan sınırlarına ve milli menfaatlere dairdi. Sübjektifliği demeç, inkılap, ilke ve anlaşma metinlerine de aynen yansımış, dost ve düşman çizgisini de, ülkenin beka tedbirlerini de bu temele yaslamıştı. Atatürk zamanı gelene dek açıklamadığı, bu nedenle MİLLİ SIR olarak andığı Cumhuriyet fikrini Nutuk’ta şöyle anlatıyordu;
“Beliren Millî Mücadele, dış istilâya karşı vatanın kurtuluşunu biricik hedef saydığı halde bu Milli Mücadele’nin muvaffakiyete ulaştıkça, safha safha bugünkü devre kadar millî irade idaresinin bütün esaslarını ve şekillerini gerçekleştirmesi tabiî ve kaçınılmaz bir tarihî seyir idi. Bu önüne geçilmez tarihî seyri, geleneksel alışkanlığıyla derhal hisseden padişah hanedanı, ilk andan itibaren Millî Mücadele’nin amansız düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz tarihî seyri ilk anda ben de gördüm ve hissettim. Fakat, nihayete kadar devam eden bu hislerimizi ilk anda tam olarak göstermedik ve ifade etmedik. Gelecek ihtimaller üzerine fazla demeç, giriştiğimiz gerçek ve maddî mücadeleye, hayal niteliğini verebilirdi; dış tehlikenin yakın tesirleri karşısında, etkilenenler arasında, geleneklerine ve fikrî kabiliyetlerine ve ruhî durumlarına uymayan muhtemel değişikliklerden ürkeceklerin, ilk anda mukavemetlerini tahrik edebilirdi. Muvaffakiyet için pratik ve sağlam yol, her safhayı vakti geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişme ve yükselmesi için selâmet yolu bu idi. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu pratik ve emin muvaffakiyet yolu, yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kimselerden bazılarıyla aramızda, zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde önemli veya ikinci derecede birtakım anlaşmazlıkların, gücenmelerin ve hatta ayrılmaların da sebebi ve izahı olmuştur. Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyet ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi fikrî ve ruhî yeteneklerinin kavrayış hududu bittikçe, bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir. Bu son sözlerimi özetlemek lâzım gelirse, diyebilirim ki, ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme istidadını, bir millî sır gibi vicdanında taşıyarak yavaş yavaş, bütün toplumumuza uygulatmak mecburiyetinde idim.” 1927 (Nutuk I, s. 15-16)
“Bütün dünya bilsin ki benim için bir taraflılık vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikrî ve sosyal inkılâp taraftarlığı. Bu noktada, yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi, hariç düşünmek istemiyorum.” 1924 diyen Atatürk’e göre Cumhuriyet’ten farklı bir yönetim izahı yoktu, olmayacaktı. Çünkü Millet menfaatine en uygun yönetim şekli buydu;
“Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir.” 1925 Çünkü; “Türk’ün tabiatında, beyzadelik ananesi yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için asildir. Bu Anadolu’nun en ücra köyündeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin nesli olabilir; ama, bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz, büyük babamızın babasını hatırlayamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki, cumhuriyet Türk’ün en tabiî idare şeklidir” diyordu. Yine 1924’te şöyle demişti; “Türk milletinin tabiat ve âdetlerine (yapısına ve ilkelerine) en uygun olan idare Cumhuriyet idaresidir.”
Yüksek ahlakı tasvir eden Cumhuriyet’in fazilet olduğunu; “Cumhuriyet, ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.” (1925, İzmir) sözleriyle izah eden Atatürk bu milli bilinç ve birliğin mevcudiyetimizin de temelleri olduğunu ifade ediyordu; “Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve metin bir bağımsızlık yoluna doğru koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur. Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri, güvenle çalışmada, ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü, biz, esasen millî varlığımızın temelini, millî bilinçte ve millî birlikte görmekteyiz.” (01 Kasım 1936)
29 Ekim 1923’de Cumhuriyet’in kabulü ve Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine Meclis konuşmasında şöyle demişti:
“Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak, görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz, haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini, hükûmetinin yeni ismiyle, medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeye muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği yere lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir. Daima muhterem arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve sıkı bir surette yapışarak, onların şahıslarından kendimi bir an bile ayrı görmeyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima dayanak noktası sayarak hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.”
Çağdaşlık ve düşünce özgürlüğü taraftarlığını da Cumhuriyet ile şöyle bağdaştırıyordu; “Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.” , “Cumhuriyet düşünce özgürlüğünden yanadır.” Bu düşünce özgürlüğünün ve eylem serbestliğinin şartını da insaflı ve devlet menfaatine uygunluğa bağlamaktaydı; “Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız, muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır.” 1923
Cumhuriyet fikrinin muvaffak olacağına dair asla bir endişe taşımamıştı; “Cumhuriyet, imkân demektir. Cumhuriyet, yalnızca adıyla bile fert hürriyetini aşılayan sihirli bir aşıdır. Görülecektir ki, Cumhuriyet imkânları olan her memleket, hürriyet davasında er geç muvaffak olacaktır. Cumhuriyet, kendisine bağlı olanları en ileri zirvelere götüren imkânları verir. Bağımsızlık ve hürriyetine sahip olan milletler, ilerleme yolunda imkânlara sahip demektirler. O halde cumhuriyet, her alanda ilerlemenin de en belirgin teminatıdır. Cumhuriyeti bu manasıyla ve bu kapsamıyla anlamak lâzımdır.”
Lakin Cumhuriyet fidanının serpilip dev bir çınar olması için zamana ihtiyacı vardı. Cumhuriyetin birinci yıldönümü nedeniyle Vakit muhabirine verdiği demeçte geçen ilk bir yıllık süreyi şöyle değerlendirmişti;
“Cumhuriyetin ilk yılı beklediğimiz faydayı tamamen vermiş midir? Ülke o kadar yıkık, millet o kadar yıpranmış bir duruma getirilmiştir ki, uzun bir geçmişin açtığı bu yaraları bir yıl kadar kısa bir zamanda Cumhuriyet yönetiminin de tamamen kapatabilmesine elbette imkân olamazdı. Ancak, Cumhuriyetin faydaları bütün ülkenin ufuklarında herhâlde güçlü umutlar verebilecek kadar nurludur. Bunu, ülkenin en kuytu köşelerinde bile kolaylıkla gözlenebilir. Ülküyü beyninde sürekli canlı bulunduranların attığı güçlü ve maddî adımlar sonuçsuz kalmamıştır. Ancak her adımı kısa ve yetersiz görmek, her an daha uzun ve üst üste gerçek adımlarla ileriye yürümek bütün vatandaşlarca temel iş sayıldıkça, harcanan uzun yüzyılların zararlarının daha az zamanda karşılanacağı düşüncesindeyim.”1924
“Bizim dünya nazarında en büyük kuvvet ve kudretimiz, yeni şekil ve mahiyetimizdir” (1922) sözleriyle halk egemenliğine dayalı hükümet sisteminin en büyük güç olduğunu öğreten Atatürk; “Bizim bugünkü kuvvetimizin ruhu, aslı yeni şeklimizdedir. Biz bugün, doğrudan doğruya milletin ruhuna, vicdanına, eğilimlerine uygun olan maddî ve esaslı noktalara dayanıyoruz. Hükûmetimiz, yalnız bir şahsın görüşüne bağlı olmaktan uzaktır” 1923 sözleriyle bu çoğulcu demokrasinin yerleşikliğine dikkat çekiyordu. Bu Cumhuriyet aşkının ilelebet süreceğine dair inancını da şöyle ifade etmekteydi; “Bu millet, bu memleket, yeni rejimi üzerinde dünyanın en makbul bir mevcudiyeti olacaktır. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim.” 1929
Nitekim İzmir suikast teşebbüsünden sonra (Anadolu Ajansı’na demeç (Hâkimiyet-i Millîye)) milletin binlerce telgrafla bu iğrenç girişimi lânetlemesi ve üzüntülerini bildirmesi münasebetiyle Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte şöyle demekteydi:
“Sonuçsuz bırakılan öldürme girişimi nedeniyle topluluklardan, kuruluşlardan, görevlilerden, komutanlardan, subaylardan, milletvekillerinden, bütün arkadaş ve vatandaşlarımdan aldığım, içten üzüntülerini dile getiren mektuplar ve telgraf yazılarından dolayı çok duygulandığımı belirtir, onlara teşekkürlerimi sunarım.
Alçak girişimin benim kişiliğimden çok, kutsal cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüce ilkelerimize yönelmiş bulunduğuna kuşku yoktur. Bu nedenle, genelde gösterilen duygularla cumhuriyet ve ilkelerimize olan bağlılığın ne derece sonsuz olduğuna bir kez daha inandım. Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz. Alçak girişimin, benim şahsımdan ziyade mukaddes Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelerimize yönelmiş bulunduğuna şüphe yoktur. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.” 1926, İzmir
Atatürk, Türk ulusunun başarılarının kendisine mal edilmesine daima karşı çıkmıştı. Büyük olanın kendisi değil Türk ulusu olduğunu, tüm başarıların onun eseri olduğunu, başarıların kendisine bağlanarak ulusu küçük düşürmeye kimsenin hakkı olmadığını birçok kez dile getirmişti. Atatürk bu yaklaşımlarıyla, Türk ulusunun yeteneklerinden şüphe etme hakkının kimsede olmadığını, kendini övme ve yüceltme adına da olsa bu tür anlayışlara karşı müsamaha gösteremeyeceğinin altını çizmişti. Gerçekten Atatürk’ün kendisi Türk ulusunun büyüklüğünün bir göstergesiydi. Aşağıdaki anekdot da O’nun Cumhuriyet’in payidarlığına ve kendisiyle kaim olmadığına olan inancını göstermesi anlamında önemliydi. Hasan Rıza Soyak şöyle aktarmaktaydı;
Konya Valisi İzzet Bey, bugün Vali Konağı olarak kullanılmakta olan köşkte Atatürk onuruna bir ziyafet vermiş, yemeğe Konya milletvekilleri de davet edilmişti. Yemekte Millî Mücadele’den söz açılmıştı. Tatlı bir sohbet vardı ve Atatürk çok neşelenmişti. Bu esnada milletvekillerinden Refik Bey (Refik Koraltan) Atatürk’e hitaben;
“Her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz; sen olmasaydın, başka hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı. Allah seni başımızdan eksik etmesin…” dedi. Atatürk’ün neşesi kaçmış bunalmaya başlamıştı. Bahsi kapatmak istedi:
“Beyefendi bütün yapılanlar, herkesten önce büyük Türk milletinin eseridir; onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde fikir ve iman birliği içinde ortak vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat bundan ibarettir” dedi.
Refik Bey, “Paşam bu kadar yüksek tevazua tahammülümüz yoktur” diye atıldı. Atatürk artık iyice sinirlenmişti, sesini biraz yükselterek cevap verdi:
“Efendim; izin veriniz… Ortada tevazu filân yok… Gerçeğin ifadesi vardır. Size bir şeyi hatırlatacağım; elbette dikkat etmişsinizdir; ben karşımıza çıkan sorunlar hakkında, her zaman uzun uzadıya konuşur, istişarelerde bulunurum; herkesi konuşturur ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak sorunların çözüm şekilleri hakkında doğru ve detaylı bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim olmamıştır; bu konularda, ancak arkadaşlarımı yani sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Yani tatbikatta olduğu gibi, verilen kararlarda da hepinizin hissesi vardır; bunu bilesiniz.” Biraz sonra devam etti:
“Şimdi mevzuun asıl ince noktasına geliyorum. Beyefendi, içeride ve dışarıda şahsıma karşı suikastlar tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir, hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle şahsî bir alıp verecekleri mi vardır? Hayır! İntikam hissiyle mi hareket ediyorlardır? O da değil… O hâlde neden beni ortadan kaldırmak istiyorlar?… Cevap vereyim; çünkü, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’nin benimle kaim olduğuna, ben gidince yıkılacağına, bu suretle haince emellerine kavuşacaklarına inanıyorlar da ondan… Sizin sözlerinizin de onların sakat muhakemesine uygun olduğunu bilmem fark ediyor musunuz? Çok rica ederim Beyefendi… Eğer samimî iseniz; bu fikri kafanızdan çıkarınız. Hatta böyle düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şeyi ihtar ediniz. Herkes millî vazife ve sorumluluğunu bilmeli ve ülke sorunları üzerinde o zihniyetle düşünüp çalışmayı itiyat edinmelidir.”
Sonra sofradakilere döndü:
“Efendiler” dedi; “size şunu söyleyeyim ki, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti her manası ile, büyük Türk milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlâtlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu konuyu kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.”
Atatürk, yola çıkarken Ulusunun elinden yürüyene kadar tutacağını söylemişti. 1938 senesinde artan rahatsızlık yıllarında söylediği şu söz artık devlet ve milletin davasını anladığı ve inkılapların kendi sistematiğini kurduğu için duyduğu kıvancı anlatmaya yeterliydi; “Şayet ölecek olursam, memlekete ait söyleyecek hiçbir şeyim yoktur. Zira mevcut Cumhuriyet kanunları bu işleri temine kâfidir.” 1938
Cumhuriyet’e ulaşana dek edilen gayret ve dökülen kanları her fırsatta hatırlatan Atatürk; “Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müesseselerimizi müdafaa için lâzım olanı yapmağa hazırız.” 1923
Cumhuriyet’in temellerini de milletin kahramanlığına ve ezelden gelen kültürüne bağlamaktaydı; “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
Nitekim 1933’te; “On yaşını bitiren Cumhuriyetimiz, daha kurulurken kendine çizdiği hareket hattını adım adım takip etmiş ve kısa müddet içinde yakın mazinin biriktirdiği karanlıkları dağıtmaya muvaffak olmuştur” diyordu.
Cumhuriyet düşmanlarına karşı ulusunu; “Biz bu müesseseyi (Cumhuriyeti) hacılara, hocalara terk etmek için meydana getirmedik. Cumhuriyet müessesesinin bir müstebit (zorba) eline geçeceğini mezarımda bile duysam, Millete karşı haykırmak isterim. Cumhuriyetin milletin kalbinde kök saldığını görmek, yegâne emelimdir” sözleriyle ikaz eden Atatürk; “Cumhuriyet ulusal egemenlik temeline dayanan halk hükümetidir.” demekle Milli egemenliğin şart oluşuna da dikkat çekmekteydi.
İngiliz Tarihçi Arnold J. Toynbee, Atatürk’ün “Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimi etkilerinin hepsini bir insan hayatı içine sığdırdığını” belirterek “Onu tüm dünya örnek almalıdır” demişti. Cumhuriyet; emperyalizm, saray/sultan, geri kalmışlık, bağnazlık, cehalet prangalarını kırıp halkı özgürleştirdi. Yüzyıllardır merkezden çevreye itilen, dışlanan bu toprağın insanını devletin asıl sahibi yaptı.
Cumhuriyet, anlatıldığı gibi, Atatürk’ün 28 Ekim 1923 gecesi İsmet Paşa’ya “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” demesiyle bir gecede kurulmamıştı. Atatürk’ün kafasında gençlik yıllarından beri var olan cumhuriyet düşüncesi, 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla ete kemiğe büründü. Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edildi sorusunun da anlamlı bir nedeni vardı.
Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiriydi. ‘Atatürk Cumhuriyeti neden 29 Ekim’de ilan etmişti? Neden 27 Ekim veya 1 Kasım değil?’ Çankaya Köşkünde yemek sonrası Atatürk’e sormuştu; “Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi.”
Bunun üzerine Atatürk şunları söylemişti:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hâsıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılâp, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların en büyük mükâfatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”
Atatürk bir an durmuş, elini masanın üzerine koymuş ve:
“Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…” demişti.
Fahrettin Altay:
“Ama paşam bundan hiç bahsetmediniz”
Atatürk’ün cevabı şöyleydi:
“Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkûreye inananların, milletin, ordunun hakkıdır!”
Atatürk 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Mütarekesi ile her anlamda teslimiyet içine girmiş, kendi tabiri ile esarete uğramış milletinin kaç yıl bu esaret altında kaldığı sorusuna 5 yıl cevabı vermek istememişti. O nedenle 4 yıl 364 gün sonra cumhuriyeti ilan ederek bir ifadeyi kesinleştirmek, esaretten 1 gün önce cumhuriyeti ilan ederek bir anlamda öç almak, Türk milleti 5 yıldır esaret altındadır dememek için 30 Ekime 1 gün kala cumhuriyetin ilan edilmesini istemişti. Mustafa Kemal Atatürk, mağrur ve galip batılı devletlere bu yolla; “Ben 30 Ekim’i tanımıyorum! Sizden bir gün öndeyim. Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız!” demişti.
1 thought on “Atatürk’ün Milli sırrı: Cumhuriyet”