Kaderin hazırladığı genç subay ; Atatürk – 2
Atatürk çocukluğu, gençliği, öğrenciliği boyunca devlet yapısındaki bozukluk ve yanlışlıklara yakinen şahit olmuş, toplumun dertlerini, siyasi, askeri ve kültürel manada ülkenin ne durumda olduğunu ve gidişatını mukayeseli olarak gayet iyi öğrenmişti;
Memleket ve iktidar her cephede, her alanda kan kaybetmektedir, bir şeyler yapılmazsa yok olmak kaçınılmazdır. Meşrutiyet ve Kanuni Esasi kötü gidişatı durdurmaya, emperyalizmin gayelerini frenlemeye kafi değildir. Kayırma, sadakat ve ispiyon mekanizması zirvelerdedir, ülke yönetiminde Milli ahlak çökmüş haldedir. Akıl, bilim ve teknolojiye uzaklığı Osmanlıyı medeniyetin çok gerisinde bırakmıştır, tedbir alınmazsa aradaki farkı kapatmak mümkün değildir.
Millete değil tek kişiye ait olan yönetimin ağır zararları ulusun bağrına hançer gibi işlemektedir. Halkın değil sarayın ihtiyaç ve emelleri ön plandadır. Kılık, kıyafet, yasalar, ölçü birimleri çağ dışıdır, dünyayla irtibatı zorlaştırmakta, medeni Batı’yı güldürmekte, korkutmaktadır. Maceracı ve hayalci serüvenler prim yapmakta ancak hüsrana, Panislamizm ve Turanizm akımları kayıp ve zararlara sebep olmaktadır. Ordu ile siyaset içiçedir. Ülkede tarım, sanayi, kalkınma adına iyi bir şeyler yoktur, olanlar da ilkel usüllerle tabidir. Anadolu uzun yıllardır ihmal edilmiş, kaderine mahkum bırakılmıştır.
Toprak kaybı ve alınan yenilgilerle ülke her geçen gün küçülmektedir. Lütuf, rüşvet veya yaranma adına parayla satılan yahut peşkeş çekilen vatan toprakları halkın vicdanını kanatmakta, saray bu haberler duyulmasın diye basına sansür uygulamaktadır. Basın ve halkın haber alma özgürlüğü sansürlerle engellenmektedir.
Halk cahil, dinini, gazeteleri anlayarak okumaktan acizdir, Arapça yazılı her kağıt parçasını dinden saymaktadır, Tekke, zaviye ve tarikatlar örümcek ağı gibi yurdu sarmıştır. Devlet ve halk arası uçurumlar vardır, padişah ve halife, halkın gerçek durum ve ihtiyaçlarından tamamen habersizdir. Hilafet makamı İslam ülkelerine değil sadece ülke içindeki Müslümanlara hitap etmekte ancak sömürgeci unsurlarca sıklıkla dejenere ve manipüle edilmektedir. Meşrutiyetle getirilmek istenen yarı demokrasinin yetersizliği ortadadır. Kapitülasyonlar ülkenin belini bükmektedir. Dış dünyada Osmanlı ve Türklük aleyhine oluşan intibaı kısa vadede silmek kolay olmayacaktır.
Asil Türk milleti beceriksiz ellerde yok olmaya mahkum hale getirilmektedir. Türkler üçüncü sınıf teba durumundadır, haklarını kullanamadığı gibi, çok ağır vergi ve yükümlülüklere tabidir, devşirmeler, Yahudiler ve gayrimüslimler ise sayısız kolaylıkla, vergi vermemekte ve askerlik hizmetine dahil olmamaktadır. Ticaret tamamen yabancılardadır, Türk kültür ve sanatı arabeske, kısmen Avrupa ve çoklukla Arap sanatına ve hicaz makamına teslim haldedir. Türk’ün öz kültür ve değerleri unutulmaya yüz tutmuştur.
Milliyetçi kabaran duygular nedeniyle büyük savaş (Dünya savaşı) tehlikesi her gün artmaktadır, askeri teknik ve taktik noksanlığı, teçhizat ve cephane yokluğu orduyu direnemez hale getirmektedir, yabancı subaylara teslim ordunun zafer kazanması mümkün değildir, harp silah ve aracını kendisi üretemeyen ülkenin dışa bağımlılığı ancak esaret ve yenilgi getirebilecektir. Siyasete bulanmış ordu parçalar halindedir. Yenilikçi ve bağnaz (halifeci) subaylar ordu içerisinde sıklıkla siyasi münakaşalara girmektedir.
Fetvalarla yön verilen din ve kayırmacı şeriat mahkemeleri adaleti sağlamaktan uzaktır, din diye halka pazarlanan şey Kur’an İslam’ı değildir. İkili karma eğitim sistemi ve milli olmayan eğitimin aydın gençler yetiştirmesine imkan yoktur. Medeni dünyayı yakalamak için acil bir şeyler yapmak ve çok çalışmak gerekmektedir.
Öte yandan Mehmetçiğin kahramanlığı dillere destandır, bağımsız ve medeni ülke hayaliyle yanıp tutuşan gençler ve aydınlar çoktur, Avrupa’nın baskıcı zulmü, istemeden yaptığı bir iyilikle, Türkleri büyük göçlerle anayurdu Anadolu’ya sevke zorlamaktadır.
5 Şubat 1905’te kurmaylık stajı için, Şam’da bulunan 5. Ordu emrine (30. Süvari Alayı) atandı.[i] Tayinle birlikte beş gün sonra Şam’a gitmek üzere İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal Şam’da, İstanbul’dan Tıbbiye’deki siyasi faaliyetleri nedeni ile sürgüne gönderilmiş olan ve çarşı içerisinde ticaretle uğraşan Mustafa Bey (Cantekin) ile tanışmıştı. 1906 yılının Ekim ayında ikilinin uzun sohbet gecelerinde oluşan fikirleri neticesinde, Müfit Beyin (Özdeş) de katılımıyla 23 Ekim 1906’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti kurulmuştu.[ii]
Arkadaşlarıyla beraber ilk önce Cemiyetin Beyrut, Yafa ve Kudüs şubelerini açan Mustafa Kemal, daha sonra Mısır ve Yunanistan üzerinden gizlice Selanik’e geçerek hem annesini ziyaret etmiş hem de cemiyetin Selanik şubesini açmıştı. Şam’dan ayrılması sarayın kulağına gitmiş; fakat fikirlerinin üstlerince de desteklenmesi sonucu ceza almamıştı. Şam’a döndükten sonra 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) rütbesi alarak Şam’daki ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirilmiş,[iii] 20 Eylül veya 13 Ekim 1907’de Selanik’teki merkezi Manastır’da bulunan 3’üncü Ordu Karargâhına atanmıştı.
O dönemde özel durumu dolayısıyla başarılı subaylar Makedonya’ya gönderilirdi. Mustafa Kemal annesinin ikamet ettiği Selanik’i arzu ediyordu. Atamaları beklerken Mustafa Kemal ve birkaç arkadaşı bir pansiyon kiraladı ve ara sıra burada toplanarak memleket meselelerini konuşuyor, özellikle ülkenin kurtuluşu için meşruti bir idare kurulması üzerinde duruyorlardı. Padişahı meşruti idareye ancak ordu zorlayabilirdi. Dolayısıyla gidilecek yerlerde teşkilat kurulmalıydı, bunun için de en uygun yerin Makedonya olduğunu düşünüyorlardı.
Ancak arzuları gerçekleşmedi. Çünkü aralarına sızan bir saray muhbiri onları ‘Padişaha bomba atacaklar’ yalanıyla ihbar etti. (O sıralar padişahın da en büyük korkusu bombalı suikaste uğramaktı.) Mustafa Kemal ve arkadaşları tutuklandı ve sert muameleye tabi tutulduktan sonra takipsizlik kararı ile serbest bırakıldı. Bu olay sonucunda hepsi Rumeli’de bulunan 2. ve 3. ordular yerine 4. ve 5. ordulara tayin edildiler. Bu bir sürgündü. Zira atama emrinde “Kolaylıkla memleketi olan Selânik’e gidemeyeceği bir yere atanması” kaydı düşülmüştü. Atatürk için artık öğrencilik yılları bitmiş, hizmet yılları başlamıştı.
Şam yılları Mustafa için Ortadoğu’yu ve Arap İslam’ını tanımak fırsatıydı. Ayrıca buralarda merkezden uzak yönetimlerin durumunu görme şansını yakalamış, tıpkı Avrupa topraklarındaki uzak Osmanlı diyarları gibi buraların da aslında ‘Osmanlı olmadığını’ fark etmişti. Burada hayata geçirdiği ve kurumsallaştırdığı cemiyetin prensipleri ise göstermekteydi ki artık hürriyet ve istiklal fikri, vatanın selameti zihninde sarsılmaz bir yer etmiş, bir şeyler yapmak gereği alenen ortaya çıkmıştı.
Selanik’te gizli olarak faaliyette bulunan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti bu sıralarda Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşme kararı almıştı. (Doktor Nâzım, 1907 yılı eylülünde Paris’ten gizlice Selânik’e gelerek buradaki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kurucuları ile iki cemiyetin birleşmesi hususunda bir anlaşma yapmış, İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu tarihten itibaren Rumeli’nin her tarafına yayılarak kuvvetli örgüt oluşturmuştu.)[iv]
Mustafa Kemal de Selanik’te arkadaşı Ömer Naci’nin isteğiyle bu cemiyete dahil olarak (29 Ekim 1907) hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler onun da baş düşüncesiydi. Aynı şubede çalışan Fethi (Okyar) Bey ile yakın arkadaşlığı da bu devreye rastladı.
Atatürk’ün, Suriye’de yaklaşık 3,5 yıl süren ikameti sonunda ordunun yetersizliği, ülkenin fena yönetilmesi karşısında, hürriyetçi fikirleri keskinleşmişti. Suriye’de sık sık ayaklanma oluyor, onları bastırmak isteyen askeri birlikler şiddet kullanıyor, bu da halk ile hükümet arasındaki bağları zayıflatıyordu. İdarenin acizliğini ve yolsuzluğunu gören Mustafa Kemal mevcut rejime karşı mücadele için gizli bir teşkilât oluşturdu. (Ekim 1905) Bu kuruluşa “Vatan ve Hürriyet” ismi verildi. Mustafa Kemal derneği en kolay gelişebileceği yer olduğuna inandığı (Makedonya’da) geliştirmek istedi. Arkadaşı olan, ordu komutanı Hakkı Paşa’nın oğlunun yardımı ile bir izin kağıdı temin etti, Selânik’teki arkadaşları da orada kendisine yardımcı oldular.
Hemen çalışmalara başlayan Mustafa Kemal, sonuç almak için zamana ihtiyaç olduğunu görmüş, öğrencilik yıllarında kendisini takdir eden Kurmay Albay Hasan Bey’in dolaylı yardımıyla 4 aylık bir sağlık raporu almıştı. Bu sayede eski arkadaşları Ömer Naci, Hüsrev Sami ve Hakkı Baha ile buluşmuş, onların aracılığı ile Selânik Öğretmen Okulu Müdürü Hoca Mahir ve Selânik Askeri Rüştiyesi Müdürü Bursalı Tahir’i de içine alan “Vatan ve Hürriyet” cemiyetini oluşturmuştu.
Bu arada Mustafa Kemal’in Selânik’te bulunduğu saray hükümeti tarafından öğrenilmiş ve aranmaya başlanmıştı. Kurmay Albay Hasan Bey durumdan dolaylı olarak Mustafa Kemal’i haberdar etmiş ve gizlice Selânik’i terk ile göreve dönmesini tavsiye etmişti. Diğer taraftan durumu araştırmak üzere Yafa’ya bir subay gönderilmişti. Vaziyetten haberdar olan Mustafa Kemal’in arkadaşları gereken tedbiri almışlar, Mustafa Kemal ‘Mısır hududunda Bir-i Sebî’de görevde’ gösterilmişti. Mustafa Kemal de dönüşünde hemen Mısır hududuna gitmiş, böylece mesleki geleceği açısından ciddi sonuçlar doğurabilecek bir olayı daha zararsız olarak atlatmıştı. Geri dönüşü olmayan bu atlatmalarda muhtemelen kaderin bir cilvesiydi. Kader Mustafa Kemal’i koruyor, milletine hizmette yapacaklarına mani olmaya çalışanları bir şekilde devre dışı bırakıyordu.
İstibdata, sansüre karşı oluşu, yenilik arayışı, yapılacak değişikliğin yüzeysel değil kalıcı ve kökten olması gerektiği inancı O’nda işte bu sıralarda idrak olmuş, bizzat katıldığı İttihat ve Terakki bünyesinde siyasi mücadeleye de başlamıştı. Ayrıca o yıllarda jurnalle, ülkeyi yöneten sözde hükümetin ‘saray hükümeti’ olduğu gerçeğiyle tanışmıştı.
Mustafa Kemal Ekim 1907’de Manastır’a tayin edildiği halde Selânik’te kalmayı başarmıştı. 7 Mart 1908 tarihinde doğduğu evi satın aldı. Ailesi ile buraya yerleşti.[v] 23 Şubat 1908’de Berlin Askeri Üniversitesi eski müdürlerinden General Litzmann’dan (Almancadan Osmanlıcaya) çevirdiği “Takımın Muharebe Talimi” adlı kitabını da Selanik’te yayımlamıştı. (Bu kitabın basım tarihi bazı kaynaklarda 1909 olarak gösterilmişti. Turgut Özakman’a[vi] göre; 10 Şubat 1909’du.) Bu kitap askeri maksatlı bir derlemeden ibaret olsa da planlı ve edebi bir kayıt olması anlamında önemliydi. Bu kabiliyet ileriki zamanlarda askeri ve siyasi meselelerde, telgraflarda Mustafa Kemal’in büyük avantajı olacak, bu sayede toplumu, hatta muhalifleri etkileyebilecekti.
Haziran 1908’de Atatürk’e, mevcut görevinin yanı sıra yabancılarca yapılıp işletilmekte olan Üsküp-Selânik demiryolu müfettişliği (Doğu Demiryolu Müfettişliği) görevi de verilmişti. Yurdu milli demir ağlarla örme fikri o günlerde tasavvur edilmeye başlamıştı.[vii]
Mustafa Kemal’in Harp Akademisini bitirdikten 2. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süre içinde, istibdat idaresini devirmek için Ordu’da gizli teşkilat yapılmasında öncülük eden yurtsever, çalışkan ve parlak bir kurmay subay olduğu görülmekteydi. Ancak 1907 Ekimine kadar Suriye’de görevli olması, onun İttihat ve Terakki Cemiyetine yön ve istikamet vermesini engellemiş, onun cemiyet içinde ikinci planda kalmasına yol açmıştı.
23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edilen II. Meşrutiyet’le Osmanlı kısmi anayasal yönetime geçti. Rumeli’de büyük faaliyet gösteren “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, aylardan beri Abdülhamit’i, 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan’ı tekrar toplantıya çağırmaya zorluyordu, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin bu girişimleri, nihayet II. Meşrutiyetin ilânına uzandı. II. Meşrutiyet ilk defa Manastır’da ilân edilmiş, bunu aynı gün Rumeli’nin diğer şehirlerinde de ilân izlemişti. İttihatçılar 23 Temmuz 1908 sabahı Selanik hükümet konağını işgal ettiler.
Ayaklanmanın tüm ülkeye yayılacağından çekinen II. Abdülhamit, haberlerin İstanbul’a ulaşmasıyla 23/24 Temmuz gecesi Meşrutiyeti resmen ilân mecburiyetinde kaldı, ikinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, bir yandan kolağası rütbesiyle Selanik’te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da “İttihat ve Terakki Cemiyeti” içinde çalışarak İstanbul’daki siyasî gelişmeleri yakından izlemekte idi. Ancak O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi görmüyor, bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu; fakat kendisinin görüşleri, “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle onları uyarmaktan da çekinmiyordu.
I. Abdülhamit, İttihat ve Terakki’nin baskısıyla anayasayı yürürlüğe koyup meclisi açtı. Böylece istibdat yıkıldı, hürriyet geldi, sansür uygulaması kaldırıldı. 24 Temmuz sonraki yıllarda Basın Bayramı olarak kutlanmaya başlandı. Abdülhamit’in emriyle (resmi bildiriyle) ilan edilen İkinci Meşrutiyet, sansürsüz (!) yayımlanan gazetelerle halka duyuruldu. Osmanlı aydınları, asker-sivil İttihatçılar bu değişimi ‘II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesi, daha demokratik bir anayasanın hazırlanması şartıyla’ yeterli görüyorlardı. Türkiye, Milli Mücadele’nin başlarına kadar, 10 yıl bu meşrutiyetle yönetildi.
Zararlı basınla, basına uygulanan baskıyla, yalan haberle mücadelesi, ilan edilen Meşrutiyetle yükselen bağımsızlık fikri Mustafa’ya daha büyük işler yapmak gereğini hatırlatıyor, halkın egemenliğine olan inancı topraktan filizlenmeye o yıllarda başlıyordu.
İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki hükümetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldular. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya savaşlarına girdi. Üç savaştan da yenilgiyle ve toprak kayıplarıyla çıktı. I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918’de parlamentoyu yeniden kapattı.
Kaybedilen savaşlar, kapatılan meclis Mustafa Kemal’de Osmanlı’nın varlığının artık kağıt üzerinde olduğu hissini yaratıyor, tek kişilik yönetimlerin yanlışlığına dair içinde şüphe kalmıyordu. Dahası köhne, şeriat özlemli ve bilime düşman yönetimlerin bu çağda yaşayamayacağına ikna olan Mustafa Kemal, devletin yapısal bir değişim ve uyanışa giremediği müddetçe yok olacağını daha o zamanlardan görebiliyordu.
14 Eylül 1908 tarihinde Osmanlı Ahrar Fırkası kurulmuş, bu Fırka (parti), 1900’lerde Paris’te oluşan Prens Sabahattin akımının 1908’de Osmanlı siyasal hayatına girişi olmuştu, Meşrutiyet’in ilk siyasi partilerindendi. Parti 1908 genel seçimine yalnız İstanbul’da katılmış ve İttihat Terakki Partisi karşısında başarı kazanamamış, tek milletvekili bile çıkaramamıştı. Fakat Meclis’te partinin destekleyicileri hep olmuş, özellikle Arap, Arnavut, Rum ve Ermeni milletvekilleri Ahrar’a yakınlık göstermişlerdi. Partinin savunduğu tezlerin başında, Osmanlı ülkesindeki etnik unsurlara eşitlik tanınması, yerinden yönetme, zamanın deyimiyle, adem–i merkeziyete dayanan bir siyasal düzenin kurulması gelmekteydi. İttihat Terakki ise, bu tezlere sahip çıkan Ahrar’ı bölücülükle, kozmopolitlikle ve Rum Patrikhanesi’yle ağız birliği etmekle suçlamaktaydı.
Ayrılıkçıların, devlet aleyhtarlarının zararlı varlıklarını ve etkisini bu sayede gören Mustafa Kemal, çok partili sistemi savunmakla birlikte, işler düzelene kadar ülke bütünlüğünü temin edecek tarzda tek partili sistemi yeğlemekteydi ki bu Cumhuriyet’in ilk yıllarında da çok partili sisteme geçmesinde aceleye gerek olmadığını öğretecekti. Merkezi yönetimin gücüne ve gereğine inanan Mustafa Kemal, ayrılıkçı, yerel, bölgesel tüm çözümlere karşı olmayı o yıllarda öğrenmiş, yabancı mihrakların ülkeyi içten nasıl hançerlediğine yakından şahit olmuştu. İçten ve dıştan hain odakların sürdürdükleri işbirliği ise göstermişti ki Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu, çözüm milli ve yerli olmak zorundaydı, kimseden yardım almak imkanı da bulunmamaktaydı.
Meşrutiyet’in ilanından sonra, Mustafa Kemal ile cemiyetin yöneticileri arasında gerginlik artmıştı. Mustafa Kemal ordunun politika dışında tutulmasını, cemiyetin gizli komite olmaktan çıkarılıp parti olarak örgütlenmesini, yurtta köklü ve programlı bir değişiklik yapılmasını istemekteydi. Düşüncelerini korkusuzca açıklaması, karşı düşünceleri sert bir üslupla eleştirmesi, cemiyetin etkin üyeleri arasında hoş karşılanmıyordu. Takip eden günlerde Mustafa Kemal’in eleştirilerinden rahatsız olan cemiyetin ileri gelenleri, onu Trablusgarp’a gönderme kararı aldı. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk kongresinin toplanacağı, milletvekili seçimlerinin yapılacağı, cemiyet-hükümet ilişkilerinin yönleneceği bir dönemde Mustafa Kemal Selânik’ten uzaklaştırılmış oldu.
Bulgaristan, Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan ettiği sıralarda Eylül 1908 sonlarında Atatürk, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez Komitesi tarafından kendisine verilen görev üzerine Selanik’ten İstanbul’a, buradan da deniz yoluyla Trablusgarp’a geçti. Trablusgarp’ta, II. Meşrutiyet’e karşı halk arasında bazı şeyhlerin önayak olmasıyla ayaklanmaya benzer bir hazırlık olmuştu. Bazı kişiler, tutukluları tahrik ederek genel af çıkarılmasını istiyor, Osmanlı Devleti’nin atadığı idarecilere karşı tepki gösteriyorlardı. Temmuz sonu ve Ağustos ayı bu gösterilerle geçmişti. Askerî ve siyasî bazı girişimlerde bulunarak bölgedeki huzursuzluğun giderilmesinde büyük rol oynadı; ordunun ve devlet otoritesinin bölgede hakim olmasını sağladı.
3 Ekim 1908 tarihinde Trablusgarp’taki Fransız Konsolosu A. Alrick, Fransız Dışişleri Bakanlığı’na şöyle bir rapor geçmişti: “Muhtemelen Selanik İttihat ve Terakki Komitesi üyesi olan bir Türk subayı, birkaç günden beri bu civarda olup bitenler ve kişiler hakkında soruşturma yapmaktadır. Kendisinin, daha şimdiden birçok yüksek memur ve eşrafı anayasaya ve onun başlıca ilkelerine sadakat yemini yapmaya davet ettiği, hürriyet ilkesi konusunda dindaşlarının menfi davranışıyla veya hiç değilse bazı tereddütleriyle karşılaştığı söylenmektedir… Selanik İttihat ve Terakki Komitesi Üyesi Yüzbaşı Kemal Bey İngiliz ve İtalyan meslektaşlarımı olduğu gibi, beni de ziyaret etti. Kendisinin ziyaretini iade ile bir görüşme yaptım.”
Atatürk, Trablusgarp’ta güvenliği temin ettikten sonra buradan Bingazi’ye hareket etti. Bingazi’de bir süre kalmış, bu arada bir kısım kuvvetlerle, II. Meşrutiyet’e isyan halinde olan aşiret reisi Şeyh Mansur’un evini sararak şeyhi teslim olma zorunluğunda bırakmış ve bölgede devlet otoritesini sağlamıştı. Durumun normale dönüşünü takiben Selânik’e döndü.
Trablusgarp’ta yeni Türk yönetimine karşı irtica nitelikli hareketler baş göstermişti. 1908 Eylül sonlarında, bu ülkeye gelen Mustafa Kemal, kısa bir zamanda karışıklığı giderdi ve düzeni yoluna koydu. Ordunun ve devlet otoritesinin bölgede hakim olmasını sağladı. Bu görev Mustafa Kemal’in siyasî yeteneğini gösteren ilk başarılı deneme olmuş, ülkeyi tanımasını sağlamıştı. Bu deneyim 1911 – 1912 Trablusgarp ve Bingazi’de görev almasında ve başarılı hizmetlerinde etkili olmuştu.
Trablusgarp yılları Mustafa Kemal’in vatan aşkını körüklemekle kalmamış, burada ayrılıkçı ayaklanmalarla yakından tanışmış, bunları devlet otoritesine geri döndürmek için ordunun varlığının tartışılmaz olduğunu görmüştü. Askeri çözümler için ordunun kuvvetli ve iş bitirici olması gerektiğini öğrenen Mustafa Kemal, yöre halkının devlet idaresine gösterdiği reaksiyonu görmüş hürriyet arayışında tam desteği bulamasa da anayasaya sadakat yemini arayarak askeri tedbirlerden önce yasal çözümleri yeğlediğini göstermişti.
Atatürk Bingazi’den, Hanya’da yayımlanan istikbal gazetesine şu mektubu göndermişti: “Millet fertleri arasında bölücülüğü değil, birlik ve beraberliği temine; birbirlerine intikam duyguları yaratmaya değil, karanlık istibdat devrinin kiri olan fena hislerin kalplerden atılmasına yarayacak yararlı makaleler yayımlanmasına gayret edilse gazetenizin şerefi yükselir, hizmeti faydalı olur…Gazetelerimizde ahlâkımıza yükseklik, hislerimize temizlik ve maneviyatımıza kuvvet verecek makalelere yer verilmesini görmek isteriz.”
Milli birlik ve beraberliğin şart oluşu da Mustafa’da o yıllarda sabit bir fikir haline gelmişti. Görüldüğü üzere basının buradaki görevi O’na göre ayrıştırmacı değil milli menfaat istikametinde birleştirici olmalıydı ve bunu niyaz eden mektuplarıyla ikaz etmeyi üzerine vazife kabul etmekteydi.
I. Meşrutiyet’i takiben 17 Aralık 1908 tarihinde Meclis-i Mebusan yeniden toplanmış, İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihat ve Terakki Fırkası adını almış, bundan bir hafta sonraysa İlk Türk Derneği kurulmuştu. Bu, dernek Türkçülük hareketinde örgütlenmenin başlangıcıydı.
Atatürk bu yıllarda şöyle diyordu; “Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için önce büyük adam olmak lazımdır der ve bunun için de bir örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı inancında bulunur, bu, adam değildir.”[viii]
Fransız ihtilali neticesi ortaya çıkan ve Balkanlarda yayılmaya başlayan milliyetçilik uyanışları azınlık durumundaki pek çok halkı kaçınılmaz olarak etkilemişti. Lakin bu aynı zamanda unutulan Türklüğü de uyandırmış, Osmanlı’nın altı yüzyıla varan yönetiminde üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Türkler için bir şeyler yapmak gereği ortaya çıkmıştı. Nitekim Türkçülük akımı ve devamında teşkil edilen Türk Ocağı bunun nüvesini teşkil etmiş, Türkçü kalemlerin şiir ve yazıları akımı gerçek ve tatbik edilebilir bir hale sokmuştu. Mustafa Kemal bu akımlardan en çok etkilenenler arasındaydı ve Türk’ün kurtuluşun kişilere değil Türklerin toplu çoğunluğuna yani halkın kendisine bağlı olduğunu öğrenmişti.
Trablusgarp’tan dönüşünde 1909 yılı Ocak ayında Mustafa Kemal’in 3’üncü Ordu Selanik 2’nci Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına getirildi. 13 Nisan 1909 tarihinde çıkan 31 Mart isyanında da bu görevdeydi. Ayaklanma meşrutiyetin olumlu havasını bozmuştu. Meşrutiyetin ilânını takip eden günlerde oluşan sınırsız hürriyet havasında her türlü fikir akımı pervasızca ortaya dökülmüştü. Süratle örgütlenen bu muhalif güçlerden “İttihad-ı Muhammedî” partisinin kışkırtıcı irticai girişimleri gayrı memnunların tahriki sonucunda ayaklanmışlardı. Taşkışla’daki bir avcı taburu, diğer taburlardan da bazı erlerin katılmasıyla subaylarını hapsetmiş, Sultanahmet meydanında ve mebuslar meclisi önünde toplanarak taşkınlık yapmış ve başkentte duruma hakim olmuştu.
İkinci Meşrutiyet’e karşı, avcı taburlarının ayaklanmasıyla- çıkan bu isyan, gerici bir ayaklanmaydı. Oysa Avcı taburları, Meşrutiyetin korunması amacıyla Rumeli’den İstanbul’a gönderilmiş birliklerdi. Bunlar, bir kısım gericiler tarafından aldatılarak 13 Nisan 1909 sabahı “Şeriat isteriz!” sözleriyle Meşrutiyet aleyhine ayaklandılar. Büyüyen isyan, Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket Ordusu ile bastırıldı. (İsyanı bastırmakla görevli birliklere “Hareket Ordusu” adını Mustafa Kemal teklif etmişti.) Ayaklanma Rumi takvimle 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) çıktığı için bu adla anılmıştı.
Atatürk bu ayaklanmada aldığı fiili görev neticesinde hem gerici unsurların güç ve ihanetini görmüş, askeri tedbirlerin uygulanmasına şahit olmuş, onların devlet bünyesinde sebep olduğu tahribata yakından şahit olmuştu. İsyan bastırılmıştı ancak tehdit durmaya devam etmekteydi ve daima da var olacaktı.
Hareket Ordusu’nun, halka bildirgesi şöyleydi: “…Millet, yıllardan beri zulüm yapan istibdat kuvvetlerini parçalayarak meşrutiyet hükümetini kurdu. Bu kansız mutlu inkılâptan zarar gören aşağılık kimseler, kanunsuz bir şekilde çıkarlarının teminine hizmet eden eski durumun geri gelmesi için bin türlü hile ve alçaklığa başvurarak yasal meşrutiyet hükümetini yıkmak istedi ve bütün insanlık âleminin kınadığı İstanbul faciasının oluşmasına sebep vererek masum kanlar döktü.” Bu bildirgeyi Atatürk yazmış, Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa imzalamıştı. Hadımköy’de Mahmut Şevket Paşa’nın gelişini bekleyen Hareket Ordusu’na, Mustafa Kemal’in 1 numaralı emri ise şuydu: “Hareket Ordusu görevini yalnız askerî yönden yapacaktır. Politik konular ve bu konuda İstanbul ile görüşme yapmak şimdilik görev dışıdır.”
Tüm bu bildirge ve emirler de göstermekteydi ki anayasal düzene karşı olanlar hile ve alçaklıkla iş görmekteydi, cahil kitleleri aldatmak ve dincilere aldanmak mümkündü, gericilik halkın istibdata karşı kazandığı özgürlük faziletini yok etmekten yanaydı, sözde din adına nice kanlar dökülmekteydi, kardeş kanına sebep olabilen gerici zihniyet ordu içerisine kadar sızmış, askerler politikayla olması gerekenden fazla ilgilenmeye başlamış, nitekim gerici zihniyet devletin tüm kademelerine kadar sızabilmişti. Mustafa Kemal ayrıca o günlerde bu gerici zihniyetin zorla yok edilmesi kadar aydınlanma ve çağdaşlaşmayla ikna edilmesi gerektiğine de inanmıştı. Atatürk bu isyan süresinde gericiliğin tehdit boyutlarını görmüş, ordunun siyasetten uzak kalması gerektiğine kesin olarak karar vermişti.
Hareket Ordusu, 31 Mart Ayaklanması’nı iki gün içinde bastırdı ve İstanbul’da sıkıyönetim ilân edildi. 27 Nisan tarihinde Ayan ve Mebusan Meclislerinin müşterek toplantısında alınan karar gereği fetva ile ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin baskısıyla II. Abdülhamit 31 Mart olaylarında sorumluluk taşıdığı gerekçesiyle tahttan indirilip Selanik’e sürülürken, yerine V. Mehmet Reşat geçti.
İsyanın bastırılmasında başarının şerefi ve nimetleri, hareket ordusuna İstanbul surları önünde katılanlara gitmiş, Mustafa Kemal adı anılmamıştı. Adı Çanakkale savaşına kadar da duyulmayacaktı. Bu olaydan sonra ordunun İttihat ve terakki ile ilişkilerini kesmesi ve politika ile uğraşmaması konusunda görüşü güçlenmişti.
[i] (Bazı kaynaklarda Atatürk’ün Şam’a atanma tarihi, Harp Akademisi’ni bitiriş tarihi ile birleştirilerek 11 Ocak 1905 olarak gösterilmektedir)
[ii] (tr.wikipedia.org)
[iii] (tr.wikipedia.org)
[iv] (Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü. U. Kocatürk.)
[v] (Benim Ailem, Yrd. Doç. Dr. Ali Güler)
[vi] (Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Kronolojisi – Turgut Özakman)
[vii] (Akl-ı Kemal, c.3, Sinan Meydan)
[viii] (1923, Sinan Meydan, 3. Baskı., s.424)