Kaderin hazırladığı muzaffer komutan ; Atatürk – 16
26-30 Ağustos 1922 arasındaki “Büyük Taarruz” ve “Başkomutan Meydan Muharebesi” tarihimizin en büyük zaferlerinden biriydi. Atatürk, sadece süngüye dayanarak zafer kazanılamayacağının farkındaydı; kesin zafer için süngüden önce diplomasiye dayandı. Başarılı diplomasiyle bir taraftan karşısındaki birleşik cepheyi dağıtmaya, diğer taraftan milli cepheyi güçlendirmeye çalıştı. Sakarya Savaşı (1921) öncesinde ve sonrasında Sovyet Rusya, Fransa ve İtalya ile anlaştı. Fransa ve İtalya’nın çekilmesiyle düşman cephesi olabildiğince daraltıldı. Sovyet Rusya ile de milli cephe güçlendirildi. Böylece Ekim 1921’de TBMM’nin karşısında kuzeydeki Pontus İç Cephesi dışında yalnızca Batı Cephesi kaldı. İşte o koşullarda Atatürk, bir kere daha diplomasiyi kullanmaya karar verdi. Şubat 1922’de Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’i Avrupa başkentlerine gönderdi. Ancak Yusuf Kemal Bey, Avrupa’dan eli boş döndü.
Sakarya Savaşı sonrasında İtilaf devletleri, Yunan ordularının Türk ordularıyla başa çıkamayacağını anlayınca Sevr Antlaşması’nı biraz yumuşatarak TBMM’ye kabul ettirmek istediler. Bu amaçla 22 Mart 1922’de Türk-Yunan taraflarına bir mütareke teklifinde bulundular. 26 Mart 1922’de de barış şartlarını bildirdiler. Barış şartları Sevr’den pek de farklı değildi. TBMM bu şartları kabul etmedi.
Atatürk, Büyük Taarruz öncesinde son bir kere daha diplomasiye başvuracaktı. Temmuz 1922’de, İçişleri Bakanı Fethi (Okyar) Bey Avrupa’ya gönderildi. Fethi Bey, Avrupa’daki temasları sonunda hükümete verdiği raporda tek yolun “askeri çözüm” olduğunu bildirdi. Başkomutan Atatürk, düşmanın barış yoluyla Anadolu’dan çekilmeyeceğine kanaat getirdikten sonra, dünyanın en meşru, en haklı saldırısı durumundaki “Büyük Taarruz”a karar verdi.
İç cephe ve muhaliflerin oyunları ise şöyleydi; Meclisteki muhalif İkinci Grup milletvekilleri, Sakarya Savaşı’ndan sonra aylar geçtiği halde taarruz edilmediği için Başkomutan Atatürk’ü eleştiriyordu. “Türk ordusu savunma yapabilir, ama taarruz edemez” diyorlardı. Başkomutan Atatürk, önce 1 Aralık 1921’de sonra da 4 Mart 1922’de bu eleştirilere mecliste cevap verdi.
Muhalifler, taarruzun geciktirildiği bahanesiyle Atatürk’ün başkomutanlığının uzatılmasını istemiyordu. İşte o koşullarda, 5 Mayıs 1922’de Atatürk’ün katılmadığı meclis görüşmelerinde Başkomutanlık Kanunu’nun reddedilmesi gündeme geldi. Kurtuluş Savaşı’nın en önemli aşamasında ordu başkomutansız kalmak üzereydi. Bunun üzerine 6 Mayıs 1922’deki görüşmelere katılan Atatürk, eleştirilere cevap verip milletvekillerini ikna etti. Konuşmasında, “Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bundan dolayı bırakmadım, bırakmam, bırakmayacağım” dedi. Oylamada Başkomutanlık Kanunu üçüncü kez uzatıldı. Başkomutanlık Kanunu’nun uzatılmasına engel olamayan muhalifler, başka bir hamle yaptılar; 8 Temmuz 1922 tarihli bir kanunla Atatürk’ün Meclis Başkanlığı yetkilerini olabildiğince zayıflattılar. Buna rağmen Atatürk meclisten asla vazgeçmedi; Büyük Zaferi meclisle, ortak akılla kazandı.
Başkomutan Atatürk, 4 Mart 1922’deki meclis gizli oturumda şöyle dedi: “Ordumuzun kararı taarruzdur. Ama bunu geciktiriyoruz. Hazırlıklarımızı iyice bitirmek için daha zaman gereklidir. Yarım hazırlıklılarla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötüdür…”
Büyük Taarruz hazırlığı 9 aydan fazla sürdü. Sakarya Savaşı’ndan hemen sonra 14/15 Eylül 1921’de gece yarısından itibaren geçerli olmak üzere seferberlik ilan edildi. Asker sayısı arttırıldı. Böylece Büyük Taarruz öncesinde Batı Cephesi’nde ilk kez 200 bin civarında asker toplandı. 14 Ocak 1922’de “Harp Encümeni” (Savaş Kurulu) kuruldu. Taarruz için gereken hazırlıkları bu encümen yaptı. Cepheye cephane, araç, gereç, yiyecek vb. taşımak için “Askeri Taşıma Yükümlülüğü Yasası” çıkarıldı. Af yasalarıyla vatana ihanet ve yüz kızartıcı suçlar hariç cezalarının üçte birini çekmiş mahkûmlar serbest bırakıldı.
Ayrıca tarımla uğraşan ve toprak sahibi olan yükümlüler üç ay süreyle hapisten çıkarıldı. İstanbul’daki yeraltı örgütleri İstanbul’dan Anadolu’ya ciddi miktarlarda silah, cephane, savaş araç gereci kaçırdı. İmalatı farklı top ve cephane, Harbiye atölyelerinde eldeki silahlara uyduruldu. Eskişehir, Adapazarı ve Ankara’daki imalathanelerde ordunun kasatura, bomba, fişek, kılıç ihtiyacı karşılandı. El-cezire ve Doğu Cephesi’nden Batı Cephesi’ne önemli miktarlarda silah cephane sevk edildi. Sovyet Rusya’dan silah ve cephane alındı. Ayrıca Almanya ve İtalya’dan bir miktar silah, cephane ve birkaç uçak, Fransa’dan ise 1000 hafif makineli tüfek ile 150 kamyon ve birkaç uçak satın alındı. Cephane taşımak için oluşturulan kağnı kollarının sayısı arttırıldı.
Ordunun yiyecek ihtiyacı için ambarlar oluşturuldu. Ordunun çarığa ihtiyacı vardı. 16 Ağustos 1922’de İsmet Paşa, özellikle “çarık” istedi. 200 bin askerin ancak yarısı tam asker kılığındaydı. Ötekiler memleketlerinden geldikleri gibi giyinmişlerdi.
Atatürk, Büyük Taarruz’un her aşamasını bizzat planlayıp yönetti. Mart-Nisan 1922’de 4 haftasını cephede geçirdi. 13 Haziran 1922’de Sarıköy İstasyonu’nda İsmet Paşa ile görüştü. O görüşmede taarruzun ağustos sonunda yapılması kararlaştırıldı. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Haziran 1922 sonunda bir savaş plan hazırladı.
Başkomutan, 24 Temmuz 1922’de İngiliz General Townshend ile görüşme bahanesiyle Konya’ya gitti. Oradan bir futbol maçını izleme bahanesiyle Akşehir’e geçti. 27 Temmuz 1922’de Akşehir toplantısında komutanlarla taarruz planını görüştü. Görüşmede Yakup Şevki Paşa’nın itirazları üzerine Atatürk, “Tüm sorumluluğu üzerime alıyorum” diyerek planın uygulanmasına karar verdi. Düşman karşısında kuvvet üstünlüğüne sahip olmayan Başkomutan, tüm gücüyle Yunan ordusunun en stratejik kanadına güneyden saldıracaktı. Bunun için 40 km.’lik bir cephe derinliğinde yaklaşık 105 bin asker yığdı. Asıl savaş alanı olarak Afyonkarahisar, Altıntaş, Dumlupınar üçgeni seçildi.
6 Ağustos 1922’de İsmet Paşa gizlice ordu komutanlarına taarruza hazırlık emri verdi. Aynı gün Ankara’ya dönen Atatürk, taarruz kararını Bakanlar Kurulu’na açıkladı. 14 Ağustos 1920’de birlikleri gizlice cephenin güneyine kaydırmaya başladı. Yunan’ın ruhu bile duymadan yaklaşık 100 bin asker Afyon’un güneyinde toplandı.
17 Ağustos 1922’de Başkomutan gizlice Ankara’dan cepheye hareket etti. Düşmanı yanıltmak için 20 Ağustos 1922’de Hâkimiyeti Milliye Gazetesi, Atatürk’ün 21 Ağustos Pazartesi öğleden sonra Çankaya Köşkü’nde çay ziyafeti vereceğini yazdı. Oysa Başkomutan, 20 Ağustos 1922’de Akşehir’de ordu komutanlarıyla bir toplantıdaydı. Toplantıya mareşal üniformasıyla katılarak taarruz emrini verdi.
24 Ağustos 1922’de Başkomutanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Batı Cephesi Komutanlığı Afyon güneyindeki Şuhut’a taşındı. Aynı gece Türk birlikleri, derin bir sessizlik içinde cepheye yaklaştırıldı. 25 Ağustos 1922’de karargâhlar, Kocatepe’nin güneyindeki Çadırlı ordugâha geçti. Aynı gün Başkomutan’ın emriyle İstanbul ve dış dünya ile her türlü haberleşme kesildi, sınırlar kapatıldı.
26 Ağustos 1922 sabahı saat 04.00’te Başkomutan Atatürk, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, at sırtında Kocatepe’ye hareket ettiler. Saat 05.00’de gözetleme yerine geldiler. Saat 05.30’da topçu ateşiyle Büyük Taarruz başladı. Başkomutan bizzat cephedeydi. 20 Ağustos 1922’de Akşehir’e, 24 Ağustos’ta Şuhut’a, 26 Ağustos sabahı Kocatepe’ye, 27 Ağustos’ta Afyonkarahisar’a ve 30 Ağustos’ta da Zafertepe’ye giderek savaşı fiilen sevk ve idare etti.
30 Ağustos 1922’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 2. Ordu Karargâhı’na, Başkomutan Atatürk, I. Ordu Karargâhı’na gittiler. Başkomutan Çalköy yakınlarında karargâh kurdu. Burası, düşmanın mevzilerinin çok yakınında bir yerdi. 30 Ağustos 1922’de Çalköy’ün doğusunda, bizzat birinci hatta, 11. Tümen yanında savaşı komuta etti.
Başkomutan Atatürk’ün ifadesiyle Büyük Taarruz, “Afyonkarahisar, Altıntaş, Dumlupınar arasında büyük bir meydan savaşı halinde 5 gün, 5 gece sürdü.”
Türkiye’yi bağımsızlığına kavuşturan, Yunanistan’ı altüst eden, İngiltere’de hükümeti deviren Büyük Zafer,[i] Hindistan başta olmak üzere emperyalizm karşısında ezilen sömürülen milletlerin bağımsızlık umudu oldu. Orgeneral Ali Fuat Erden şöyle diyor: “Alparslan, Kılıçarslan, Cengiz Han, Timurlenk, Fatih, Yavuz, Kanuni, parlak zaferlerini devletlerinin yükselme devrinde kazandılar. Mustafa Kemal ise yenilmiş, yıkılmış, parçalanmış, idam hükmü giymiş bir devlette, mahvolmuş bir orduyu mahrumiyetler ve yoksulluklar içinde yeniden kurarak kesin zafere ulaştırdı.” Üstelik Atatürk, Büyük Zaferi kazanırken sadece dış düşmana karşı değil, saraya/sultana, yerli işbirlikçilere karşı da mücadele etmek zorunda kaldı.[ii]
Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki Türk orduları, çok değil 15 günde 200 bin kişilik bir orduyu yenip 550 km’lik bir yolu 10 günde yürüyerek İzmir’e girdi. Türk milleti bu zaferin başkomutanı Mustafa Kemal Paşa’yı bağrına bastı. Afyon’dan İzmir’e giderken geçtiği yerlerde büyük bir coşkuyla karşılandı. İnsanların elinde ya Türk Bayrağı ya Mustafa Kemal fotoğrafı vardı. Ruşen Eşref, Turgutlu’da gördüğü manzara karşısında şaşkındı. “Düşman baskısı altında senin bu kadar resmini, bu kadar çok Türk Bayrağı’nı ne zaman nerede bulabilmişlerdi… İki, üç, beş bütün köyler hep o halde idi?”
Armutlu’daki manzara da farklı değildi. Salih Bozok’un anlatımıyla: “…İhtiyar adam Paşa’ya doğru yanaştı, daha dikkatle baktı. ‘Bu sensin bu! Sensin…’ diye bağırdı. ‘Bu odur! Kemalimiz geldi. Vallahi bu o! İşte burada…’ der demez halk otomobile bir üşüştü tarif edemem. Toprağı öpenler, tekerlekleri öpenler, arabaya sıçrayıp Paşa’nın boynuna sarılanlar; kadın, erkek, çocuk… Yüzünü gözünü öpenler, kollarından çekenler…”
Kurtuluş Savaşı sonrasında Mustafa Kemal Paşa’yı bağrına basan o insanlar “siyaset” yapmıyordu. Canlarını, mallarını, namuslarını, dinlerini, vatanlarını işgalciden kurtaran zaferin mimarına koşuyorlardı pervanelerin ışığa koşması gibi…[iii]
Türklük, tarih boyu en yüce destanını İstiklal Harbi’nde yazdı. Çünkü diğer tüm savaş ve zaferler, devletin güçlü olduğu zamanlarda elde edilmiş, sınırlar, servetler, güçler bu dönemde büyütülmüştü. Yalnız İstiklal Harbi’ydi ki baştan sona Türk’ün en zayıf olduğu anda yaşanmış, yedi cihan ilk kez bu denli bir olarak saldırmış, durum ilk defa ümitsizliğe bu denli yaklaşmıştı. Baştan sona iman ve hür olma isteği kokan bu savaş, topyekun bir var olma savaşıydı, haysiyet ve namus koruma davasıydı, yok olmama, nefes alma, zulme direnme cihadıydı.
Dünyada örneği bulunmayan bu zor durum, Türk’ün tarih sahnesinden silinmesini isteyen hasımlarıyla, bir avuç inançlı Türk’ün meydan muharebesiydi, tarihin akışının değişmesiydi, mazlum devletlerin de ayağa kalkışına sebep olacak bir kutsal haykırıştı. Ankara kıyılarına kadar gelen düşmanın, Türk’e Sevr ile bırakılan topraklara dahi göz yummayacağını belli eden tasallutları göstermişti ki 15 Mayıs 1919’da başlayan Anadolu işgali dünya savaşının bir uzantısı değil, Anadolu Türklüğüne açılan ayrı bir cihan harbiydi, Çanakkale’nin intikamıydı.
Saray ve hilafeti korumak adına, işbirlikçi hainlerin hata, ihmal ve ihanetleriyle masa başlarında kaybedilen savaşın, acemilik, bilgisizlik ve merhamet temennisiyle feda edilen toprakların sorumlusunun tek kişilik yönetimler, yabancı subaylar ve vatanı gerektiği kadar sevemeyen kişiler olduğunu çok iyi gören Mustafa Kemal, kurtuluşun bu hükümet, padişah ve İstanbul’dan gerçekleşemeyecek oluşunu da baştan beri idrak edebilmişti.
İstanbul’da sayısız kurum, kişi, parti, dernek, hatta çetelerle bile temasa geçip uyanış yaratmaya çalışan Mustafa Kemal’in çaresiz kalışı zaten başka yol da bırakmamıştı. Lakin bir bahane olmalıydı ki İngilizlerin Anadolu’da ayaklanmaya başlayan direniş ruhunu kırmak için Osmanlı Padişahını zorlaması ve ayaklanmaların bastırılması için bir ekip göndermeye zorlaması (9ncu Ordu müfettişliği görevi) bunun için mükemmel bir fırsat olacaktı. Atatürk bu maksatla ekibini toplayabilmiş, temas noktaları oluşturabilmiş, hareket ve teşkilinin ana hatlarını belirleme şansı bulmuştu. Daha büyük işler yapması için fırsat olan bu konu aynı zamanda köklü değişim için de kendisine uygun bir fırsat vermekteydi.
Kurtuluş Savaşı’nın tüm safhaları, öncesinde yaşanan fetva ve telgraf savaşları, ayaklanmalar, siyasi yapılanmalar, dini gerici itirazlar, saltanat ve halifenin ayak direyişlerine rağmen kongrelerle kemikleşen, Misak-ı Milli, çatısı altında birleşen Anadolu ruhu 9 Eylül sabahı İzmir’de Ege suları ile buluşurken aslında bir devir bitiyordu.
Atatürk Türk İstiklal Harbi’yle ulusuna da dünyaya da şunları öğretti;
Azmin, esarete direnmenin gücünü, savaşların sadece ordular arasında değil milletler arasında topyekun yapıldığını, ölümü göze alan ulusları hiçbir şeyin durduramayacağını, nisbi oran ne olursa olsun, savaşı bir ve beraber olabilen, kahraman milletin kazanacağını, inancın ve vatan aşkının kudretini, milletin ve ordusunun kahramanlığını, Başkomutanlık becerisini,
İşgal, zulüm ve haksızlığın uzun ömürlü olamayacağını, hak ve adaletin er ya da geç mutlaka tecelli edeceğini, hak ve bağımsızlığın lütufla verilemeyeceğini, zorla alınacağını, Türk milletinin tarih boyu esir yaşamadığını, yaşamayacağını, şehit kanlarıyla sulanmış bu aziz topraklarda şanlı bayrağın inmeyeceğini, ezanın susmayacağını, Türk kadınının kahramanlık ve yüceliğini, Anadolu insanının fedakarlığını,
Akıl ve zekayla, sabır ve sükûnetle neler başarılabileceğini, iletişim (telgraf) ve basının (gazeteler) önemini, tek ses olabilen meclisin gücünü, barış arzu edilse de güçlü ordu bulundurmanın kaçınılmazlığını, hayalci ve sömürücü heveslere yer olmadığını, dış siyasetin içeriden başladığını, barışın daima masada olması gerektiğini, zorunlu değilse savaşın cinayet olduğunu.
Bu harbin yoksul, yorgun halk tarafından kazanılması ise göstermişti ki tek dişi kalmış medeniyetin silahları ve gücü ne olursa olsun inanç ve azim karşısında hükmü, Atatürk gibi bir dehayı bu Millete nasip eden Allah’ın bu toprakları başkaca milletlere nasip etme planı yoktu. Dünyanın merkezi, göz bebeği Anadolu toprakları Türk’ün yurduydu, öyle de kalacaktı. Bu haklı şahlanışla kahraman Türk ordusu Atatürk önderliğinde vatanı işgal zulmünden kurtarırken, Türk’ün makus talihini de yeniyor, mazlum devletlere de bir umut ışığı oluyordu.
Kaderin verdiği mesuliyetle, alınyazımız olan Anadolu’yu düşman çizmelerinden temizleyebilen bu şanlı Milletin o haklı mücadelesiyle 1919 Mayısında İzmir’de başlayan acılar dönemi 1922 Eylülünde yine aynı rıhtımda son bulurken, tarih emsalsiz bir muzafferiyete, ender deha Atatürk’ün kalıcı izine, Türk’ün çukurlardan yeniden aydınlığa çıkışına şahit oluyordu. İzmir’i terk eden Yunan’ın yakıp yıktığı İzmir evlerinden tüten dumanlar sadece bir zulmün sona erdiğini değil, aynı zamanda bir köhne yönetimin ve batıl anlayışın da yani Osmanlı’nın da sonunu duyuruyordu cihana. Orada yanan da sadece Osmanlı’nın geri kalmışlığı değil, üst aklın ve emperyalist Batı’nın hain emelleri, insanlık dışı heves ve arzularıydı.
Yıl 1922. Düşmanı denize döktüğümüz günlerdeydi. Papa, Kardinal Gasparri aracılığı ile Atatürk’e bir mektup yazmış ve daha fazla kan dökülmemesi için insanlık namına ordulara emir vermesini istemiş, Atatürk cevabında; “dökülen kanın sorumlusu biz değiliz” demişti.
Papa ve Atatürk arasındaki yazışmalar dönemin yabancı basınında büyük yankı uyandırmıştı. Belfast Telgraph, Derry Journal, Exeter and Plymouth, Pall Mall, Nothern Whig, Scotsman, Leeds Mercury gazeteleri bu yazışmaları haber yapmıştı. Atatürk, o zamanki haliyle Mustafa Kemal Paşa, Papa’nın mektubuna öfkeli ama kendine has nazik üslubuyla şu tarihi cevabı vermişti:
“Kardinal Gasparri makamına. Makamınızın telgrafını aldım. Teşekkür ederim. Bütün kan dökülmelere eşit ölçüde karşıt olarak sizi temin ederim ki ne ordumuz ne de yerel sakinler bu talihsizliklere neden oldu. Topraklarımız içerisinde Yunan ordusunun geri vermek zorunda bütün şehirler ve köyler tam anlamıyla yakılıp kül edildi ve yerel halk zorbalığın her türlüsüne maruz kaldı. Tahribatın bu bağnaz tutumu şu anda yeni zorbalıklarla Trakya’da uygulanmaktadır. Bu mevcut durumdan sorumlu olanlar arasında insani duyguları uyandırmanızı makamınızdan rica ederim.”[iv]
9 Eylül 1922… Türk ordusu İzmir’e girdi. Sabah saat 10.30… Yüzbaşı Şeref, yüzündeki yaranın kanı bulaşan ay yıldızlı Türk Bayrağı’nı hükümet konağında göndere çekti. Bugün adı Kahramanlar olan semtte… Ödenecek bedel vardı daha. Rumlara ait un fabrikasından ateş açıldı. İkinci tümen dördüncü alaydan… Akşehirli Mehmet, Antalyalı Hakkı, Nevşehirli Ahmet Milli mücadelenin sembolü, Büyük Taarruz’un son şehitleri oldular. 37 bin 975 şehit verdik. Yunanistan’ın can kaybı 92 binin üzerindeydi. 7 milyon 250 bin mermi sıktık. 55 binden fazla top mermisi harcadık.
Minarelerden ezan sesi yükseliyordu. Mustafa Kemal, Belkahve’deydi. İzmir’i seyrediyordu. İşgal edildiği gün, bir ulusun kurtuluş savaşım başlatan, işgali sona erdiği gün, o ulusun kurtuluş savaşını sonlandıran, dünyada bu özelliğe sahip ilk ve tek şehir, İzmir’i seyrediyordu. Nif’te, kendisi için hazırlanan bağ evine gitti. Taştan, tek kat, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bir bağ eviydi. Yorgundu. Yemek getirdiler, yemedi. Sigara çıkardı. Kahve istedi. “Biliyor musun İsmet” dedi… “Bir rüya görmüş gibiyim.” Karabasanla başlayan, üç yıl üç ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya. Çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında.[v]
1925 yılında Türk Ocağında, ocak başkanının söylevi üzerine (Kemalpaşa’da) şöyle demişti; “Arkadaşlar, bütün hayatımda sevinçle geçirdiğim bir gece vardır. O gece, ordumuzun İzmir’e girdiği günün gecesidir. O vakit buradan geçerken bu saygıdeğer halkın gördüğü eziyet ve düşmanlığa rağmen resmimi koyunlarından çıkararak beni tanıdıklarını ve otomobilime atılarak kucakladıklarını unutmam. Bugün o anıyı yaşıyorum, mutluyum.”[vi]
Atatürk 1935 yılında İzmir’e gelmişti. Akşamüzeri Karataş Halkevi’nde liseli öğrencilerle sohbet edecekti. Güneş yavaş yavaş denize doğru inmeye başlayınca salona geldi, kalabalığın arasında kendisine açılan dar koridordan ilerledi. Mutlu bir gülümsemeyle etrafını süzdü, öğrencilere ‘Nasıl olduklarını’ sordu. Konuşmasına devam edecekti ki Ege Denizi’nin üstünde son ışıklarını dökmekte olan güneşe takıldı gözü. Kızıllaşan ufka doğru dalıp gitti. Bakışları gölgelendi. Yüzündeki gülümseme hüzne dönüşmüştü. Yavaşça gençlere döndüğünde bakışları hala dalgındı. Derin bir nefes aldıktan sonra dokunaklı bir sesle şöyle dedi;
“Gençler” dedi. “Bu günbatımına erişmek için ne kadar kan döktük biliyor musunuz?”
Gölgelenmiş bakışlarını gençlere çevirirken cevabı yine kendisi verdi; “Bu uğurda pek çok gencin kanı aktı” dedi sesi titreyerek. Salondaki öğrenciler nefes bile alamıyordu sanki. Kısa bir sessizlikten sonra Atatürk sesine verdiği canlılıkla; “Ama şimdi hedefimiz iktisadi alanda Türkiye’nin ilerlemesi için çalışmaktır. Sizlerin de bu yönde çalışmasını isterim” dedi.[i]
“İzmir’in alınmasıyla Yunan askerlerinden ve Rum’dan kurtulunmuştu ama içimizdeki hainler, aynı kanı taşıdığımız, aynı kaderi paylaştığımız, aynı havayı soluduğumuz hainler o gün tarihin sessizliğine gömüldüler. Sayıları 150’lerden çok daha fazlaydı. Bir kısmı pusuda bekledi, bir kısmı sessizce destek verdi ama Mustafa Kemal olmasaydı, taarruz emri hiç verilmeseydi belki de o denli sessiz kalmayacaklardı. Kurtuluş onlara verilmiş en güzel cevaptı. Kurtuluş ihanet içindekilere; ‘Siz istediğiniz kadar düşmanla işbirliği yapın, istediğiniz kadar Türklüğe savaş açın, Türklük bakidir’ demekti.
Ama ne yazık ki tamamen yok edilemediler. Hani korku filmlerinin sonunda kötü adam nasıl perde arkasından pençelerini gösterirse tarih de bize bu hainleri göstermelidir her zaman. İçimizdeki bu hainler her devrin sorunudur. Onlar güçlüysen yanında, zayıfsan karşında olurlar. Kahramanlar nasıl varsa, Anzavurlar, Çerkes Ethem’ler hep vardır, olacaktır. Bu yüzden Türk çocukları sessizliğe güvenmemelidir. Zorbalar, hainler zaten çoktur ve zayıf düşülürse onlara daha pek çokları katılacaktır. Vatanseverlik maya işidir. Kahramanlık da hainlik de bu mayanın parçalarıdır. Elmanın doğru yarısı olmaksa en büyük öğüt! Şehirlerin kurtuluş günleri bu yüzden bize hala kurtulunmak zorunda olduğumuzu, her gecenin bir sabahı olduğunu, hep uyanık ve tetikte olmayı, hep görev başında olmayı hatırlatmalıdır”[ii]
Türk’ü tarih sahnesinden atamayan düşman Ege denizinde boğulurken, tıpkı Çanakkale gibi bir kez daha ülkesine mahzun dönüyor, davasından vazgeçmese de yediği Türk tokadıyla uzun müddet kendisine gelemeyecek olmasının kahrını taşıyordu. Sonrasında Mudanya’yla, Lozan’la, Montrö ve Hatay’la devam eden şanlı mücadele Misak-ı Milli’nin kutsiyetiyle son bulacak ve Türklerin ezeli anayurdu Anadolu tüm cihanın imrenerek baktığı bir medeniyet timsali olacaktı…
Anadolu halkı kadını, kısrağıyla, çocuğu, yaşlısıyla, askeri, siviliyle direnmiş, vatanını, namusunu, bayrağını ve imanını koruma mücadelesine girmiş, Allah’ın izni ve yardımıyla muvaffak olmuştu. Yani Kurtuluş savaşını veren ordu ve O ordunun içinden çıktığı halk Allah’ın yardımına mazhar olmuştu ki Kurtuluş savaşı bu nedenle mukaddes bir varoluş mücadelesiydi. Verilen binlerce şehit, bir o kadar gazi ile kazanılan bu başarı nihayetinde vatan işgalden, kafirden ve zulümden kurtarılmış, başarı sadece Anadolu’da değil, tüm mazlum kalplerde kutlanmış, umutlar yeniden yeşermişti.
Düşman süngülerinin, kirli postallarının, katil ve kundakçılarının, sapık ve acımasız katillerinin denize döküldüğü yer olan İzmir, dünya tarihinde de ilk defa işgale uğramakla başlattığı kurtuluş mücadelesini, dokuz eylülde zaferle taçlandırmış ve savaşa son verdirmişti. İzmir bu nedenle kutsal ama namerdin gözünde bu nedenle öfke kabartıcı bir intikam vesilesiydi.
Dokuz eylül namusun uzanan elleri kıran Anadolu halkının zaferiydi. Dokuz eylül anne ve babasını katleden düşmanları dize getiren öksüzlerin zaferiydi. Dokuz eylül, karnında bebeği ile katledilen bacıların, evleri yakılan mazlumların, Müslüman olduğu için katledilen Türk’lerin zaferiydi. İzmir, bu kahramanlık destanına baştan sona şahitlik eden mübarek şehirdi, kahraman şehirdi. Bu başarıyı getiren asker, komutan ve halk kahramandı, göğsünde Kur’an ile, ay yıldızlı bayrak ile zafere, şehadete koşan bu vatan evlatlarına ne kadar dua edilse azdı. Yüce Allah hepsinden razı olsun…
Atatürk, 1921’de aynen şöyle demişti: “Anadolu, bu müdafaası ile yalnız kendine ait vazifeyi yapmıyor, belki bütün Şark’a yönelik saldırılara bir set çekiyor. Efendiler, bu saldırılar elbette kırılacaktır… İşte Ancak o zaman Batı’da, bütün dünyada gerçek sükûn, gerçek refah ve insaniyet hüküm sürebilecektir.”
Atatürk önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı ezilen, sömürülen mazlum milletlere yol gösterici oldu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ifadesiyle “Atatürk, her şeyden evvel yeryüzünün bütün mazlum, mağdur milletlerine ‘kalk borusunu’ çalan ve onlara tam kurtuluş yolunu gösteren bir hürriyet ve istiklal örneğiydi.” Atatürk, kazandığı zaferlerle ezilen, sömürülen milletlerde büyük bir heyecan uyandırdı. Prof. Dr. Mohammed Sadıq’ın ifadesiyle “Sömürge yönetimleri altında ezilen herkese ilham verdi. Asya ve Afrika’da büyük bir uyanışın habercisi oldu; Türkiye’nin kurtuluş hareketi, sömürgeciliğin ölüm çanını çaldı.”
Yani Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk, İslam dünyasında da yaşayan bir efsane haline gelmişti… Lakin tüm maharet ve zaferleri ancak askeri dehasını göstermekteydi. Dünya liderliği ve eşsiz medeniyet savaşçısı ruhu bundan sonra görülmeye başlanacaktı.
[i] (Gnkur. Yayınları, Atatürk’ün çevresinde bulunmuş kişiler ve yakınları ile yapılan söyleşiler, Ankara 2009, s.104)
[ii] (Atatürkçü Bir Anneden Türk Çocuklarına Mektuplar, Serap Yeşiltuna, 7. Baskı, İleri yayınları, 2018)
[i] (Bu toprakların yeniden vatan yapılışının sembolü 30 Ağustoslar, 1926’dan itibaren “Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlandı. Genç Cumhuriyet, 1925-1945 arasında uçak fabrikaları kurdu. Fakat II. Dünya Savaşı sonrasında yerli-milli uçak sanayiden vazgeçildi. 1950’lerde uçak fabrikaları kapatıldı. 1950’lerden beri bu önemli bayramın aslında yarısını kutluyoruz. Bizim bugün “30 Ağustos Zafer Bayramı” diye kutladığımız bayram, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlanıyordu.)
[ii] (Büyük zafer, 31 Ağustos 2020, sozcu.com.tr, Sinan Meydan)
[iii] (İzmir’in dağlarında açan çiçekler, 12 Haziran 2017, Sinan Meydan)
[iv] (Ümit Doğan Twitter. Detaylı bilgi için; Ertürk Özel, İngiliz basınında milli mücadele ve Mustafa Kemal Paşa)
[v] (Son Cüret, Yılmaz Özdil)
[vi] (Hâkimiyet-i Milliye: 14.10.1925)
1 thought on “Kaderin hazırladığı muzaffer komutan ; Atatürk”