Halkçılığı demokrasi ile eş anlamda kullanan Atatürk’e göre sınıfsal ayrılıklar, zümresel veya etnik köken farkları muteber olamazdı. İşçi sınıfları, zenginlik farkları bir gerçekti lakin adalet ve devlet önünde tam bir eşitlik ve hürriyet vardı ki O’na göre bir ve beraber olmanın şartını da bu eşitlik ve özgürlük kavramı temin ediyordu. Demokrasiyi Cumhuriyet’le taçlandıran Atatürk kendi namına her hangi bir aleyhte teklifi kabul etmediği gibi, halkı arasında da seçkinlik iddiasına tamamen karşıydı, özgürlüğü dinden hukuka her alanda vazgeçilmez kabul ediyordu. Devlet ve milleti bir kabul eden Atatürk, karşılıklı hak, görev ve sorumlulukları her fırsatta hatırlatıyor, devlet ve vatandaş mesuliyetlerini böylece kurumsallaştırıyordu. Nitekim çıkartılan tüm yasalar da bu gayeye hizmet eder haldeydi.
Yazık ki ikinci dünya savaşını takip eden yıllarda tüm dünyada hasıl olan komünizm ile en ağır yarayı alan kurum demokratik yönetimler oldu ve eşitlik farklı biçimde tasvir edilirken, devletin tanımı da değişti. Hürriyet ve mülkiyetlerin yeniden tanımlandığı bu dönemde, halkın değil devletin egemenliği söz konusu oldu. Cumhuriyetin kölelikten insanlığa, esaretten hürriyete kavuşturduğu halk birilerine yahut bizzat kapitalist devletlere köle hale getirildi, halk, esir, umutsuz, adaletsiz, ikinci sınıf yaşamlara mahkum edildi. 21 nci yüzyıldaysa uluslar toptan bir küresel despotizmle karşılaştı ve artık bağımsızlıklar da kaybedildi. Yakın zamana kadar özgür olan ama bağımsız olamayan halklar bu sert rüzgarların etkisiyle özgürlüklerinden de oldular. Hem de kendi rızalarıyla, ölmemek pahasına. Oysa Atatürk yıllar öncesinde tehlikeyi haber vermiş, eşitlik ve özgürlüğü temin etmiş, yasalaştırmış ve halkına emanet etmişti;
“Bizim görüşümüz -ki halkçılıktır- kuvvetin, gücün, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Şüphe yok ki bu dünyada en geçerli anlayıştır.”
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti bir halk hükûmetidir. Ülke çıkarlarına yönelik konularda, görev açısından vatandaşlar ile hükûmet arasında ortaklık vardır.”
“Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir.”
“Bizim halkımız çıkarları birbirinden farklı sınıf hâlinde değil; aksine varlıkları ve çalışmalarının sonuçları birbirine lâzım olan sınıflardan ibarettir.” (Atatürkçülük (Birinci Kitap); s. 93-95)
Halkçılık ilkesi Atatürk’ün “İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir.” (1921) ve “Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir.” (1921) sözleriyle şekillenen bütünleyici, birleştirici ilkesidir. İlke nihai şeklini Cumhuriyet’le almış, toplumsal barış ve sinerjiyi bu sayede yaratabilmiştir;
“Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir.” (1923)
Atatürkçülükte halkçılık, yurdu, ayrıcalık iddialarından ve sınıf kavgalarından koruyan bir ilkedir. İlkenin birinci unsuru demokratlıktır. İkinci unsur, milletin genel hakları dışında hiç bir kişiye veya topluluğa ayrıcalık tanımamaktır. Üçüncü unsur, sınıf mücadelesini kabul etmemektir. Halkçılık, Milli Mücadelenin ilk gününden başlamış ve kuvvetlenmiştir, demokrasi ile eş anlamdadır. Atatürk; “Demokrasi (Halkçılık) esasına dayalı hükümetlerde, egemenlik, halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, Egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu şekilde, demokrasi prensibi, siyası kuvvetin, egemenliğin kaynağına ve yasallığına temas etmektedir.” diyerek, demokrasinin halkçılığın sonucu olduğunu vurgulamıştır.
Halkçılık anlayışında, milletin genel hakları dışında hiç bir kişiye veya zümreye ayrıcalık tanımamak önemli yer tutar. Atatürkçülük, yasalar önünde eşitliği gerektirir ve toplumun varlığını sürdürmesi için çalışmayı zorunlu ve üstün değer sayar. İlke, toplum hayatında her türlü ayrıcalığı reddeder. Herhangi bir kişiye, aileye veya zümreye yahut topluluğa ayrıcalık tanımaz. Kim olursa olsun, yasalar ve kamu kurumları önünde kesinlikle eşittir. Atatürk’e göre “Türkiye halk ırki veya dini ve kültürel yönden birleşmiş, bir diğerine karşı, karşılıklı hürmet ve fedakarlık hisleriyle dolu ve kaderi, geleceği ve çıkarları ortak olan bir toplumdur.” Bu tanımlamadan anlaşılıyor ki, halk kavramı, herhangi bir sınıfa ait değildir, bir ayrıcalığa sebep olacak hiçbir nedeni kabul etmez ve bir bütündür.
Halkçılıkta sosyal düzen halkın idaresine ve çalışmasına dayalıdır. Atatürkçülükte Türk halkının kanun önünde eşitliği benimsenmekle birlikte, onun sorumluluğu da belirlenmiştir. Bu sorumluluk, çalışmaktır. Halkçılık ilkesine göre, Türkiye’de sosyal düzen, kişinin çalışmasına dayanılarak korunabilir ve sürdürülebilir.
Atatürk “Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur! O halde… Halkçılık, toplum düzenini, çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir.” diyerek Halkçılık ve çalışmanın doğrudan ilişkisini açıkça ortaya koymuştur.
Atatürkçülük halkın ilerlemesini öngörür. Çalışmayı da ilerlemenin temel esası olarak ele alır. Bu nedenle Atatürk “İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunludur.” sözleri ile çalışmanın önemini vurgulamış, çalışmanın niteliklerini de belirtmiştir.
Halkçılıkta sosyal düzen, kişilerin düşünür olmasını öngörür: Atatürk, çalışan halkın devletine ‘Halk Devleti’ der. Çalışmanın, kişileri düşünen bir varlık haline getirecek nitelikte olmasını ister. Zaten O’nun millete kazandırdığı ilk vasıf; sorgulamaktır! Demokrasinin korunup sürdürülmesi için, bu şartın gerçekleştirilmesini ister.
Halkçılık halkın siyasi güce sahip olmasını öngörür. Atatürk, kişilerin, her konuda düşünür olması ve kendi hakkına sahip olması esasına her zaman değinir, bu nedenle halkçılık anlayışında halkın siyasi yeteneklerinin gelişmesi ve bu yönden halkın siyasi eğitiminin kendilerini halkın üstünde görenlere ve böyle bir davranışta bulunacaklara karşı en güçlü önlem olarak milli müesseseler kurulmasını, bu milli müesseselerin kurulabilmesi için de halka siyasi terbiye verilmesini önerir. Bunu, demokrasiyi koruyan temel taşlardan biri sayar.
Atatürk, kendilerini halkın üstünde görenlere karşı “Bir kişi olarak ve tekrar millet tarafından seçilirsem, Türkiye Büyük Millet Meclisinde üye sıfatı ile çalışmayı vazife olarak kabul ediyorum. Ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde durumlar yaratmaya kalkışmayalım. Biz hepimiz o şekilde çalışalım ki, kuracağımız şey, milli bir müessese olsun. Bu da, millete siyasi terbiye vermekle olur.” diyerek siyasi terbiyenin önemini vurgulamıştır, Bir iş, eğer millet anlar ve uygularsa, milli amaçlara önemli katkısı olursa, milli olur.
Atatürk, toplumda sınıflar arasındaki mücadeleyi, başka bir deyişle sınıfların çıkar kavgasını kabul etmez. Türk halkının sosyal yapısı, sınıf kavgası için uygun olmayan bir yapıdır. Atatürk bu konudaki görüşlerini;
“Bizim halkımız, çıkarları birbirinden farklı sınıf halinde değil; aksine varlıkları ve çalışmalarının sonuçları birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyenlerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi bir diğerine karşı olabilir. Çiftçinin sanatkara, sanatkarın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve işçiye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir. Bugün mevcut fabrikalarımızda ve daha çok olmasını dilediğimiz fabrikalarımızda kendi işçimiz çalışmalıdır. Refah içinde ve memnun olarak çalışmalıdırlar ve bütün bu saydığımız sınıflar, aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın gerçek tadını tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsinler.” şeklinde açıklamıştır.
Atatürk’ün çalışma grupları hakkındaki görüşü “Türkiye Cumhuriyeti halkının ayrı ayrı ve birbirlerine karşıt sınıflardan oluşmadığı fakat gerek kişisel gerek sosyal hayat içinde iş bölümü itibariyle Türk halkını değişik hizmetlere ayrılmış bir toplum görmek gerektiği” şeklindedir. Bu temel esas yine Atatürk tarafından şöyle açıklanmıştır:
“Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil ve fakat bireysel ve toplumsal yaşam için işbölümü bakımından çeşitli çalışma gruplarına ayrılmış bir topluluk olarak düşünmek, esas ilkelerimizdendir.
A- Çiftçiler, B- Küçük sanat sahipleri ve esnaf, C- Amele ve işçi, D- Serbest meslek sahipleri, E- Sanayi sahipleri, F- Tüccar ve G-Memurlar, Türk topluluğunu oluşturan başlıca çalışma gruplarıdır. Bunların her birinin çalışması, diğerinin ve umumî topluluğun yaşam ve mutluluğu için gereklidir. Partimizin bu ilkeyle hedef tuttuğu amaç, sınıf mücadelesi yerine toplumsal düzen ve birliği temin etmek ve birbirini zedelemeyecek şekilde çıkarlarda uyum sağlamaktır. Çıkarlar, yetenek, beceri ve çalışma derecesiyle orantılı olur.” 1931 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 550)
“Çeşitli meslek sahiplerinin çıkarları diğerlerine karışmış olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve bütünü halktan ibarettir.” 1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s.97)
“Bizim gözümüzde çiftçi, çoban, işçi, tüccar, sanatkâr, asker, doktor, kısaca, herhangi bir sosyal kuruluşta çalışan bir vatandaşın hak, çıkar ve özgürlüğü eşittir. Devlete, bu anlayış ile en çok faydalı olmak ve milletin güven ve iradesini, yerine harcayabilmek, bizce, bizim anladığımız anlamda, halk hükümeti yönetimi ile mümkün olur.” 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazılan, s. 425-427)
Temel esas, “Sınıf mücadelesi yerine sosyal düzeni ve dayanışmayı sağlamak ve birbirine zarar vermeyecek (ters düşmeyecek, bozmayacak) şekilde çıkarlarda uyum sağlamak; çıkarları, kabiliyet beceri ve çalışma derecesiyle uyumlu olarak tertiplemek” olduğuna göre; hangi kuruluş bu sorumluluğu yüklenecektir? Atatürk bunu, devlete yükler. Devlet, milli gelirin dengeli ve uyumlu olarak dağıtımında, yönetimde, kalkınmanın sağlanmasında, halk yararının gözetilmesinde vazife yapacaktır. Bu amacı gerçekleştirebilmek için devlet, önlemler alacaktır, yasalar çıkaracaktır. Atatürk, bu konuda ”Milli gelirin dağılımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlere, daha yüksek refah sağlanması; milli birliğin korunması için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, milli birliğin temsilcisi olan devletin önemli vazifesidir.” demektedir.
Halkçılık ile Milliyetçilik kavramlarının birlikte kullanılması, Türk Milletinin Dinamik İdeale ulaşmasında başarı koşuludur. Bu koşula uyarak Türkiye’de milli devir ile birlikte halk devri başlamıştır. “Milleti idare prensibimiz, milletin ortak ve genel düşünce ve eğilimine uymaktır. Bu düşünce ve eğilimin gerçek ve ciddi olabilmesi, milletin maddi ve manevi ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır.” Bu yönden halkçılığı uygulamakta, Devlet-Halk ilişkilerini düzenlemekte halk şikayetleri önemli yer tutar. Şikayet ve dileklerin amaçları: devletin işlerinin nasıl yürüdüğünü anlamak, hakkaniyeti sağlamak, halkın aydınlanma ihtiyaçları görmektir. Atatürk bu konuda şöyle demiştir. ”Şikayetler, devlet teşkilatımızda daima esaslı bir yankı uyandırmalıdır. Hükümete gelen her başvuru ve şikayet, sıradan memurların değil, bizzat Bakanın (veya bölgesinde valinin) imzalayacağı (olumlu veya olumsuz olsun) gerekçelere dayanan bir cevapla karşılanmalıdır. Bu şikayetler, tek tek incelenmekle beraber, bunların konularına göre sınıflandırıldıktan sonra meydana gelecek tablonun toptan incelenmesi, büyük halk tabakalarının hangi ıstıraplarla yüklü olduğunu gösterir.”
Bu amaca ulaşmak için halkın şikayetlerini almak, doğruyu yanlıştan ayırmak, sınıflandırmak gerekir. Böyle bir çalışma, halka dönük, halkla beraber, halk için çalışan bir halk hükümetinin yönetiminin sonuçlarını takip etmesini sağlar; bu, halktaki etkisine göre, yönetimin bir tür kontrol sistemidir. Çünkü ”Hükümeti zayıf düşüren önemli nedenlerden birisi de, halk şikayetlerinin kayıtsızlığa uğramasıdır.“
Tek kelime ile izahı demokrasi ve eşitlik olan bu ilke, yargıdan ekonomiye kadar her alanda eşitliği bozacak yapılanma ve kayırmalara temelden karşıdır, devlet aykırı teşebbüsleri ağır şekilde cezalandıracak yasaları teşkilden mesuldür. Halkçılık ilkesi, işçi ve işveren haklarını da koruyan, üretim ve tüketimde adaleti sağlayan, ulusun refah ve mutluluğunu gaye edinen, milli olmayı öncelikli tutan ilkedir. Devlet ve vatandaş arasında karşılıklı hak, görev ve sorumluluklar olacak ve herkes bunlara uyacak, uymayanlar önce ikaz ve sonra cezaya muhatap olacaktır.
Devlet kendisini dokunulmaz görmeyecek, denetlenecek ve aynı hukuka uyacaktır. Karşılıklı sağduyu ve yapılanma en alt tabakada grev ve lokavt türü yapılanmalara kadar uzanacak ve maksat bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olacaktır. Çünkü halk kalkınamazsa devlet yücelemeyecek, halk ve hükümet arası köprüler atılırsa ortada devlet kalmayacaktır.
Adaleti mülkün temeli kabul eden ilke, her türlü kutuplaşmalara kapalıdır, kabul etmez, ayrımcılığa kesinlikle karşıdır, milli irade etrafında kenetlenmeyi arzu eder. Atatürk’e göre “Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin devlet hâlinde mevcudiyeti kabul edilemez.” ve “Bir hükûmet, ancak adalete istinat edebilir. Bağımsızlık, istikbal, hürriyet, her şey adaletle mevcuttur.” 1923
Bu nedenle hükümet ve millete düşen görev adaleti daima diri tutmaktır; “Bizim milletimiz ve Hükümetimiz, adalet fikri ve adalet zihniyeti noktasında hiçbir medeni milletten aşağı değildir. Belki tarih bu noktada yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu sebeple bizim adalet mevzuatımızın, bütün medenî milletlerin yürürlükteki kanunlarından eksik olması doğru değildir.” 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 217-18)
Bunun hayata yansıması içinse herkesin her daim gerçeği konuşması, gerçekten ayrılmaması ve adaletin tesisi için gayret göstermesi lazım ve şart olandır; “Gerçeği konuşmaktan korkmayınız.” 1918 (Atatürk’ün S.D.V, s. 110)