Kaderin hazırladığı Samsun yolcusu ; Atatürk – 12
İzmir’in işgali bir İngiliz-Amerikan ortak projesiydi. İşgal planı, ABD Başkanı W. Wilson ve İngiliz Başbakanı L. George tarafından yapılmıştı. Amiral Calthorpe, 14 Mayıs’ta İzmir Valisi İzzet’e ve 17. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa’ya 15 Mayıs’ta İzmir’in işgal edileceğini bildirdi. Ali Nadir Paşa bu durumu Harbiye Nazır’ı Şakir Paşa’ya bildirip ne yapması gerektiğini sorunca şu talimatı aldı: “Babıali’nin işgal hakkında bilgisi yoktur. Amiralin notası Mütareke gereği sayılıp karşı gelinmemesi lazımdır. Halk arasındaki söylentilere önem vermeyiniz.” Bunun üzerine Ali Nadir Paşa İzmir’deki birliklere “işgal sırasında kesinlikle direnilmeyecek ve işgalcilere gereken kolaylık gösterilecektir” emrini verdi.
Akşam verilen ikinci bir nota ile İzmir’in 15 Mayıs 1919‟da Yunan kıtalarınca işgal edileceği, istenmeyen bir vakaya meydan verilmemesi için, askerlerin garnizonlarda toplu olarak bulundurulması, dışarı ile haberleşmeyi engellemek için telgraf merkezinin İngiliz kıtaları tarafından işgal edileceği, sükûn ve asayişin temininde limandaki müttefik donanmasının etken olacağı tebliğ ediliyordu.
14 Mayıs gecesi İzmir Reddi İlhak Cemiyeti Maşatlık’ta bir mitingle işgale direnilmesini istedi. Ancak Vali İzzet Bey, “Sükûnetinizi koruyunuz” diyerek direnişe izin vermedi. İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti halkı o gece işgale karşı direnmeye çağırdı. Camilerden sela verilerek bütün İzmir halkı Yahudi maşatlığına (Yahudi mezarlığı) çağrıldı. Kırk bin kişi sabaha kadar ateşler yakarak işgali protesto etti. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin oluşturduğu Redd-i ilhak Heyet-i Millîyesi yayınladığı el ilânıyla, halkı maşatlıkta toplanmaya, İzmir’in Türk olduğunu göstermeye, çağırdı. Aynı zamanda çevre illere, “İzmir elden gidiyor. Bütün ümidimiz sizdedir. Vatan ordusuna katılmaya hazırlanınız” telgrafı çekildi.
Atatürk 14 Mayıs’ta öğleden sonra 3 ncü Kolorduya telgrafla, 16 Mayıs’ta yola çıkacağını ve beraberindeki 23 subay için de geçici bir karargah yeri hazırlanmasını isterken İzmir’in kanlı günleri ertesi sabah başlayacaktı. Nitekim İtilaf Devletleri Yüksek Konseyi’nin 7 Mayıs’ta aldığı karar uyarınca 15 Mayıs’ta İzmir Yunanlar tarafından işgal edildi. Bu olay tüm Türkiye’de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı.
“İzmir işgalinin en trajik aktörlerinden biri, Nusret’ti. Çanakkale Savaşı’nın kahraman gemisi Nusret… İngilizlerin emriyle, İstanbul’dan İzmir’e gönderilmişti. Yunan işgal gemilerinin başına iş açmasınlar diye, nisan ayı boyunca İzmir Körfezi’ndeki mayınları temizlemişti. İngiliz donanmasını Çanakkale Boğazı’na gömen kahramanımız Nusret, Anadolu’nun işgal edilmesi için çalıştırılmıştı!”[i] (Nusret mayın gemisi, İzmir, Yenikale, Ayvalık, Eski Foça ve Saroz körfezindeki mayınların kaldırılması göreviyle 23 Nisan 1919’da yola çıkmış ve 29 Nisan 1919’da İzmir’e varmıştı. Gemi 1915’de döşediği mayınları şimdi saray emriyle kaldırmak durumundaydı.)[ii]
15 Mayıs 1919’da 16 Yunan gemisinin taşıdığı, 4 İngiliz ve 2 Yunan muhribinin refakat ettiği işgal donanması İzmir’e çıktığında İzmir limanında İngiltere, ABD, Fransa, İtalya ve Yunanistan’a ait 30’dan fazla savaş gemisi vardı. İşgal günü Kordonboyu ve Pasaport dolaylarında binlerce Rum ve Yunan toplandı. Hrisostomos ve yanındaki papazlar karaya çıkarılan Yunan bayrağını diz çöküp ağlayarak öptüler. Geleneksel tuz ve ekmek töreninden sonra Efzon alayı Hrisostomos tarafından takdis edildi. Efzon alayı, “Zito Venizelos” bağırışları arasında Pasaport’tan Konak Meydanı’na ancak bir saatte gidebildi.
Konak Saat Kulesi o sırada 11’i vuruyordu. Efzon alayı saat kulesini ve kışlayı geçip tramvay yolunu izleyerek Kemeraltı’ndaki dar geçide yöneldi. Orada Askeri Kıraathane’nin önünde Kemeraltı Caddesi’nin Konak Meydanı’na bağlandığı yerde koyu renk giysileri içinde Gazeteci Hasan Tahsin vardı… Birden o gürültü arasında bir tabanca sesi duyuldu. “Zito Venizelos” bağrışları kesildi. Efzon alayının bayraktarı kanlar içinde yere yığılmıştı. İlk şaşkınlığı atlatan Efzon alayı Hasan Tahsin’i katletti. Hasan Tahsin’in cesedi, ilk kurşunu attığı Askeri Kıraathane’nin önünden 150 metre kadar uzakta parçalanmış olarak bulunacaktı.
Komutanlarının emrine uyarak kışlaya kapanmış subay ve erlerin dipçik ve süngü darbeleri altında kalpakları yırtıldı, ceplerindeki para, saat, yüzük, sigara tabakaları alındı; bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir edildi. Görgü tanıklarına göre çizmeleri zorla alınan subaylar yalınayak veya çorapla 17. Kolordu Pasaport’a doğru yürütülürken tüm subaylar dipçik ve süngülerle yaralandı. Üstleri başları yırtıldı, apoletleri söküldü. “Zito Venizelos” diye bağırmaya zorlanıyorlardı. Yolda yerli Rumların saldırısına uğradılar. Evlerden üzerlerine ateş edildi, taş, tuğla, kiremit atıldı. Bir Rum hamal elindeki demir kanca ile Kolordu Veznecisi Ahmet Efendi’nin beynini patlattı. Bu arada elinde beyaz teslim bayrağı bulunan Ali Nadir Paşa tokatlandı. “Zito Venizelos” demeye zorlanan ama bunu reddeden Albay Süleyman Ferit Bey ve direniş gösteren Kolordu Başhekimi Yarbay Şükrü Bey şehit edildi. Kışladan gemilere gidinceye kadar 9 subay şehit edildi, 21 subay yaralandı, 27 subay kayboldu.
Anadolu Bankası’nın önünden ve Leon torpidosundan yapılan yaylım ateşi sonunda 30-40 kişi öldü, bir o kadarı da yaralandı. Hükümet Konağı’ndaki memurlarla kışladaki subay ve erler rıhtımdaki Yunan gemilerine doğru sürüklendi. Rıhtım üzerinde yatan şehitlerimiz ikişer ikişer rıhtımın bir kenarına çekildiler ve bunların bazıları boğazlarından kulaklarına kadar kesilerek parçalandılar. Öldürülen Türklerin çoğu, boynuna ve ayağına demir takılarak sürüklenip denize atıldı. Ziraat Bankası’na sığınanlar da banka merdivenlerinde vahşice katledildiler.
16 Mayıs sabahı hâlâ Konak Meydanı’nda Gümrük’te, Pasaport’ta Türk ölüleri sokaklardaydı. Millet Hastanesi’nin morgu ve Cemal Paşa Konağı’nın bodrumu ağzına kadar cesetlerle doluydu. İki gün içinde İzmir’de katledilenlerin sayısı 2000’i geçti. Buna karşın Yunan Başbakanı Venizelos’a göre İzmir’de sadece 78 Türk öldürülmüştü! İzmir’in işgalinden sadece birkaç gün sonra tutuklananların sayısı 2500’e yükseldi. Tutuklananlar arasında 14 yaşından küçük çocuklar, öğretmenler ve öğrenciler de vardı. Tutuklular Patris vapurundaki hayvan ambarlarına hapsedildi. Kışla ve rıhtımdaki kanlı olaylardan sonra Yunan askerleri şehre dalıp 1000’den fazla Türk ticarethanesini yağmaladılar. Amerikan Koleji’ndeki tanıklara göre civardaki Türk evlerinin neredeyse tamamı yağmalandı. Sokakta ve evlerde Türk kadınlarına saldırıldı. Kadınların, kızların peçeleri, çarşafları yırtıldı, ırzlarına geçildi.[iii] Yunan mezalimi Yunan işgalinin görüldüğü diğer illerde de devam etti. Şehirler, köyler ateşe verildi, evler yakıldı, camileri yıkıldı.[iv]
Atatürk 1923’te İzmir’i ve neden işgalin oradan başladığını şöyle tanımlayacaktı; “İzmir, kırk asırlık bir ecdat yurdudur. İzmir, bu kadar derin bir tarihe malik olmakla beraber coğrafî durumu sebebiyle ekonomik ve siyasî çok büyük bir ehemmiyete maliktir. İşte bunun içindir ki, Türkiye’yi mahvetmek isteyen düşmanların, her şeyden evvel gözleri bu tarihî, bu mühim beldeye döner. Nitekim düşmanlarımız en evvel burasını işgal etmişler, ondan sonra daha doğuya ilerlemişlerdir. İzmir’in işgali, bütün milletin kalbinde derin bir yara husule getirmiştir. Herkes İzmir için feryat ediyordu. İzmir, halkın elemlerini, feryatlarını, azim ve imanını ifade etmek için bir parola olmuştu. Muhtelif görüş noktalarından çok kıymetli olan İzmir, elbette düşmanların elinde bırakılamazdı ve nitekim bırakılmadı.”[v]
Gerek işgalin acımasızlığı ve gerekse yurt genelindeki işgal karşıtı gösteriler, Samsun’a hareket öncesinde Mustafa Kemal’in yıllardan beri ifade ettiği ‘Ölüm pahasına ve Anadolu’dan filizlenecek Milli Mücadele’ kararında ne kadar haklı olduğunu göstermiş, ulusun gösterdiği zulme direniş feryatları kendisine olan güveni tazelemişti. Bu Samsun’da karaya ayak basmadan evvel alabileceği en büyük mükafattı ve artık O Anadolu’ya ayak bastıktan sonra direnişin bir çığ gibi büyüyerek düşmanı mağlup edeceğine kesin kez inanıyordu.
…
‘16 Mayıs 1919… Bandırma gemisinin güvertesinde uçsuz bucaksız Karadeniz’i seyrederken, dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu. Hem geride bıraktığı İstanbul’u… Hem de son altı ayda yaşadıklarını düşünüyordu. Altı ay önce, Adana’dan trene binmiş, üç gün üç gece seyahatten sonra, insanın iliklerine işleyen soğuk bir kasım gününde (13 Kasım 1918 günü öğle saatlerinde) Haydarpaşa Garı’na varmıştı. Kendisini Doktor Rasim Ferid karşılamıştı. En güvendiği arkadaşlarından biriydi. Kucaklaşıp, garın hemen dibindeki çayhaneye oturmuşlardı. Karşıya geçmek için beklemek zorundaydılar. Çünkü, deniz ulaşımı durdurulmuştu. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan muhripleri, İstanbul Boğazı’na giriş yapıyordu… 78 parçaydı, tek sıra halinde geç geç bitmiyordu. Üç saat boyunca dişlerini sıkarak, çaresizlikle seyretmişti. Gövde gösterisi sona erince, Haydarpaşa Garı’ndan şimdiki adı Kartal, o zamanki adı Enterprise olan askeri istimbota binmiş, adeta kale duvarları gibi yükselen zırhlıların arasından süzülerek Karaköy’e geçerken, yaveri Cevat Abbas’ın ağladığını gören Mustafa Kemal Paşa’nın dudaklarından Kurtuluş Savaşı’nın ilk işaret fişeğini ateşleyen o tarihi kehanet dökülmüştü: “Geldikleri gibi giderler!”[vi]
Yılın 1918 ve yerin işgal altındaki İstanbul olduğu düşünülürse Mustafa Kemal’in vatan aşkının, isabetli öngörüsünün ve vatan evlatlarına duyduğu güvenin derecesi de anlaşılacaktır…
1918 sonu ve 1919 Mayıs’ı arasında Mustafa Kemal düşüncelerini uygulayabileceği yetkili bir makama geçmek ve felaketli günler geçirmekte olan vatanına daha fazla hizmet etmek, Türk devletinin bağımsızlığını ve çıkarlarını sağlayacak bir barışı, mücadele ederek elde etmek amacını gütmekteydi. Ona göre “hedefini vaziyetini iyi bilen bir hükümet, memleketin kuvvetini müsait şartlarda değerlendirerek çok iş yapabilirdi.” Onun istediği gibi bir hükümet kurulur kendisi de Harbiye Nazırı olursa galip devletlere karşı yeni bir politika takip etmek, Türk olmayan yerlerden zaten vazgeçmiş olan Türkiye’yi kurtarmak mümkündü.
Kurulacak haysiyetli bir hükümet buna göre bir dış politika takip ederek büyük devletleri yeni bir istikamete çevirebilirdi. Bu imkanlar araştırılırken bir taraftan da siyasi tedbirlerin nihayet bir çatışmaya bir harbe varması ihtimaline karşı ordu hazırlanacaktı. Mustafa Kemal bu konuda Türk’ün yaradılışında mevcut olan vatan sevgisine güvenmekteydi. Milletin iyi yönlendirilmesi ve iyi yönetilmesi halinde en zor durumda bile başarı sağlayacağı inancındaydı. Gayeye varmak için herhangi bir peşin yargısı yoktu. Milli birlik ve beraberliği korumaya taraftar, herkesle işbirliğine hazırdı.
Mustafa Kemal İstanbul’da kaldığı dönem içinde düşüncelerini gerçekleştirmek için çeşitli yollara başvurdu. İlk önce hükümete girmek yoluyla fikirlerini uygulamak istedi. İstanbul’a gelir gelmez Ahmet izzet Paşa ile görüştü. Böylesine hassas bir dönemde istifa etmenin yanlış olduğuna onu ikna etti. Mustafa Kemal’e göre, ülkenin felâket içinde olduğu bu ortamda, Tevfik Paşa hükümeti devletin bekasını koruyamazdı. Dolayısıyla Ahmet izzet Paşa tekrar iktidara gelmeli ve içinde kendisinin de bulunduğu güçlü bir hükümet kurulmalıydı.
Bunun için yapılacak iş henüz kurulmuş olan Tevfik Paşa Hükümetine güvenoyu verilmemesiydi. Mustafa Kemal ve arkadaşları bunu sağlamak için Mebusan Meclisi’nde yoğun bir faaliyete girişti. Durum ümitli gibi görünüyordu. Fakat oylama Tevfik Paşa’nın güvenoyu almasıyla sonuçlandı. (19 Kasım 1918). Bir kısım milletvekili, hükümete güvenoyu verilmezse meclisin kapatılacağı endişesine kapılmış ve bu şekilde oy kullanmışlardı. Oylamayı Meclis locasından hayretler içinde izleyen Mustafa Kemal, hemen Meclisi terk ederek evine döndü. Başyaver Naci Bey (Eldeniz) aracılığı ile padişahtan randevu istedi.
Amacı Padişah ile durumu açık konuşmak, tedbir olarak düşündüklerini dile getirmek, bu tedbirlerin uygulanması zorunluluğunu açıklamaktı. Görüşme 22 Kasım 1918’de Cuma selâmlığından sonra gerçekleşti. Hayli uzun süren görüşmeden Mustafa Kemal düşündüklerini söylemeye fırsat bulamadan padişahın sürpriz sorusu ile karşılaştı;
– Ordunun komutan ve subaylarının seni çok sevdiklerinden eminim. Bana teminat verir misiniz ki onlardan bana bir zarar gelmeyecektir?
– Gerçi ben İstanbul’a geleli ancak birkaç gün oldu. Buradaki hali yakından bilmiyorum. Ordu komutan ve subaylarının zatı şahanelerinize karşı bulunması için hiçbir sebep olabileceğini sanmıyorum. Onun için temin ederim ki hiçbir fenalık beklemeyiniz.
Padişah kafasındaki endişeyi şu sözlerle dile getirmişti:
– Yalnız bugünden bahsetmiyorum. Bugünden ve yarından!
Ardından Mustafa Kemal’den beklentilerini açıklayan şu cümle ile görüşmeye son verdi:
– Siz akıllı bir komutansınız. Arkadaşlarınızı tenvir (aydınlatma) ve teskin (yatıştırma) edeceğinizden eminim.
Mustafa Kemal bu görüşmeden üzüntü içinde çıkmış, düşündüğü şeyleri ifade etmek fırsatını bulamamış, üstelik padişahın imalı sorularına muhatap olmuştu. Vatanın kurtuluşu için Saray yoluyla etkin bir tedbir alınamayacağını artık anlamış, bundan sonra daha değişik çareler aramaya başlamıştı. Zaten 21 Aralık 1919’da Meclis-i Mebusan kapatılmış, artık parlâmento yoluyla bir şey yapmak imkânı kalmadığı gibi, millî iradeyi temsil edecek bir kurum da ortada mevcut değildi.
Bu belirsiz ortamda Mustafa Kemal, millî kurtuluş yolu temel amaç olmak üzere, İstanbul’da işgal kuvvet mensupları da dahil olmak üzere, her çevreden insanlarla temas ederek, ülke için bir çıkış yolu aradı. Bir ara ihtilâlci metotlarla iktidarı elde etmek meselesi ciddî bir şekilde bahis konusu oldu. Hatta Karakol Cemiyeti kurucularından Kara Kemal ve arkadaşları, Sadrazam Tevfik Paşa’yı kaçırmak, yerine tarafsız birinin sadarete gelmesini temin etmek için, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına teklifte bulundu. Ama bu mümkün ve uygun değildi. Kanaati oydu ki ülkenin kurtuluşu, ancak düşman etkisinden uzakta Anadolu’dan yönetilecek millî direnme ile sağlanabilecekti. Bunun için de kabilse geniş yetkilerle donatılmış olarak resmî bir görevle Anadolu’ya geçmek lazımdı.
Aynı fikri paylaşan yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa (Cebesoy) XX. Kolordu Komutanıydı. Keza Kâzım Karabekir de Erzurum’da 4 tümenli XV. Kolorduya atanmıştı. Her ikisi de mücadelenin Anadolu’dan yürütülmesinde işbirliği yapmak hususunda Mustafa Kemal ile görüş birliği içindeydiler. Dolayısıyla yapılacak iş, iktidarda bulunan çevrelerle ilişki tesis etmek, belirtilen nitelikte bir görev alarak, Anadolu’ya resmî bir sıfatla geçmekti. Garip bir tesadüf sonucu, Anadolu’ya geçmek için aranılan fırsatı, bilmeyerek İngilizler yarattı.
Eldeki bilgilere göre İngiliz notalarından telaşlanan Sadrazam Damat Ferit Paşa, meseleyi içişleri Bakanı Mehmet Ali Bey’e açarak, alınacak tedbir konusunda görüşünü sormuş, Bakan şikâyete konu olan bölgelere muktedir bir generalin, durumu yerinde incelemek ve gerekli önlemleri almak maksadıyla gönderilmesini önermişti. Bu konuda kimi düşündüğü sorusuna da Mustafa Kemal Paşa cevabını vermişti. Bakan, Mustafa Kemal’in o sıralar iyi ilişkiler içinde olduğu Bahriye Nazırı Avni Paşa’nın kayınpederiydi.
İngiliz şikayetlerine ait dosyayı inceleyen Mustafa Kemal, görevin yapılabilmesi için memuriyetine bir şekil verilmesi bir makam ve yetki sahibi olması gerektiğini belirtti ve Genel Kurmay Başkanı ile temas için izin istedi. Başkan Fevzi Paşa (Çakmak) görevli olarak İstanbul dışındaydı. İkinci Başkan Kâzım Paşa (İnanç) ile görüştü. Hatta amacını da kısmen açıklamakta sakınca görmedi. Gayesi mümkün olduğu kadar geniş yetkilerle Anadolu’ya geçmekti. Kâzım Paşa, ordu müfettişlikleri kurulacağını ve o sıfatla gitmesinin kolay olacağını söylemişti.
Talimatnamedeki geniş yetkiler, görev alanının özelliğinden kaynaklanmaktaydı. Padişah’ın her şeyden önce tahtı ve hanedanı için ciddî endişeleri vardı. Çünkü Dünya Savaşı hanedanları silip süpürmüştü. Rusya’da Romanoflar, Almanya’da Hohenzollernler, Avusturya – Macaristan’da Habsburglar iktidarı bırakmak zorunda kalmışlardı. Dolayısıyla Padişah ülkenin iç ve dış politikasını elinde tutarak vaziyete hâkim olmak istemekteydi. Nitekim ateşkes görüşmelerine ısrarla Damat Ferit Paşa’yı göndermek istemiş, onun yerine giden delegasyona da “Hilâfet Saltanat ve hanedan haklarının korunması” talimatını vermişti.
O, Ahmet izzet Paşa’yı istifaya zorladıktan sonra, önce dünürü Tevfik Paşa’yı, sonra kız kardeşinin kocası olan ve kendisinin tam güvenini kazanan Damat Ferit Paşa’yı işbaşına getirmiş, bu arada Meclisi dağıtmış ve ülkenin kaderini eline almış, halkı bir koyun sürüsü, kendisini onun bir çobanı olduğu görüşü ile devleti yönetmeye başlamıştı. Ona göre, hanedanın ve devletin geleceğinin güven altına alınması, Yakındoğu düzeninin mimarı olan Büyük Britanya’nın teveccühünü kazanmakla mümkündü. O, “Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, kabul edelim, zira biz sonra İngilizlerin müsamahasına nail olacağız” görüşündeydi. Sonuç itibariyle VI. Mehmet Büyük Britanya ne kadar memnun edilirse, barış şartlarının o kadar lehimize olacağına inanmaktaydı. Dolayısıyla mesele çıkarmama, İngiltere’nin her dediğini yerine getirme politikasını en güvenli yol olarak benimsemişti.
İnönü’nün deyimiyle o dönemlerdeki İstanbul Hükümetlerinin ve devlet adamlarının hiç birinde mütarekeyi bozarak mücadeleye girmek fikri yoktu. Dolayısıyla Padişahın, 21 Nisan tarihli İngiliz notasındaki istekler karşısında, hükümetin olaya muktedir, duruma hâkim olabilecek, İngilizlerce şikâyete konu olan hususları önleyebilecek kapasitede bir general gönderme önerisini, bölgenin hassas durumunu da dikkate alarak onayladığı açıktı. Bu kişinin Mustafa Kemal olmasında sakınca görmemişti. Çünkü Padişahla Mustafa Kemal arasında Almanya gezisinden itibaren bir dereceye kadar bir yakınlık oluşmuştu. Padişah, Yaveri Mustafa Kemal’in yeteneklerine güvenmekteydi. Onun, hükümetin politikası istikametinde duruma hâkim olacağı ve İngiliz şikâyetlerini önleyeceği inancındaydı.
Hükümet kanadında ise, Hürriyet ve itilâf partisinin etkili isimlerinden içişleri Bakanı Mehmet Ali Bey’in atamada önemli rol oynadığı bilinmekteydi. Mehmet Ali Bey’in kızı Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa’nın kardeşiyle evliydi. Mustafa Kemal, Mehmet Ali Bey ile defalarca görüşmüştü. Ayrıca o dönemin Bakanlar Kurulu üyesi olan Bahriye Nazırı Avni Paşa ile onun kayınpederi Harbiye Nazırı Şakir Paşa’nın da atamaya sempati ile yaklaştıkları görülmekteydi. Mustafa Kemal’in Enver Paşa ve Alman aleyhtarı olarak bilinmesi de atamayı kolaylaştırmıştı. Zaten Padişahın onayladığı bu atamaya, kabinenin karşı çıkması mümkün değildi.
Diğer taraftan atamanın gerçekleşmesi İstanbul’da her şeyi kontrol eden İngiliz yönetiminin olurunun alınmasına bağlıydı. Padişah ve İngiliz taraftarı olan bir hükümetin “Persona Grata” olarak kabul ettiği bir kimseyi haliyle İngiliz işgal makamları da olumlu karşılamışlardı. Mustafa Kemal’in Enver Paşa ve Alman aleyhtarı olarak bilinmesi, İstanbul’daki ikameti esnasında İngiltere’yi karşısına almamaya özen göstermesi işi kolaylaştırmıştı.
(Mustafa Kemal’in Padişahça kendisine verilen miktarı binlerce altınla ifade edilen bir meblâğ ile gönderildiği iddiası ise ciddiyetten yoksundur. Kendisine karargâh personelinin 3 aylık maaşlarıyla asayiş işlerinde kullanılmak üzere bir miktar para verildiği anlaşılmaktadır.)
Padişahın O’ndan beklediği İngiliz şikâyetlerine yol açan durumu önlemek ve bölgede yabancı işgaline yol açmamaktı. İnönü’nün değerlendirdiği gibi “Atatürk’ün Anadolu’ya bir vazifeyle gönderilmesi kararı, umumi siyasî tehlikeler yüzünden, Karadeniz sahillerinde, İtilâf Devletlerinin Türkiye’yi itham edemeyecekleri, bir inzibatın, bir idarenin tesis edilmesi ihtiyacından” doğmuştu.
Mustafa Kemal’in 9. Ordu Müfettişliğine atama iradesi, 30 Nisan 1919‟da Padişahça onaylandı. 5 Mayıs’ta Bakanlar Kurulunda tartışılan talimat, 6 Mayıs’ta görev yerine acele hareket etmesi için kendisine, 7 Mayıs’ta da kolordulara duyuruldu. Mustafa Kemal Paşa, müfettişlik karargahının seferi karargâh sayılmasını ve personelin 3 aylık maaşlarının önceden verilmesini istedi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra sadrazam ve Padişaha veda etti. Veda esnasında Padişahın sözleri anlamlıydı: “Paşa, paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemlidir. Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin.”
Güven ve ümit ifade eden bu sözlere, Paşa saygı ve teşekkür ifade eden cümlelerle karşılık vermişti. Haklıydı, Mustafa Kemal memleketi gerçekten kurtaracaktı ama sarayın ve Mustafa Kemal’in memleketi kurtarmakla anladığı şeyler farklıydı. Artık Mustafa Kemal’in önünde ince ve uzun bir yol vardı. Bu yol onu ölümsüzlüğe ve devleti de ebedî bağımsızlığa götürecek olan yoldu.
[i] (Son cüret, Yılmaz Özdil)
[ii] (Bu Vatan Böyle Kurtuldu, Erol Mütercimler)
[iii] (Ayrıntılar için bkz. Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, İstanbul, 1970, s. 212-270. Michael Llewellyn Smith, Yunanistan’ın Anadolu Hayali, İstanbul, 2017, s. 112,113)
[iv] (“Efendiler, geçen yıl içinde Vakıf Bakanlığı, dini yapılar ve hayır kurumlarının onarım ve inşaatında oldukça önemli bir çalışma yapmıştır. Yapılan onarım içinde ülkemizin çeşitli yerlerinde olmak üzere 126 cami ve mescidi şerif ile 31 medrese ve okul, 22 suyolu ve çeşme, 175 gelir getiren yer ile 26 hamam bulunmaktadır” (Atatürk, 1 Mart 1923))
[v] (Atatürk’ün S.D.II, s. 84)
[vi] (Son cüret, Yılmaz Özdil)