Daha Adana’da görev yaptığı anlarda Atatürk’ün hayalindeki şey; tam bağımsızlık ilkesiydi. Bunun mevcut yönetim ve şartlarla mümkün olamayacağını görmüş, işgalin biteceği öngörüsüyle yakınlarına Samsun’dan başlayarak Cumhuriyet’i ima etmeye başlamıştı. 1923 senesine kadar içinde milli bir sır olarak sakladığı Cumhuriyet’i halk egemenliğinin ayrılmaz bir parçası olarak gören Atatürk’e göre saltanat yani milli kader herhangi bir kişiye – kendisi dahil- teslim edilemezdi. Bu idrakle tüm demeç, telgraf, hamle ve mücadelesini halkın kendisini yönetmesine, Meclisin egemenliğine dayandırmaya gayret etti. Mondros anlaşmasının beşinci yılını doldurmasına bir gün kala ilan olunan Cumhuriyet’le de bu arzusunu gerçekleştirebildi. O’na göre milletin karakterine en uygun yönetim şekli buydu, Cumhuriyet faziletti, ilelebet payidar kalacaktı.
Lakin aradan bir asra yakın zaman geçti, Cumhuriyet’in tüm kurumları çatırdadı, dinci tayfanın seçkinlik motifi ur gibi mukadderata yapıştı, laiklik ve çağdaşlaşma ilkesi terk olunurken, partili Cumhurbaşkanlığı sistemiyle meclis devre dışı bırakıldı, vekillerin yetkisi azaldı, ülke kaderine tesir edecek kararlar meclis tarafından değil bir kişi tarafından alınmaya başlandı. Adı hala Cumhuriyet olsa da daha ziyade monarşiye benzeyen bu durum, Cumhuriyet tabanlı tüm anlayış, kurum ve yasalara da menfi tesir etti. Parlamenter sistemin yara aldığı bu durumda kanunlar yerini kararnamelere bırakırken, halkın kendisini idaresi kuralı da sekteye uğramış oldu. Hilafet ve saltanat naralarına, Osmanlı mirasçılarının muteberleştirilmesi gayretlerine, payitaht dizilerine bakılırsa da Cumhuriyet karşıtlığı daha bir süre devam edecek görünüyor. Oysa Atatürk şöyle diyordu;
“Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.” 1925 (Atatürk’ün S.D. II, S. 230)
Atatürk’e göre “Türk Milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare cumhuriyet idaresidir.” Çünkü; Cumhuriyet, milli egemenlik idealini, milletin irade ve egemenliğini, vatandaşın devlete ve devletin vatandaşa karşı hak ve vazifelerini en iyi düzenleyen yönetim şeklidir. Atatürk’ün sözleri ile, “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir.” (1933) Diğer bir deyişle, “Demokrasi prensibinin, en modern ve mantıki uygulanmasını sağlayan hükümet şekli, Cumhuriyettir.” Atatürkçülükte, “Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet, fazilettir… Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.” 1925 İzmir (Atatürk’ün S.D. II, S.231)
Atatürk’e göre demokrasi ilkesine ve halk egemenliğine en uygun yönetim şekli Cumhuriyet’ti. “Demokrasi ilkesi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi ilkesi, siyasî kuvvetin, egemenliğin kaynağına ve meşruiyetine temas etmektedir. Demokrasinin tam ve en belirgin hükûmet şekli Cumhuriyettir.” 1930 (Afet inan M.B.ve M.K. Atatürk’ün El Yazılar, s. 29; 397-398)
Cumhuriyetçiliğin en başta gelen niteliği, Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinde yansır. Çünkü; çağdaş Türk Devletinin dayandığı temel prensiplerden biri olan bu ilkenin en iyi korunduğu ve gözetildiği yönetim, Cumhuriyet yönetimidir. Cumhuriyet yönetiminin diğer belirgin niteliği, devlet ve millet arasında ayrılık bırakmamış olmasıdır. Halbuki; padişahlık, milleti devletten ayırmakta idi. Cumhuriyet yönetimi demek düşünce serbestliği demektir. Samimi ve yasal olmak şartıyla, her fikre hürmet edilir. Bir diğer niteliği de, bu yönetimin Türk Milletinin hayatına yeni bir yön vermiş olmasıdır. Atatürk, bu hususu şöyle vurgulamıştı: “Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk Milletini güvenli ve sağlam bir gelecek yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.”
Türk Devleti belirtilen niteliklere sahip olan Cumhuriyeti, tehlikelere karşı savunmaya kararlıdır. Atatürkçülükte, Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış tehditlere karşı güvencesi milletin kendisi ile onun Silahlı Kuvvetleridir. Atatürk, bu esası şu şekilde açıklamıştı; “Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir; Biri millet kararı, diğeri en üzücü ve güç şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı; bu iki şeye güvenir.” Türk toplumunun bütünlüğü güven duygusuna dayanır. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk Milletidir.
Milletin kişileri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, Türkiye Cumhuriyeti de o kadar kuvvetli olur. Cumhuriyetçilik ilkesi, kişilerin değil, milletin tümünün benimsediği bir ilkedir. İnkılapçı Türkiye Cumhuriyetinin, kişilerin varlığına dayandığını zannedenler, aldanırlar. Türkiye Cumhuriyeti, bütünüyle, büyük Türk Milletinin öz ve aziz malıdır. O, Türk Milletinin benliğinde daima yükselecek ve sonsuza kadar var olacaktır.
1923’te Türkiye’de cumhuriyetin ilan edilmesi, hem “aklın” ve “çağın” bir gereği, hem de halkın bilinçli eyleminin doğal bir sonucudur. 29 Ekim 1923’te Türkiye’de cumhuriyet ilan edilerek “egemenlik” saraydan, sultandan alınıp asıl sahibine “halka” verildi, böylece “hak” yerini buldu. Cumhuriyetin ilan edilmesi jakoben (tepeden inmeci), baskıcı, diktatörce bir hareket değildi; tam tersine “halkçı”, “eşitlikçi”, “adil” ve “çağcıl” bir hareketti. Egemenlik doğası gereği -adı, sanı ne olursa olsun- bir hanedana, bir soya, bir adama ait değildir, olamaz.
Tarihsel süreçte insanlar egemenliğini bilerek, isteyerek, gönüllü olarak bir hanedana, bir soya, bir adama teslim etmiş de değildir. Gücü ele geçiren bir hanedan, bir soy, bir adam egemenliğe el koymuş ve dinden de yararlanarak halka hükmetmiştir. Atatürk’ün ifadesiyle “Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşme ile münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır…”
Cumhuriyet, anlatıldığı gibi, Atatürk’ün 28 Ekim 1923 gecesi İsmet Paşa’ya “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” demesiyle bir gecede kurulmadı. Atatürk’ün kafasında gençlik yıllarından beri var olan cumhuriyet düşüncesi, 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla ete kemiğe büründü. Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edildi sorusunun da anlamlı bir nedeni vardı. Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir. ‘Atatürk Cumhuriyeti neden 29 Ekim’de ilan etmiştir? Neden 27 Ekim veya 1 Kasım değil?’ Çankaya Köşkünde yemek sonrası Atatürk’e sorar;
“Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi” der. Bunun üzerine Atatürk şunları söyler:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hâsıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılâp, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların en büyük mükâfatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”
Atatürk bir an durur, elini masanın üzerine koyar ve:
“Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…”
Fahrettin Altay:
“Ama paşam bundan hiç bahsetmediniz”
Atatürk cevap verir:
“Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkûreye inananların, milletin, ordunun hakkıdır”
Atatürk 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Mütarekesi ile her anlamda teslimiyet içine girmiş, kendi tabiri ile esarete uğramış milletinin kaç yıl bu esaret altında kaldığı sorusuna 5 yıl cevabı vermek istememişti. O nedenle 4 yıl 364 gün sonra cumhuriyeti ilan ederek bir ifadeyi kesinleştirmek, esaretten 1 gün önce cumhuriyeti ilan ederek bir anlamda öç almak, Türk milleti 5 yıldır esaret altındadır dememek için 30 Ekime 1 gün kala cumhuriyetin ilan edilmesini istemişti. Mustafa Kemal Atatürk, mağrur ve galip batılı devletlere bu yolla; “Ben 30 Ekim’i tanımıyorum! Sizden bir gün öndeyim. Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız!” demişti.