Kaderin hazırladığı Anadolu evladı ; Mustafa Kemal – 13
Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da Pazartesi günü sabah 07:00 dolaylarında Samsun’a çıktığında ülkenin durumu karanlıktı. Yurdun dört yanında işgaller başlamış, ordu dağıtılmış, tersanelere girilmişti. Atatürk 19 Mayıs sabahı Samsun’a çıktığında şunları artık gayet net biliyordu;
Osmanlı hastaydı, ölmek üzereydi. Cehalet, ihanet ve köhne zihniyet idarenin tüm aşamalarını kaplamıştı. Onu yaşatabilecek medeni dünya iyileştirmeyi değil leşini paylaşmayı seçmişti. Saray ve saltanat durumu değiştirme gücünde olmadığı gibi, ihanet ve gafletle işbirliği içinde kişisel çıkarlarını gözetmekle meşguldü. Padişah ve halifeden kimseye hayır yoktu. İstanbul’daki meclis ve hükümet, vekillerin hür irade kullanmasına imkan tanımamaktaydı. Para yoktu. Kısa vadede durumun değişmesi imkansızdı. İstanbul gerçeklerden uzak, Anadolu gerçeklerinden habersiz ve yaşanan vahşetleri umursamaz durumdaydı. Dünya değişiyor, huzursuzluklar artıyor, teknoloji ilerlerken Osmanlı her geçen gün geriye gidiyordu. Osmanlı kendisine dayatılan ve imzalamak zorunda bırakıldığı Sevr anlaşmasını iptal ettirecek hatta maddelere müdahale edecek kudrette değildi.
Arapçılık ve Batı hayranlığı halka empoze edilmiş, Türklük unutulmaya yüz tutmuş, üçüncü sınıf muameleye tabi kılınmıştı. Türklük ve Türk yurdunun selameti sarayın ve medeni (!) dünyanın umurunda değildi, hatta hedefte öncelikle Türklük ülküsü vardı. Halk uzun yılların ihmal ve yokluklarıyla aç, bitap ve perişan haldeydi, umut ve ışık beklemekteydi.
İzmir’in işgali zulmün (emperyalizmin) haksız ve çirkin emellerinin ispatıydı. İşgalcilerin meselesi saltanat, saray veya hilafetle değil, doğrudan ve sadece Türklük hissi ve millet bilinciydi. Ermeni ve Rum çetelerle, bağnaz ve bölücü kesimler, düşmanla tam bir işbirliği içerisinde yurdu parçalamak ve ganimetten pay kapmak hevesindeydi, bunlara sert şekilde müdahale kaçınılmazdı. Sovyet Rusya için itilaf devletlerinden ziyade Türkiye’nin sınır bütünlüğü ve varlığı elzemdi. Bilhassa Boğazlar kritik öneme sahipti. Çoğu Müslüman mazlum devletlerin tümü emperyalizm etkisiyle kıvranmakta, umutlanmak ve direnmek için bir örnek aramaktaydı. Düşmanı önce ayrıştırmak ve sonra tek tek yok etmek en doğru hareket tarzıydı.
Memleket tersaneleri, kurumları ile tamamen ölümcül bir işgal altındaydı, Türk Ulusuna bırakılan topraklar bir şehir büyüklüğündeydi ve bu toprakların da asla garantisi olmayacaktı. Yani Ulusa yaşama hakkı tanınmıyordu. Bu durumda iki seçenek vardı; haysiyetle direnmek ve istiklal için savaşmak yahut yok ve esir olmayı kabullenmek. Misak-ı Milli gibi kutsal bir ideal ve dava ortaya koymadan hayalci ve maceracı hamlelere artık toplum kaderinde yer yoktu, yer verilmeyecekti.
Unutulan akıl ve bilimin ışığıyla aydınlanmadan kötü kaderden kaçış yoktu. Yakınlarının kendisine ve davasına gösterdiği muhabbet zaferin müjdecisiydi. Pek çok vatansever aydın, komutan, vekil, gazeteci fedakar halkla birlikte kanlı gözyaşı dökmekteydi. Çözüm ve kurtuluş, siyasetle, diplomasiyle asla kazanılamayacaktı. Kurtuluş İstanbul’dan değil, Anadolu’dan olacaktı. Anadolu’nun bölgesel çoban ateşlerini (Yerel Kuvayi Milli hareketlerini) dev bir yangına dönüştürecek lider ve ideale ihtiyaç vardı. Askerlik mesleği boyunca cephelerde ve bilhassa Çanakkale’de gördüğü ‘Mehmetçiğin kahraman ve inançlı ruh hali’ daha büyük kurtuluşlar ve zaferler getirmeye muktedirdi. İşgal altındaki İstanbul’un aksine ulaşılmaz, denizden uzak bir merkeze ihtiyaç vardı. Anadolu Türklüğünün içerisinde bulunduğu zor durum dünya Türklerini de üzmekteydi.
Lakin bazı kafalar karışıktı, hilafet ve saltanat konusunda tereddütler vardı. Önce bunları ikna etmek ve ekip kurmak gerekliydi. Kurtuluş tek merkezden gerçekleşecek, bunun için de bir temsil heyeti kurularak, dağınık direnişler aynı çatı altında toplanacak, atılacak adımlara bu heyet karar verecekti. Cumhuriyet fikri, şartlar oluşana değin milli sır olarak gizli tutulacak, adımlar peş peşe sabır ve sükunetle atılacaktı.
Üniformaya, birilerine veya makamlara değil sadece halkın irade, muhabbet ve fedakarlığına güvenilecek, Allah ve vatan aşkıyla yanan kahraman Türk halkını düzenli ordu bünyesinde organize ederek birlik ve beraberliğin temininden sonra harekete geçilecekti. Halkla iletişim doğru ve tam sağlanacak, dost ve düşman ayırt edilerek evvela iç cephe güçlendirilecek, dış cephedeki işgalci düşmana ondan sonra kafa tutulacaktı.
İşte tüm bunları çok iyi öğrenen Atatürk, öğrencilikten mezun olup öğretmenliğe terfi ederken, doğru tespit ve analizleriyle birleştirdiği inanç ve azminin meyvelerini Anadolu bozkırlarında almaya başlayacaktı.
Atatürk yıllar sonra ‘Öğretmenin öğrenciliği bitmez’ demişti. Gerçekten de kader onu Samsun rıhtımında öğrencilikten öğretmenlik mevkine terfi ettirmekteydi ancak Mustafa Kemal’in bu öz topraklarda Milletin yüce değer ve arzularına dair öğrenecekleri bitmeyecekti. Bu yüzden milletiyle el ele yürüyebilmiş, birlikte başarmıştı.
Atatürk gerçek doğum gününü bilmiyordu.[i] Atatürk, sonraları doğum gününü soranlara “19 Mayıs” diyordu. Milletvekili Reşit Saffet Atabinen, 19 Mayıs 1932’de Atatürk’e “Doğum gününüz kutlu olsun!” şeklinde bir telgraf çekmişti. Aynı yıl Aydın Halkevi, Atatürk’ün doğum gününü “Gazi Günü” ilan etmek isteyerek Atatürk’e “hangi gün doğduğunu” sormuştu. Bunun üzerine Atatürk, Samsun’a çıktığı 19 Mayıs gününü “doğum günü” kabul etmelerini istemişti. 1937’de İngiltere Kralı VIII. Edward Atatürk’ün doğum gününü kutlamak istemiş, İngiltere Büyükelçiliği Atatürk’ün doğduğu günü sormuştu. Atatürk, yine “19 Mayıs” demişti. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, 12 Kasım 1936’da Dışişleri’ne şu telgrafı göndermişti: “Reisicumhur Atatürk’ün 19 Mayıs 1881’de doğduklarını arz ederim.”[ii]
Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919 aslında bir milletin doğum günüydü; Türk Milleti’nin “yeniden doğuşunu” sağlayacak Türk Bağımsızlık Savaşı’nın örgütlenme sürecinin başladığı gündü 19 Mayıs…
Atatürk daha ateşkesin ilk günlerinden itibaren görüşünü medenî cesaretle açık açık ortaya koymuş, düşmanların her dediğine şartsız boyun eğmenin felâketlere yol açacağını, askerî hiyerarşiye pek de uygun olmayan biçimde dile getirmişti. İstanbul’a geldikten sonra da, kendisinin de içinde bulunduğu güçlü, tehlikeyi bilen muktedir bir hükümetin duruma hâkim olabileceğini düşünmüştü. Ancak bu gerçekleşmemiş, işbaşına gelen hükümetlerin aciz, işbirlikçi, direnmeleri ile bir şey yapılamayacağı, galip devletler memnun edilerek, siyasi maharet gösterilerek, müttefikler arasındaki çekişmelerden medet arayan bir avuntuyla kurtulunamayacağı anlaşılmıştı.
Mustafa Kemal, her şeye boyun eğmekle millî bağımsızlığın yok olacağını görmüş, devletin bekasının ancak millî haklara sahip çıkmak ve bir varlık göstermekle kabil olacağını saptamıştı. O, “Hak verilmez, alınır” , “Kuvvet ve kudretten mahrum olanlara itibar edilmez” inancındaydı. Ona göre “Türk milleti hakkını düşmana yaranmakla değil, direnmekle, millî bağımsızlığı savunmakla elde edecekti.” Anadolu’da bu maksatla görev almıştı.
Düşman güçlü ve organizeydi lakin Mustafa Kemal’e göre durum ümitsiz değildi. Mustafa Kemal, görünürdeki sıkı işbirliği havasına rağmen, millî direnme arttığı nispette, müttefikler arasında çıkar çatışmalarının kaçınılmaz olacağı kanısındaydı. İtalya, İzmir’in Yunanistan’a verilmesinden ve harp sonrası meselelerde ikinci plâna itilmekten kırgındı. Fransa, Suriye ve Lübnan’a el koymakla Yakındoğu’da bir dereceye kadar tatmin edilmişti. Fakat onun için hayatî olan mesele, kendi Doğu sınırlarının güvenliği yani Almanya barışının Fransız görüşleri doğrultusunda gerçekleşmesiydi. Bu konuda İngiltere ile tam bir görüş birliği olduğu söylenemezdi. Dolayısıyla Yakındoğu’da İngiliz siyaseti paralelinde sonuna kadar gideceği şüpheliydi.
Ortada Yunanistan’ı Anadolu macerasında destekleyecek güç olarak sadece İngiltere kalıyordu. Fakat İngiliz halkı harp yorgunuydu. Yeni bir savaş macerasına karşıydı. Barış hedeflerine Yunan ordusunu kullanarak ulaşmak hesabı içindeydi. Dolayısıyla Yunan ordusu yenilgiye uğratılırsa Türkler arzu ettikleri âdil barışa erişebileceklerdi. Mustafa Kemal derin sezişi ile bunu görmüş ve mücadele stratejisini buna göre yürütmüştü.
Mustafa Kemal Millî Mücadele’nin yürütülmesinde Türk Halkının yurtseverliğine güvenmekteydi. Halk yorgun ve yoksuldu fakat toprağına bağlı, namuslu ve gururluydu. Yabancı egemenliği görmemişti. Her şeyden önce istiklâline âşıktı. Adil bir barış yerine, kan, gözyaşı ve yabancı boyunduruğunun geldiğini görmüş, silaha sarılmıştı. İşte Mustafa Kemal bu halkla mutlu sonuca ulaşacağı inancındaydı. Bunun için de önce mevcut askerî birliklerde görüş birliği sağlamak, halkı örgütlemek, İstanbul’la ilişkileri buna göre aşamalı olarak yönlendirmek düşüncesindeydi.
Engin öngörüsü, sarsılmaz muhakeme kabiliyeti, şaşmaz azim ve inancı bir kez daha haklı çıkacak, gerçekten Milli Mücadele günlerinde Mustafa Kemal’in akıllı manevralarının da etkisiyle, ülkeler birbirleriyle menfaat küskünlüklerine düşerken ve Heyet-i Temsiliye Anadolu direnişini tamamlarken, gerçekten de cephede neredeyse yalnızca Yunan ordusu kalacaktı.
Atatürk, Anadolu’ya geçip de sarayın verdiği görevin tam tersine, orduları dağıtmak yerine halkı direnişe çağırınca, silahları toplamak yerine halka silah dağıtınca, şuraları kapatmak yerine yeni şuralar, kongreler toplayıp direnişi körükleyince İngilizler, İstanbul Saray Hükümeti’nden Atatürk’ü geri çağırmasını istediler. 8 Haziran 1919’da Harbiye Nezareti Atatürk’ü geri çağırdı. 18 Haziran 1919’da Dâhiliye Nezareti; Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmasını ve telgraflarının çekilmesini yasakladı, Amasya Genelgesi’nin yayınlanmasından bir gün sonra 23 Haziran 1919’da Atatürk’ün azledilmesine karar verdi, 26 Haziran 1919’da milli ordu hazırlamayı yasaklayan bir genelge yayınladı. 5 Temmuz 1919’da Harbiye Nezareti Atatürk’ü “padişah adına” geri çağırdı. 8 Temmuz 1919’da İstanbul Saray Hükümeti, Atatürk’ü “ordu müfettişliği” görevinden aldı. Bunun üzerine Atatürk, bizzat Padişah Vahdettin’e, askerlikten istifa ettiğini bildirdi.
Yani Atatürk’ü 19 Mayıs 1919’da geniş yetkilerle “ordu müfettişi” olarak Anadolu’ya gönderenler, bir ay dolmadan, 8 Haziran 1919’da geri çağırdılar, iki ay dolmadan 8 Temmuz 1919’da görevden aldılar. Bu da yetmedi, bir yıl dolmadan, 10 Nisan 1920’de Atatürk’ün “katli vaciptir” diyen ihanet fetvasını yayınladılar. 18 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’yi yok etmek için Kuvayı İnzibatiye adlı bir ordu kurdular, 11 Mayıs 1920’de de Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını idama mahkûm ettiler. Padişah Vahdettin, 24 Mayıs 1920’de Atatürk’ün idam fermanını onayladığında Atatürk’ün Samsun’a çıkmasının üstünden sadece 1 yıl 5 gün geçmişti.[iii]
Atatürk Milli mücadeleyi şöyle tarif etmişti; “Milli Mücadele’yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, kardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi… Milli Mücadele’de şahsi hırs değil, milli ülkü, milli onur gerçek etken olmuştur.” (1925)
Mareşal Fevzi Çakmak şöyle diyordu: “Mondros Mütarekesi’nden sonra bir uçaktan Anadolu’ya bakılsaydı yer yer yanan ateşler görürdünüz. Bunlar pırıl pırıl çoban ateşleriydi.” Bu çoban ateşleri sönmemeliydi, birleştirilip büyütülmeliydi. İşte Atatürk, bu çoban ateşlerini birleştirip ulusal direniş ateşine dönüştürdü. Kuvayı Milliye’nin gelişmesi, güçlenmesi, örgütlenmesi için çalıştı. Müdafaa-i Hukuk cemiyetleriyle ilişki kurdu. Yerel kongreleri takip etti. Onun başkanlığındaki Erzurum Kongresi’nde “Kuvayı Milliyeyi amil, iradeyi milliyeyi hâkim kılmak esastır” kararı alındı.
Dağınık haldeki Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında birleştirdi. Kuvayı Milliye cephelerine komutanlar gönderdi. En önemlisi de Sakarya Savaşı öncesinde yayımladığı Tekalifi Milliye Emirleri’yle halkın elinde avucunda ne varsa -sonradan geri ödenmek koşuluyla- yüzde kırkını orduya vermesini istedi. İki öküzünden birini orduya veren Mehmet Amca… Kağnıyla cepheye cephane taşıyan Hanife Teyze… hepsi birer Kuvayı Milliyeciydi.
Kuvayı Milliye; Ahmet Ağaoğlu’nun deyişiyle “Namussuz ve esir yaşamaktansa namuslu ölmekti.” Atatürk’ün ifadesiyle “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla emperyalist işgale başkaldırmaktı. Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle, “Hiçbir işe yaramasa bile namuslu bir adamın yastığı dibinde duran tabancaydı; hiç olmazsa intihar etmeye yarardı!”[iv]
[i] (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C.I, s. 31)
[ii] (Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s. 18)
[iii] (Atatürk Samsun’a “Direniş başlatması” için gönderilmedi, 18 Mayıs 2020, sozcu.com.tr, Sinan Meydan)
[iv] (Falih Rıfkı Atay, Niçin Kurtulmamak, s. 42)