Atatürk’ün başarısının ardındaki en büyük etkenlerden biri halk adamı olması, halka samimi yaklaşmasıydı. O’nun bu yaklaşımı benzer örnekleri (!) gibi sahte değil gerçekti, halkın nabzını tutabilmeyi gerçekten başarmıştı. Bu sayede ıstırap, istek ve hayalleri anlayabilmiş, bunlardan aldığı güçle hareketine sinerji katabilmişti. Bu aynı zamanda halkı motive edebilmesindeki saklı sırdı. Atatürk, halkın içinden çıkmış, Halkçı bir önderdi. O’nun yaşam öyküsü baştan sona, ‘bağımsızlık için savaşan bir halkın’ öyküsüydü. Atatürk’ü anlatabilecek yaşam öyküsü de, yine onu en iyi anlayabilen halkın öyküsüydü.
Atatürk hiçbir zaman, halktan uzak yaşamamış; hep sıradan bir yurttaş olmuş, yurttaşlarla sınıf farkı gözetmeksizin yemek yemiş, birlikte gezip şarkı söylemişti. Gittiği her yerde halk onu şehirden kilometrelerce önce karşılamıştı. Yaranmak için değil, kendilerinden olan bir parçaya kavuşmak için. Atatürk’ün yaşamı aslında, halkın içinden, aklının ve zekasının gücüyle yaşayan ve bütün yaşamını, kişiliğiyle özdeşleşmiş amacına ulaşmak için harcayan bir bireyin öyküsüydü. Kendisini her zaman halktan biri gören Mustafa Kemal henüz orta yaşlarda ordunun başkumandanı ve devletin başıydı. Bir cihan savaşı kazanmış, yeni bir devlet kurmuş, belki de yeryüzünden yok olmak üzere olan bir halkı sarsarak yeniden diriliğe kavuşturmuştu ama mütevaziydi. O’nun başkomutan, efsanevi bir muzaffer veya devlet başkanı olması, halkın en alt tabakasındakilerle oturup kalkmasına, sıradan bireylerle dostluk kurmasına mani olmamıştı.
Mustafa Kemal halkın aşamadığı bir engeli hiçbir gücün aşamayacağına, halkın aşamayacağı hiçbir engel de bulunmadığına inanmaktaydı. Mustafa Kemal ulusların onurla yaşamaları için ilk koşulun bağımsızlık olduğunu bilmekteydi ve bütün yaşamını da böyle bu amaç uğrunda, halkın bağımsızlığı için harcamıştı. Halkı olmadan, bağımsızlık ve özgürlük yolunda bir adım bile atamazdı. O olmadan da, binlerce yıllık maziye sahip halk özgür olamazdı.
Mustafa Kemal için halk, bağımsız ve özgür bir ulus ve vatan için çabalayan herkesti. Nisan 1920’de Anadolu’ her yanından Kuvayı Milliye’ye katılmaya gelenleri Ankara istasyonunda bizzat karşılamıştı. Çünkü onlar, kendisiyle aynı amacı paylaşan, en sadık destekçileri olan halktan bireylerdi. Birinci TBMM’nin 414 kişilik kadrosu içinde de halkın her kesiminden insanlar vardı. Bunlardan 8’i tarikat şeyhi, 10’u aşiret reisi, 61’i din adamı, 6’sı gazeteci, 29’u avukat, 51’i asker, 2’si mühendis, 15’i hekim, 46’sı çiftçi, 36’sı tacir, 119’u memur ve emekliydi.
Yıllardır halkın yaşadığı topraklarda dolaşıp gözlemleyen, çektikleri acılara tanıklık eden ve onları anlayan Mustafa Kemal, halkla birlikte olmanın, onlara seslenmenin, amacını onlara anlatmanın ve halkı yanına katmanın da etkin yöntemlerini bulmuştu. Halka bir mesaj vereceği zaman, insanların yoğun olarak bulunduğu, söylenenleri açıkça anlayabileceği yerleri yeğlemişti. Söz gelimi, Milli Mücadele yıllarında sık sık camilerde konuşmuştu. Yanına halkına güvenini ispat için koruma ordusu da almamıştı. Yüreği ve düşüncesiyle daima halkla içiçe yaşayan Mustafa Kemal’in halkla yakınlaşması aslında çocukluk-gençlik yıllarından mirastır. O zamanlar dinlediği öyküler, şahit olduğu toplumsal meseleler O’nu halkla içiçe bir yaşama zaten hazırlamıştı.
Kaybedilen savaşlar nedeniyle artan heyecan ve tartışmalar da O’nu milli halk edebiyatına sevk etmiş, bu arada hitabet yeteneğini artırmıştı. Seyahatleri esnasında karşılaştığı insanlarla sürekli konuşan, dertlerini dinleyen ve durumları hakkında bilgi edinen Atatürk, halkın sevgisini de bu yolla kazanmış, Ulusal bağımsızlık hareketi de bu yüzden bir halk hareketi olmuştu. Toplumsal motivasyonu artırmak için izlediği usulse, halkın ileri gelenleri iknaya çalışmak ve düşüncelerinin en ücra yerlere kadar ulaşmasını temin etmekti.
Halkın O’na olan sevgi ve güveni, Tokat’tan Sivas’a geçerken ordudan azledildiğini öğrenmesine karşın, halkın çarıkla ülkenin son kayasını savunmak için yollara dökülmesine yetmişti. Halkı en hassas noktasından kavrayabilen, endişelerini anlayabilen Mustafa Kemal, halktan bir önder olarak efsaneleşmiş, her gittiği yerde halk tarafından coşkuyla, içtenlikle, görkemli törenlerle karşılanmıştı. Sivas’tan Ankara’ya gelirken Ankara’dan kilometrelerce önce onu, saf saf dizilmiş halk toplulukları karşılamıştı.
Mustafa Kemal’in halkla olan iletişimi ve onlarla kullandığı ortak dil o kadar güçlüydü ki; Samsun’da görev yapan İngiliz yüzbaşı Hurst, 12 Haziran 1919’da Mustafa Kemal hakkında verdiği raporda şunları söylemekteydi: “Çevredeki kasabalar ve ötesiyle kurduğu telgraf iletişimi öylesine büyük boyutlu ki, neredeyse telgrafhaneyi tekeline almıştı.”
Mustafa Kemal karşısındakini kolayca etkileyen bir karizmaya sahipti. Fazlaca heybetli olmayan görüntüsüne karşın onun kitleleri ardından sürükleyen çekiciliğinin gizemini, halkla tek tek kurduğu içten ve inandırıcı iletişim süreçleriyle açıklamak gerekir.
Halk yürüyorsa o da yürümüş, halk duruyorsa o da durmuş, halk acı çekiyorsa o da çekmiş, halk gülüyorsa o da gülmüştü. Öyle bir nokta gelmiş ki, halkın eylemleriyle Mustafa Kemal’in eylemleri bütünleşmiş, tek bir eylem haline gelmişti. Yalnızca savaş, cumhuriyet veya devrimler için hazırlık yaparken değil, tarlada çalışırken, düş görürken, yemek yerken de halkın ve onun eylemleri bütünleşmişti. Mustafa Kemal hiçbir zaman tek başına yemek yememiş, yemeğe çoğunlukla arkadaşı olan veya halktan kişilerle oturmuş, sohbet ederek yaklaşık iki saat boyunca sofrada kalmış, sıcak iklime sahip yerlerde yanındakilerin ceketlerini çıkarmalarına izin vermiş, servis yapanları telaşlandırmadan acele etmeden yemek yenmesini istemişti.
Cumhuriyet, halkın ve Mustafa Kemal’in ortak ürünüydü. Ancak cumhuriyet, kurulması için harcanan çabadan çok, onu sonsuzluğa taşıyacak çabayı ve yöntemleri gerektirmekteydi. Mustafa Kemal bunun altyapısını oluşturmak için de çalışmaktaydı. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşarak cumhuriyeti sonsuzluğa taşımanın büyük adımlarından birinin halk aydınlanması olduğuna inanan Mustafa Kemal, bir ulusun kendi dilini en uygun alfabeyle yazıp konuşarak yükselip gelişebileceği düşüncesiyle 1928 haziranında bir komite kurdurarak Lâtin alfabesinin Türkçe fonetiğe uygun olarak nasıl kullanılabileceğinin belirlenmesi amacıyla çalışmalar başlattı. Ülkesinde, istisnasız herkesin okur yazar olmasını istemekteydi. İstanbul Sarayburnu’nda yaptığı konuşmada; her yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya yeni Türk harflerinin öğretilmesini, bunun bir vatanseverlik olarak bilinmesini vurgulamıştı.
Mustafa Kemal hiçbir toplumun ve ülkenin ilkel inanç ve uygulamalarla, hurafelerle ilerleyemeyeceğine inanmaktaydı. Bu nedenle onu en fazla öfkelendiren konu, çoğunluğu dine atfedilen batıl halk inançlarıydı. Kastamonu’da yaptığı konuşmada, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletlerin mahvolmaya veya tutsak ve zelil olmaya mahkum olduklarını vurgulamıştı. Mustafa Kemal ışıltılarla parlayan yeni cumhuriyette sonsuzluğa uzanacak uygarlık yolunu açarken, bu yolun en önemli aşamalarına, en değerli noktalarına güzel sanatların ilkelerini, ürünlerini, güzelliklerini yerleştirmek istemişti.