Atatürk ve dava arkadaşlarına göre yapılanlar hedefe giden yolda sadece ara taşlardan ibaretti, inkılaplar dinamikti, her dönem ve şartta kendisini yenileyecek güce sahipti, yenilemeliydi. Çağdaşlaşma gereği nasıl sürekli ilerlemekse, inkılaplar da ilerlemek ve değişmek durumundaydı, çünkü yerinde sayan uluslar geçilmeye ve başkalarının esiri olmaya mecburdu. Cumhuriyet’in Genç Türkiye’si gerçekten de atılımcı hamleleriyle kısa sürede çağ atladı, çağdaş medeniyeti yakalayabildi, emsali görülmemiş bir başarıya imza attı. Bu inkılaplar Ulu Önderin vefatına kadar da geliştirilerek ve eklenen yeni kanunlarla senkronize edildi, çağın gereklerini karşılar halde muhafaza edildi.
Ancak gün geldi, aydınlanma hareketi önce hayattan ve sonra fikirlerden uzaklaştırmaya başlandı. Yerini kopya teknoloji, sahte ideoloji, yabancı kültürlerin aldığı medenileşme hareketleri özden uzaklaştı, dinamizmini kaybetti, sisteme yeterli inanç beslemeyenlerce yasalar modernize edilemedi ve Cumhuriyet kurumları kasıtlı olarak demodeleştirildi. Teknoloji ve bilime yakınlık kaybedilince de sağlık sektöründe dahi yabancı devletlerin yardım ve merhametine mahkum olundu, halkın en temel fikir ve ihtiyaçları yabancı kitaplardan tercümeye, ithal satın almalara yönlendirildi. Fikir ve beşeri hayattaki bu gaflet, geri kalmışlığı beraberinde getirdi ve ekonomiden sanata her alanda çökmenin izleri görülmeye başlandı. Küresel zihin kapıyı çaldığındaysa artık düşünmek ve ilerlemek ancak onların kurallarıyla serbestti.
Oysa Atatürk şöyle diyordu; “İnkılâbın kanunu, mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız inkılâp ve yenilik, bir an bile durmayacaktır; bizden sonraki devirlerde de böyle olacaktır.”1923 (İsmail Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, s. 56)
21 nci yüzyıl tüm dünyayı olduğu kadar ülkemizi de, fikirleri de, anlayış ve beklentileri de değiştirdi. Yaralı ceylan kadar zayıf hale gelen medeniyet teşkilleri, o ceylanın gözlerindeki korkunun çok daha fazlasını benliğinde hisseder vaziyette. Yok olmak, esir düşmek yahut yok saymaktan başka bir seçenek aramayan dünya, kurtuluşu düşünemiyor bile. Kurtuluşu istemediği için de birlik olmayı, direnmeyi, direnmek için lazım olan kurumsallaşmayı ve fikri aydınlığı istemiyor, hayal dahi etmiyor. Oysa… bu bir olmak veya olmamak savaşı.
Atatürk neleri başarmadı ki? Bu Ulus kanlı işgal günlerinden, % 15’li büyüme rakamlarına, cahil bir kitleden altı ayda % 60’lı okur-yazar oranlarına, dar bir tecrit bölgesinden Misak-ı Milli sınırlarına, hastayken sağlığına, dinamizmine kavuştu. Bunu bir kez daha yapmak bu nedenle imkansız değil.
Şunu akıllardan çıkarmamak gerekir; İslam’ın kurtuluşu nasıl dünyanın değil önce İslam olduğu iddiasındakilerin Müslüman olmasına bağlıysa, Türklüğün ve Türk medeniyetinin de kurtuluşu ve esenliği, tüm dünyanın değil, evvela Türk olduğu iddiasındakilerin gerçek Türk ülküsüne dönebilmesine bağlı. Yani inanç ve değerler samimi olmadıkça, izlenen yol da, saptanan gayeler de başarıyı getiremez. Bu nedenle vatan, bayrak, Ulus ve Atatürk sevgisiyle yanıp tutuşanların, rozetçilikten, bayram Atatürkçülüğünden, gerçek Atatürkçülüğe dönmesi ön şarttır. Güç ve azmi verecek olan budur. Bu yoksa, ölmüş veya öldürülmüşse zaten kurtuluş hiç olmayacaktır.
Bazı şeylerin kıymeti kaybedildiğinde anlaşılır. Nitekim ülke bugün bağımsızlığını, huzurunu, sağlık ve inancını kaybetmiş haldeyken göz yaşları ve pişmanlıklar içerisinde. Eski mutlu ve hür günlerimizi hep birlikte özlüyoruz. Yine bazı olayları anlamak için ‘Atatürk gibi düşünmek’ gerekir ki bu yapılmadığı için tüm sistemler çökmüş, sosyal yaşam karalanmış, eşitlik bozulmuş halde. Bu sebeple evrensel Atatürk davasıyla kurtuluş umudu aramaktan başka çaremiz yok. Olmayacak da.