Kaderin hazırladığı kahraman ; Gazi Mustafa Kemal – 3
Atatürk’ün muvazzaf subaylık yaparken ki siyasi görüş ve eylemlerini şöyle izah etmek gerekir; O’nun düşük rütbelerde siyasete hiçbir zaman doğrudan tesiri yoktur ve olmamıştır. Yaptığı şey vatansever bir asker olarak ülke gidişatında yanlış gördüğü şeyleri üstlerine, arkadaşlarına ve yakınlarına anlatmak, görevi gereği veya sohbetlerde katıldığı toplantılarda bunları dile getirmekten ibarettir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne de fırka olmadan önce katılmış, nitekim sonraları aktif rol almaktan uzak durmuştur.
Çıkardığı gazete ve dergilerde de gayesi iktidarı devirmek veya değiştirmek değil, vatanseverlik ateşini yeniden yakmaya çalışmaktır. Bir ara siyasette rol almak istemesi, sorunu silahla değil siyaseten çözmek istemesi, zamanın siyasi ve askeri yöneticilerinin çoklukla iki görevi bir arada yürütmesi, vatansever aydınların daha ziyade rütbeli personel olması nedeniyleydi. Üstelik o sıralar askerlerin siyasetle uğraşmasına mani bir yasal durum yoktu. Lakin kaderin yardımıyla siyasi hayata geçemedi ve yaşamına asker olarak devam etti. İstiklal Harbi ve sonrası dönemde ise kendisi dahil asker arkadaşlarını tercihe zorlayarak siyaset ve askerliği birbirinden ayırması göstermişti ki ordu Meclisin emrindeydi, ayrı bir kuvvet değildi ve 31 Mart Vakası gibi darbe mantığı ile yapılan müdahaleler toplumda derin yaralara yol açmaktaydı.
Askeri ve siyasi arenaların farklılığını bilen Atatürk’ün asli korkusu ise siyasete vesayet getirmekten ziyade, ordudaki bütünlük ve emir komuta ilişkisinin zarar görmesiydi ki, siyasi iktidarların ordu içerisinde gruplaştırdığı gerici kitleler milletin başına hep bela olmuştu.
Mustafa Kemal, Mayıs ortasına doğru Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın kurmay başkanı olarak, Arnavutluk harekatına katıldı. Burada rahatsızlanarak 15 Mayıs’ta İstanbul Gülhane Hastanesi’ne yatırıldı. 3 günlük bir tedaviyi takiben 18 Mayıs 1909 tarihinde taburcu oldu, Selanik’e döndü. Atatürk kolağası rütbesiyle 30 Ağustos – 8 Eylül 1909 arasında Cumalı Ordugâhında yapılan askerî manevra esnasında “Cumalı Ordugâhı” adlı kitabını (tutulan not ve krokilerden oluşmuştu) yazdı, ay içinde Selanik’te yayınladı.
15 gün kadar sonra Selanik’te, İttihat ve Terakki Cemiyeti 2. Büyük Kongresi toplandı. Atatürk bu kongreye Trablusgarp delegesi olarak katıldı ve bir konuşma yaparak ordunun siyasetten çekilmesi gereğini savundu: “Ordu mensupları cemiyet içinde kaldıkça hem parti kuramayacağız hem de ordumuz olmayacaktır. Mensuplarının pek çoğu cemiyet üyesi olan 3. Ordu günün manasıyla modern bir ordu sayılamaz. Orduya dayanan cemiyette, millet bünyesinde kök salamamaktadır. Bunun için biran evvel cemiyetin muhtaç olduğu zabitleri veyahut cemiyette kalmak isteyen ordu mensuplarını istifa suretiyle ordudan çıkaralım ve bundan sonra zabitlerin ve ordu mensuplarının herhangi bir siyasî cemiyete girmelerine mâni olmak için kanunî hükümler koyalım”.
“…Ordumuzun içinde bulunan Cemiyet arkadaşlarımız, politikada devam etmek istiyorlarsa, ordudan çıkmalı ve Cemiyetimizin halk içindeki teşkilâtı arasına girmelidirler. Bu suretle gün bile kaybına meydan vermeyerek, ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve ordu içinde kalacak dostlarımız da, artık politika ile meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de, bir an önce, teşkilâtımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasî bir parti haline gelmelidir.”
Atatürk konuşmasında özetle; “Ordunun siyasetten uzaklaşması, derneğin parti haline gelmesi, yeteneksiz komutanların uzaklaştırılması ve din-devlet işlerinin ayrılması gerekir” demişti.[i]
Tartışmalardan sonra kongre çoğunlukla ordunun siyasetten ayrılması tezini benimsemiş, karar gereğince bir kısım İttihatçı subaylar istifa ettirilmiş ancak Enver, Hafız Hakkı, Niyazi gibi bazı subaylar ve yakın çevreleri orduda kalmaya siyasetle yoğun bir şekilde uğraşmaya devam etmişlerdi. Mustafa Kemal’in girişimi cemiyette kendisine karşı olan kızgınlığı şiddetlendirmiş, hatta canına kasteden bir suikast düzenlenmesine yol açmış ama teşebbüs istenilen sonucu vermemişti.
Atatürk, II. Meşrutiyeti takiben ordunun, “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini kongrede açıkça dile getirmişti. Fakat Cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşünü paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyetten uzak tutarak doğrudan doğruya askerî vazifesine verdi, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması da böyle başladı.
Mustafa Kemal öğrenmişti ki ordu siyasetten uzak kalmalı ancak devletin anayasal kurum ve yetkilerinin yılmaz savunucusu olmalıydı. Devlet otoritesini yürütmek ve orduyu yönetmek görevi de bir kişinin değil meclisin olmalı, siyasiler orduya ve ordu siyasete karışmamalıydı, ordu siyasetin dışında ve üstünde kalmaya devam etmeliydi.
17-21 Eylül 1910 tarihleri arasında Mustafa Kemal Fransa’da yapılan Picardie manevralarına Türk Ordusu temsilcisi olarak katıldı ve burada ilk kez uçakla tanıştı.[ii] Aralarında Atatürk ve Fethi Bey’in de dahil olduğu heyet ayrıca Fransa’nın St. Etienne şehrinde Top ve Tüfek Fabrikası’nı gezdi. Kadınlı erkekli işçilerin disiplinli ve saatli çalışmalarından da ziyade makinelerin ve buhar gücünün etkisini o günlerde görebilmişti.
Manevralara Mustafa Kemal ile birlikte binbaşı Selahattin görevlendirilmişti. Paris ateşemiliteri binbaşı Fethi bey, heyete Fransa’da katılacaktı. Bu Mustafa Kemal’in Batı Avrupa ile ilk temasıydı. Tatsızlık daha yolda başlamış, fesli Selahattin bey, yolda alay konusu olmuştu. Manevralar esnasında yabancı ateşelerden bir albay Mustafa Kemal’in meslekî görüşlerine katılmakla beraber, onun başını göstererek ‘ne diye bu tuhaf başlığı giyersiniz, başınızda bu oldukça kafanıza kimse itibar etmez’ demişti.
Bu olaylar onun üzerinde kalıcı bir etki bırakmış, mevcut kılık ve kıyafetle Türklerin uygar dünyada ciddiye alınmadığına kanaat getirmişti. Yaşanan olay 15 yıl sonra kıyafet inkılabı uygulamasına yol açacaktı.
Öte yandan Mustafa Kemal’in, Fethi beyle beraber yaptığı İsviçre, Belçika ve Hollanda’yı içine alan 14 günlük bir seyahatten sonra çıkardığı sonuç gayet acıydı; ‘Bu kadar hazırlık barış için yapılmaz. Aklımızı başımıza almalıyız. Çıkacak savaş bütün dünyayı ateşe atabilir ve biz bunun dışında kalamayız’ kanaatine sahip olmuşlardı. Mustafa Kemal, savaş çanlarını o zamandan duyabilmişti. İleriki yıllarda Karlsbad günlerinde de şahit olacağı üzere Mustafa Kemal’in bu günleri hava teknolojileri dahil, harp silah ve araçlarıyla, her türden sanayileşmiş teknoloji ile tanışma yıllarıydı. Dahası buralarda çalışanların yarıya yakınının kadın olması Mustafa Kemal’i medeni bir toplum konusunda derinden etkilemişti. İstikbali göklerde gören, sanayileşmeyi savunan, kadınların ekonomideki tartışılmaz rolünü her ortamda dile getiren Mustafa Kemal’in fikriyatı işte bu günlerde filizlenmişti.
Mustafa Kemal Fransa dönüşü eğitim ağırlıklı çalışmalarına devam etmiş ancak görevi gereği katıldığı manevra ve toplantılarda sert eleştirilerde bulunması üstlerinin hoşuna gitmemişti. Gururlu ve tenkitçi olarak niteledikleri Mustafa Kemal’i nazariyatçılıkla itham etmişler ve başarısız olsun dileğiyle Tarihler 15 Ocak 1911’i gösterdiğinde yine Selanik’te bulunan 38. Piyade alayı komutan vekilliğine atamışlardı. (Mustafa Kemal, bu görevde de üstün başarı sağlayınca görev yerini tekrar değiştirmiş ve masa başı göreve atamışlardı.) Baskıcı, adaletsiz ve kayırmacı üst yönetimlerin ilerlemeye nasıl mani olduğunu ve liyakat ve ehliyete önem vermemenin yurdu ne gibi tehlikelere attığını da o zamanlarda yaşayarak görmüştü.
Atatürk, 38. Piyade Alayı Komutan Vekili iken 5. Kolordu’nun 19 -20 Nisan arasında Selânik-Kılkış bölgesinde yapılan manevralarına katıldı. Burada “Tâbiye Tatbikat Seyahati” adlı (not ve krokilerinden oluşan) kitabını yazmıştı. Daha sonra ay içinde Selanik’te yayımladı. 16 Mayıs 1911 tarihinde Harbiye mektebinin 317. sınıfı subaylarının yüzbaşılığa terfi etmesi nedeniyle Selanik’te İttihat bahçesinde 180 kişilik ziyafet düzenlenmiş, ziyafete çeşitli kurmaylar, ittihat ve terakki cemiyet delegeleri, Selanik basını ve bu arada Mustafa Kemal de katılmıştı. (Mustafa Kemal birde konuşma yapmış, ordu ile siyasetin birbirinden ayrılması gereğini bir kez daha vurgulamıştı.)[iii] İki gün sonra Rumeli Gazetesinin 442nci sayısı haberi şöyle aktarıyordu; “16 Mayıs 1911 tarihli mezuniyet ziyafetinde konuşmacılardan birisi de Mustafa Kemal’dir. (Erkan-ı Harp Kolağası Mustafa Kemal) Konuşmasında ‘orduyla siyasetin birbirinden ayrılmasına’ vurgu yapmıştır.”
24 Mayıs 1911’e gelindiğinde, 190 Askeri Tıbbiye öğrencisi, dönemin ünlü yazar, bilim adamı ve şair Türkçülerine mektup yazarak milliyetçi bir ocak teşkili için (Türk Ocağı) ilk adımı attı ve 21 kişilik girişimciler kurulu oluşturdu. 3 Temmuz 1911’de Dr. Fuat Sabit (Ağacık) başkanlığındaki üyeleri ile ünlü Türkçülerden Mehmed Emin (Yurdakul), Akçuraoğlu Yusuf, M. Ali Tevfik (Yükselen), Emin Bülend (Serdaroğlu) ve Ağaoğlu Ahmed Beylerin katıldığı bir toplantı yapıldı. Türkçülük düşüncesini yayacak ve yaşatacak bir derneğin kurulması ve adının da “Türk Ocağı” olması bu toplantıda kararlaştırıldı.
Bu tarih, Türk Ocağı’nın “fiili” kuruluş tarihi sayıldı. Çünkü o toplantıda kuruluş işlemlerini gerçekleştirecek bir “geçici yönetim kurulu” seçilmişti. (Derneğin “Esas Nizamname”sinin ve çalışma programının hazırlanması oldukça zaman almış ve Türk Ocağı’nın faaliyete geçmesi ancak 25 Mart 1912’de gerçekleşmişti.)
Derneğin Şube sayısı 1916’da 25’e, 1919’da 35’e yükselmişti. Fakat o yıldan başlayarak, Sevr Anlaşması uyarınca Osmanlı yurdunu işgal etmeğe başlayan istilacı güçler, halkı işgale karşı koymaya özendiren, açık hava toplantıları (Fatih ve Sultanahmet mitingleri vb.) düzenleyerek halkın milli duygularını harekete geçirmeğe çalışan Türk Ocaklarını, başta İstanbul’daki merkezi olmak üzere, basmağa ve kapatmağa başladılar. Bazı üst yöneticilerini Malta’ya sürdüler. Zaten Ocağın genç üyelerinin çoğu, istilacılara karşı açılan kurtuluş mücadelesine katılmak üzere kurulan oluşumlara katılmaya başlamıştı. Bu yüzden, Türk Ocağı çalışmaları “Kurtuluş Savaşları” boyunca askıya alınmıştı. 1922’de kazanılan zafere kadar da böyle gitmiş, zaferden sonra çalışmalar hızlanmış ve Ocakların sayısı 1928 yılı başında 141’e ulaşmıştı.
İşgal güçlerinin ve gerici odakların diğer kurum ve teşkilleri değil de sadece Türk Ocaklarını ve Mebusan Meclisini hedef alması, Türklük fikrinin uyanmasına imkan tanıyacak oluşumlara karşı sert tedbir getirmeleri, Mustafa Kemal’in halk egemenliği ve Türklük vasfının yüceltilmesi hususundaki düşüncelerinde ne kadar haklı olduğunu göstermekteydi.
24 Eylül 1911 tarihinde, Genel Kurmay Başkanlığında çalışırken Selanik’te bulunan Salih (Bozok) Bey’e mektubunda şunları yazmıştı: “Genelkurmay 1. Şube’ye memur edildim. Orduyu, memleketi kurtarmak için çok fedakarane çalışmak lâzım. Başka çare yok! …İstanbul muhiti pek pis, herkes kişisel çıkarından başka bir şey düşünmüyor!” Saltanat ve hükümetlerin içine düştüğü acınası hali o zamanlar böyle ifade eden Atatürk, orduyu düzeltmek ve memleketi kurtarmak için bulduğu çözümü ise çok çalışmak olarak tarif ediyordu!
İtalyanlar 28/29 Eylül 1911 tarihinden itibaren Trablusgarp’a çıkarma yapmaya ve tüm kıyı şehirlerini bombalamaya başlamışlardı. 3 ve 4 Ekim 1911’de Tobruk’a, 5 Ekim 1911’de Trablus’a, 16 Ekim 1911’de Derne’ye, 17 Ekim 1911’de Homs’a ve 19 Ekim 1911’de Bingazi’ye çıkarma yaparak bu şehirleri işgal ettiler. 15 Ekim’de Mustafa Kemal gazeteci “Mustafa Şerif” adına düzenlenen sahte bir pasaportla (Ömer Naci, Sapancalı Hakkı, Yakup Cemil’le beraber) Mısır üzerinden gizli yollarla bölgeye gelip İstanbul’dan Trablusgarp’a hareket etti.[iv] 17 Ekim’de, İskenderiye’ye giderken Urla karantinasındaki Rus vapurdan -Selanik’te bulunan- Fuat (Bulca) Bey’e mektubunda ise şunları söylüyordu:
“15 Ekim’de İstanbul’dan hareket ettim. Lüzum ve fayda görürsem seni ve daha bazı arkadaşları da isteyeceğim. …Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan ziyade gayret ve fedakârlık zorunludur.” Atatürk mektubun bir yerinde şöyle diyordu; “Maksadımız ebedi bir mücadele sahası açmaktır. Muvaffakiyet Allah’tan. (…) Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan fazla gayret ve fedakarlık lazımdır. Endülüs tarihinin son sayfalarını okuyun…”[v] (Nerede olduğumu anneme söylemeyin. Adıma İstanbul’dan ona mektup atın. Maaşımdan geri kalanı da anneme gönderin… Allah nasip ederse mücadele sahasında birleşiriz. Cenab-ı Hak takdir etmişse, ahirette kavuşuruz.)
Mustafa Kemal o günlerde yaklaşan tehdidin artık sözde kalmadığını, Türklüğü ve devlet bütünlüğünü yok etmeyi hedeflediğini, acil ve sert tedbirler almak gerektiğini savunmaya ve sesini yükseltmeye başlamıştı. Mektup ve konuşmalarında dikkat çeken hususlardan ilki Endülüs örneğindeki gibi okuduğu kitaplardan sahip olduğu yaşanmış dersler, diğeri satır aralarında sıkça kullandığı dini temennilerdi. İnanmaktaydı ki kurtuluş umudu ‘inancın gücü olmadan başarılamayacak’tı ve ‘meselelerin kökünde her zaman din bir şekilde’ etken olacaktı. Nitekim Çanakkale’den başlayarak bu inancın gücüne şahit olacak ve Türk, İslam ve dünya tarihinden öğrendiklerini Kurtuluş Savaşı’nın tüm safhalarında uygulayacaktı.
(NOT: Lakin Trablusgarp, hatta kısmen Filistin, Balkanlar ve Çanakkale günleri ile bağımsızlık savaşının verildiği Anadolu günleri arasındaki önemli fark şuydu; İstiklal Harbi’ne değin ordu ve halk, gayret ve dualarını Devlet-i İslam’ın, padişah ve halifenin korunmasına yöneltiyor, Türk Milletinin ve vatanın adını anmıyordu. Çünkü devlet yok tek kişi, millet yok ümmet vardı, İslam’ın bekası yok sadece sözde Allah’ın gölgesi halife ve padişahın bekası vardı. Harplerin gayesi Osmanlı’yı yaşatmak, halifeliği korumak ve padişahı emin kılmaktan ibaretti. Halkın durumunu (refahını, özgürlük ve namusunu vb.) ise düşünen yoktu.
Atatürk Başkomutanlığındaki Kurtuluş Savaşı’nda ise millet Allah, vatan ve devlet için topyekun savaşmış, cihad mantığını istiklal mücadelesi ile senkronize edebilmişti. Bunu doğrularcasına bir nebze bile olsa Türk’e haklı davasında yardımcı olmayan Arap alemi, dindaşlarının zulme uğramasına da sessiz kalmaktaydı. Kurtuluş harbi bu nedenle İslam’ın değil önce Türklüğün savaşıydı, şehadet mertebesi de buna uygun olarak halife için değil Allah, hürriyet, vatan ve bayrak için ölmek şeklini almıştı.
Burada en önemli nokta; inancın Kurtuluş savaşıyla birlikte bir kula değil doğrudan Allah’a yöneltilmiş olmasıydı. İnanç aynı dini inançtı, yüksek maneviyat tüm gözlerde okunuyordu ama Başkomutan inancı kişiden, inancın asıl sahibi olan Allah’a çevirebilmişti. Maneviyat denince de akla artık sadece Arapçı İslam gelmiyor, Kur’an İslam’ı ve öz Türk vatanına vefa anlaşılıyordu. Yobaz bağnazcılığın itirazı da bunaydı. Çünkü artık halkı sömürme ve dinle kandırma ihtimalleri kalmamıştı.
Bu ayrım gayet kıymetliydi çünkü o an itibarıyla çoğu okumamış ve dinini anlamaz haldeki halkın kalplerini ve fikirlerini İslamcılıktan Türkçülüğe çevirebilmek gerçekten güçtü. Atatürk işte bunu başarmıştı. Dahası o anlarda henüz saltanat da, hilafet de yaşamaktaydı, Türklük ve vatan duyguları henüz kabarmamış, milliyetçilik inancı yurdu sarmamıştı. Sonraki yıllarda devreye girecek laikliğin temelleri de bu esnada zaten atılmıştı.)
Diğer taraftan Salih Bozok’un anılarından, Mustafa Kemal’in sadece ve açıktan açığa sert eleştirilerle yetinmediği orduyu gençleştirmek ve kumandanlıkları âciz ellerinden kurtarmak orduya ilim ve sanat aşkını aşılamak, özetle orduyu modernleştirmek gayesiyle gizli bir cemiyet teşkil ettiği anlaşılmaktaydı. Amaç cemiyetin aracılığıyla fikirlerini yaymak, bir defa bu kanaatlarını kabul ettirdikten sonra, duruma göre harekete geçmekti. Cemiyet henüz örgütlenme safhasındayken Mustafa Kemal harbiye nazırı Mahmut Şevket paşa tarafından acele olarak İstanbul’a çağrıldı. Anlaşıldığına göre Mustafa Kemal’in Selânik’teki askeri birlikler üzerindeki etkileri ve faaliyeti bazılarını ürkütmüş ve yapılan ihbar üzerine Mustafa Kemal acele İstanbul’a çağrılmıştı. Onu önce geçici olarak Trablusgarp tümeni kurmay başkanlığına atadılar. Bu da bir sürgündü.
21 Ekim’de İskenderiye’ye gelen Atatürk iki gün sonra Trablusgarp’a hareket etti. (Atatürk, yolda hastalanması üzerine tekrar İskenderiye’ye dönerek 15 gün kadar hastanede tedavi gördükten sonra 29 Kasım 1911 günü yeniden Trablusgarp’a hareket etmişti. 15 Ekim 1911’de İstanbul’dan beraber hareket ettiği arkadaşları ise yollarına devam etmişlerdi.) Atatürk’ün Nuri Conker’i yanına istediğini de Nuri (Conker) Bey’in, İstanbul’dan, Selanik’te bulunan Salih (Bozok) Bey’e yazdığı mektubundan anlıyoruz: “Pazar günü buraya geldim. Beni Mustafa Kemal yazmış.”
Nihayet 12 Kasım’da Nuri Conker ve 14 Kasım’da Fuat (Bulca) Bey vapurla İskenderiye’ye gelmişti. Ertesi gün Atatürk, İskenderiye’den -Şerif takma adıyla- Selanik’te Salih (Bozok) Bey’e mektubunda şöyle demişti: “…Ben seyahatin bir noktasında tedavi için İskenderiye’ye geldim, anneme hastalığımı söylemeyin, iyileşmek üzereyim. Bir kaç gün sonra tekrar yola çıkacağım.” Yine bir başka mektubunda şöyle diyordu; “… Bakalım Allah ne gösterecek? İnşallah dönmek nasip olursa size anlatacak hikayelerimiz var…”[vi]
[i] (Komutan Atatürk, Celal Erikan)
[ii] (Akl-ı Kemal, C.4, Sinan Meydan)
[iii] (Akl-ı Kemal, c.1, Sinan Meydan)
[iv] (Akl-ı Kemal, C.4, Sinan Meydan)
[v] (Atatürk’ün bütün eserleri, C.1. s.127., Sinan Meydan, 1923, 3. Baskı)
[vi] (Bir ömrün öteki hikayesi, Sinan meydan)