Kaderin hazırladığı strateji dehası ; Atatürk – 11
Atatürk, Adana’da Yıldırım Orduları Komutanlığı yaptığı kısa sürede özellikle İskenderun ve civarını savunmak için gerekli emirleri vermiş, asker-sivil ileri gelenlerle gizli görüşmeler yapmış, yurtseverleri uyarmış, halka silah dağıtmış, böylece Ali Fuat Paşa’nın ifadesiyle “ilk direniş yuvalarını” kurmuştu. Ayrıca Adana’dan, Savaş Bakanlığı’na ve Sadrazamlığa çektiği telgraflarla Anadolu’nun işgal edilmek üzere olduğunu, bir an önce önlem alınması gerektiğini belirterek yetkilileri uyarmıştı.
Mustafa Kemal sonraki demeçlerinde İstiklal Harbi’nin o Adana günlerinde başladığını, Anadolu’nun ilk direniş yuvalarının o tarihlerde teşkil olduğunu ifade edecekti.
Halep görevinin akabinde Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da kalmıştı. Bu süreçte I. Dünya Savaşı’na yarbay rütbesi ve tümen Komutanı olarak girmişti. Savaş bitiminde Mirliva olarak Ordular Grubu komutanı payesini taşıyordu. Savaş boyunca, üstün ve seçkin komutanlık niteliklerini dosta ve düşmana kanıtlamıştı. Maddeten ve manen güçlüydü. Kendine özgüveni sonsuzdu. Vatana büyük hizmetler yapmak coşkusu içindeydi.
NOT: 1919 başında Mondros Mütarekesinin umutsuz ortamı içinde çıkış yolunu güçlü bir devletin desteğiyle ülke bütünlüğünü korumak şartıyla, mümkün olduğu kadar az ödünle sağlamak isteyen kuruluşlar da ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri Wilson Prensipleri Derneğiydi. Dernek ateşkes uygulamalarının yarattığı ümitsiz ortamda Halide Edip’in öncülük ettiği bir kısım aydınlar tarafından kurulmuştu. (14 Ocak 1919) Amaç Amerikan himayesi veya mandası yoluyla bir çözüme ulaşmaktı.
Diğer yandan dönemin gazeteleri düşüncelerine değer verdikleri kişilerle söyleşiler yapmakta, görüşlerini alarak yayınlamaktaydı. Bu çerçevede Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat (ULUNAY) 4 Şubat 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapmıştı. Görüşmenin bir bölümünde Paşa, vatanın kurtuluşu için: “Bugün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir” saptamasında bulunmuştu. Refii Cevat’ın “Paşam millî direniş, güzel ama neyle? Hangi askerle, hangi silâhla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız” demesi üzerine Mustafa Kemal Paşa:
“Çölden bir hayat çıkarmak lâzımdır. Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilâttır. Bu teşkilât organize edilebilirse vatan da, millet de kurtulur” cevabını verecekti.
Refii Cevat, matbaaya dönerken bu düşünceleri “deli saçması” olarak nitelendirecekti. Gazeteci arkadaşlarının neler konuştuklarını sorması üzerine Paşanın söylediklerini iletecek ve “Bu deli değil zır deliymiş” diyecekti. Çok sonraları anılarını gazeteci Sadi Borak’a anlatırken “O günlerde, o şartlar içinde istiklâl mücadelesine atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen TEK ADAM oydu; TEK ADAM” değerlendirmesini yapacaktı.
Mustafa Kemal Paşa, bu düşüncelerini uygulamaya geçirebilmek için Şişli’deki evinde bazı arkadaşlarıyla görüşmüş ve tasarılarını onlara aktarmıştı. Bu arkadaşları çok güvendiği kişilerdi ve hemen tamamı Şişli’deki evde detaylarını dinledikleri bu tasarıları yaşama geçirebilmek için daha sonra bu mücadelenin içinde fiilen yer almışlardı.
Şubat başında Süleyman Nazif’in kaleme aldığı “Kara Bir Gün” başlıklı makale (Fransız işgal orduları başkomutanı General Franchet d’Esperay’in davranışını yeren ünlü yazısı) Hadisat Gazetesi’nde yayınlandı. O esnada İstanbul basını işgalcilerin sansürü altındaydı. ‘‘Hadisat’’ gazetesi ne yapıp etti ve yazıyı sansürün gözünde kaçırarak gizlice basmayı başardı. “Kara Bir Gün” sonradan hem basın hem de İstiklal Savaşı tarihimizin en meşhur makalelerinden biri olacaktı. 9 Şubat 1919 günü yayınlanan makalenin günümüz Türkçesiyle tam metni şöyleydi:
‘‘Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz. Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer takının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azabı duymamıştı. Çünkü ‘‘Fransız’’ namını taşıyan her kişi, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o millî matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı. Biz ise millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim alicenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘‘Buna müstahak değildik’’ diyemeyiz. Müstahak olmasaydık, bu felakete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş. Araplar’ın güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’ (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.”
Şubat 1919 sonunda İngiliz Haber alma Teşkilatı (İngiliz haber alma subayı Yüzbaşı Hoyland) İstanbul’daki merkezine gönderdiği bir raporda, içinde Mustafa Kemal Paşa’nın da bulunduğu bazı kişilerin İstanbul’dan sürülmesini istemekteydi. Raporda geçen diğer isimler: Fevzi (Çakmak) Paşa, Kâzım Karabekir, Halil (Kut) Paşa, İsmet (İnönü) Bey’di. Liste gereği için 12 Nisan 1919’da Londra’ya gönderilmişti. Lakin Mustafa Kemal’in İngilizleri ürkütmeyen stratejik hareket tarzı sayesinde bundan vazgeçilmişti. (İngilizler Mustafa Kemal ve arkadaşlarına “Kemal ve çetesi” anlamında ‘Kemalist’ diyordu.)
Mart 1919 başında İstanbul’da “Pontus” adıyla yayınlanmaya başlayan bir gazetenin baş makalesinde “Trabzon ilinde Rum Cumhuriyeti’nin kurulmasına çalışmak maksadıyla yayınlandığı” ilan edilmişti. Bunun üzerine İstanbul Rumları, bazı taşkınlıklar yaparak saldırılar gerçekleştirdi.
Rumlar bölgedeki nüfus dengesini etkilemek için Rusya’dan Kuzey Anadolu’ya Rum göçmenleri getirmekteydi. Türk tarafı bunu önleme gayretlerine girişince, Rumlar bu durumdan şikâyetçi olmuşlardı. Onların şikayeti üzerine, İngilizler, Samsun ve Çevredeki asayişsizliğinin önlenmesini, aksi halde kendilerinin önlem almaya mecbur olacaklarını belirtmişlerdi. Nitekim 9 Mart 1919‟da Samsun 200 kişilik bir müfreze ile İngilizlerce kontrol altına alınmış, 30 Mart’ta Merzifon işgal edilmişti. İngiliz işgal kuvvetlerinden moral bulan Rum çeteleri saldırılarını daha da artırdılar. Öyle ki olaylardan etkilenen bir Türk teğmeni 17 Mart’ta dağa çıkarak direnişe geçti.
Tarihler 30 Mart 1919’u gösterdiğinde Damat Ferit, İngiliz Yüksek komiserine, Padişah Vahdettin ile birlikte hazırladığı bir anlaşma taslağı sundu. Bu taslağa göre Türkiye’nin yönetimi 15 yıllığına İngiltere’ye bırakılmak isteniyordu. İngiliz Amiral Webb bu öneriyi geri çevirdi. (Damat Ferit, İngilizleri bile şaşırtan bu önerisini 8 Eylül 1919’da yeniledi. Sonuçta İngilizlerle 12 Eylül 1919 tarihinde gizli bir anlaşma imzalandı.)[i]
İtilaf Devletleri, Ateşkes Antlaşması’nın imza edilmesinden bir hafta sonra İstanbul’u işgal ettiler. Bu işgalin ardından İngiltere Musul ve çevresini, Fransa Suriye’yi, İtalya ise Anadolu’nun güney sahillerine asker çıkardı. İzmir başta olmak üzere Batı Anadolu, Rumeli ve Doğu Karadeniz’de Rumlar örgütlenmeye ve çeteler kurup Türklere saldırmaya, diğer taraftan Ermeniler Doğu Anadolu’da Erzurum, Van, Bitlis gibi şehirlerde örgütlenmeye ve çeteler kurmaya başladılar.
1915’te Türk askerinin ikmal yollarını kesen çeteler kurmak, savaşa gerisindeki bölgelerde Müslüman ahaliye saldırmak, düşmana istihbarat ve lojistik destek vermek gibi suçları işleyenler için çıkarılan Tehcir Kanunu ile başka yerlere göç ettirilen Ermeniler, geri dönüp olaylar çıkarmaya başladılar. Önemli maden yataklarının olduğu bölgeler, stratejik değeri olan noktalar birer birer işgal edildi. Bu işgal sürecinde bir müddet sonra Maraş, Antep ve Urfa şehirleri İngilizler tarafından işgal edildi.[ii]
Mondros sonrası sarayın kağıt üstündeki hesapları tutmamıştı. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalinde yaşanan vahşeti gören Türk halkı, silahlı savunmadan başka bir seçenek kalmadığını düşünmeye başladı. Nitekim pek çok milli cemiyetle direnç başladı. Osmanlı hükümetinin şartlara, işgallere ve zararlı cemiyetlere kayıtsız kalmasıyla, gelişen milli duygular ve örgütlü direnme isteğiyle kurulan bu cemiyetlere genel olarak Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri (Hakları Savunma Dernekleri) adı verilmişti. (Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ( 7 Kasım 1918 ), İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti (1 Aralık 1918), İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti, Kilikyalılar Cemiyeti (21 Aralık 1918), Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti (12 Şubat 1919), Doğu Anadolu (Şark Vilayetleri) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (En etkili cemiyet bu olmuştu), Milli Kongre Cemiyeti (29 Kasım 1918), Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti, Gizli Karakol Cemiyeti)
Bu Milli ama çoklukla bölgesel Cemiyetler, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesine katkıda bulunmuş, Ulusal bilincin gelişmesine, yayılmasına, canlı tutulmasına kaynak olmuşlardı. Halkın içinden kendiliğinden ortaya çıkan ve savaşın maddi ve manevi yönden desteklenmesine öncülük eden bu cemiyetler, Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile birleştirilmişti.
Padişah ve Hükumet ise böyle bir mücadelenin başarılamayacağına inanıyordu. Onlara göre tek kurtuluş yolu maddeleri elden geldiği kadarıyla yumuşatılmış kalıcı bir barış antlaşması imzalamaktı. İstanbul Hükumeti ve Kuvayı Milliye’nin fikir ayrılığına düştüğü nokta buydu. Dolayısıyla 1919 ve 1920 yılları yaz aylarında sadrazamlık yapan Damat Ferid Paşa’nın yegane politikası, Anadolu hareketini bastırıp İtilaf Devletlerinin takdirini kazanmak ve en az zararla savaştan çıkılabilecek bir antlaşmayı vücuda getirmek üzerine kuruldu.
(Bu politika sonucu 10 Ağustos 1920’de imza koyulan Sevr Antlaşması kelimenin tam manasıyla Osmanlı Devleti’ni yoğun bakıma sokuyor, ekonomik olarak Düyun-ı Umumiye’yi mumla aratacak koşullar getiriliyordu. Osmanlı maliyesini yönetecek ve İtilaf Devletleri üyelerinden oluşacak bir komisyon planlanmıştı. Devlet bütçesini dahi bu komisyon onaylayacaktı. Dış borçlar ve mali gelirlerin kontrolü tamamen komisyonun tasarrufuna bırakılıyordu. Bu komisyon Osmanlı gelirlerini önce işgal kuvvetlerinin, daha sonra İtilaf Devletlerinin masrafları için kullanacak ve daha sonra kalan parayı Osmanlı’ya bırakacaktı.)
İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919’da Osmanlı Harbiye Nazırlığı’na şu notayı vermişti: 1- Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi çok yavaş gitmektedir. 2- Bu yörelerde, Kars’ta olduğu gibi baştan başa şuralar kurulmuştur. Bu şuralar ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. 3- Bu olaylar, Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı Jöntürklerce örgütlenmektedir.
Bu İngiliz notası sonunda Amiral Calthorpe, “Gereken her türlü önlemin derhal alınmasını, ilgililere emir ve talimat verilmesini, yoksa işin ciddiyet kazanacağını” bildirmişti. Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferit’e gönderdiği resmi yazıyla da yetinmemiş, Padişah Vahdettin’le de görüşerek özellikle “Karadeniz’deki karışıklıkların bastırılması” konusunda kesin uyarılarda bulunmuştu. Calthorpe, Vahdettin’e, “Yüksek yetkilere sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle derhal görev yerine giderek o bölgedeki 9. Ordu’yu disiplin altına almasını” söylemişti.
İngilizlerin isteği üzerine Damat Ferit Hükümeti, hiç zaman kaybetmeden Karadeniz’de ve Doğu Anadolu’da asayişi sağlamak için harekete geçti. Hükümet, bu işin üstesinden gelecek, Anadolu’ya gidip yer yer başlayan direnişe son verecek güçlü bir komutan aramaya başladı. Damat Ferit Hükümeti, 29 Nisan 1919 Salı günü bu zor görevi aynı zamanda padişahın yaveri olan Atatürk’e verdi.
Atatürk’ün Samsun’a gönderilmesiyle ilgili kararname 4 Mayıs 1919 Pazar günü Bakanlar Kurulu’nda da görüşülüp kabul edildi. Harbiye bakanlığı kararı resmi olarak Mustafa Kemal’e 5 Mayıs 1919 tarihinde yazılı olarak tebliğ etmişti. İrade 5 Mayıs 1919 tarihli Takvim-i Vakayı gazetesinde yayınlanmış, 6 Mayıs tarihinde tebliğ basına verilmişti. Harbiye bakanlığı iradeyi 7 Mayıs’ta Kolordulara, 8 Mayıs’ta Bakanlığa bağlı tüm birimlere tebliğ etmişti. Amaç İngilizlere yaranmaktı. Çünkü direnerek değil, emperyalizmin merhametine sığınarak kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Hükümet, Anadolu’ya göndereceği Atatürk’e şu görevleri vermişti:
1- Bölgede asayişin sağlanması, 2- Silah ve cephanenin toplanıp koruma altına alınması, 3- Şuralar varsa ve asker toplanıyorsa bunların derhal engellenmesi, 4- Şuraların kapatılması.
29 Nisan 1919 günü Atatürk görevin detaylarını öğrenmek için Genelkurmay’a çağrıldığında Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa’yla görüşerek yetkilerini biraz daha genişletmeyi başarmıştı. Yetki belgesini cebine koyup Kazım İnanç Paşa’nın yanından çıkarken hissettiklerini 1926’da Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatmıştı: “Tarih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum tarif edemem. Bakanlıktan çıkarken heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim.”
Atama kararı 30 Nisan 1919’da Padişah Vahdettin’e arz edildi. Padişah onayı aynı gün alındı. 1 Mayıs’ta Sadrazam Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal için bir çay düzenledi. Aynı gün Mustafa Kemal, Kurmay Başkanı olarak yanına almayı tasarladığı Albay Kazım Bey’in (Dirik) evine uğrayıp O’na, kendisiyle birlikte Anadolu’ya gelip gelmeyeceğini sormuş, Kazım bey teklifi büyük bir coşku ve sevinçle kabul etmişti.
9 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal ve İsmet İnönü, İsmet İnönü’nün Süleymaniye’deki evinde buluşmuşlardı. Atatürk bu görüşmede İnönü’nün ‘kendisinin Anadolu’ya geçmesinden sonra’ gelmesini istemişti. Bunda İsmet Paşa’nın Genelkurmay’daki vazifesinin kritikliğinin ve Atatürk’ün bundan istifade etmeyi düşünmesinin etkisi vardı. Görüşmede Atatürk şöyle demişti: “…Ben yerleşinceye kadar sen de bana yardım edeceksin ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin!”
Bunlar yaşanırken 2 Mayıs 1919 günü Sèvres Barış Anlaşmasını imzalayacak İstanbul Hükümet temsilcileri İstanbul’dan hareket etti. 5/6 Mayıs’ta Paris Konferansı görüşmelerinde, Lloyd George’un Yunanlıların İzmir’e çıkarılmasını önerdi. Lloyd George Yunanlıları Anadolu’ya göndermeye kararlıydı. Kıbrıs ve İstanbul’u içine alan, Boğazlara egemen, Korfu Adasından Anadolu içlerine uzanan büyük bir Yunanistan’ı aklına koymuştu. Dolayısıyla buna karşı olan hiçbir fikri dinlemek istemiyordu.
Paris’te Venizelos’un becerikliliği, Lloyd George ile Clemenceau’nun Grek hayranlığı, Wilson’un zaafı, İtalya’nın beceriksiz davranışı, Yunan tezine elverişli bir hava yarattı. İtalyanların 28 Mart 1919’da Antalya’yı işgal etmiş olmaları, 29 Nisan’da bir İtalyan zırhlısının İzmir’e gelmesi Lloyd George’nin aradığı fırsatı yarattı ve İzmir’e İtalyan çıkarmasına meydan vermemek ve bölgedeki Hristiyan ahalinin can güvenliğini sağlamak gerekçesiyle, Yunanistan’ın İzmir’i işgal etmesine izin verilmesini istedi.
Paris’te İtalya’nın katılmadığı görüşmelerde İzmir’in nasıl işgal edileceği tartışıldı. Venizelos Osmanlı hükümetine sadece 12 saat önceden haber verilmesini ve tabyaların Müttefiklerin eline geçmesinden sonra Yunan komutanlığına teslim edilmesini istedi. Nitekim 7 Mayıs’tan itibaren İtilaf Devletleri’ne mensup gemiler İzmir limanına gelmeye başladı. 12 Mayıs’ta Paris görüşmelerinde İzmir’in işgal kararının alındığı toplantıya katılmayan İtalyanlara işgal onaylatıldı. Buna karşılık İtalyanların Güney’de yaptığı işgaller de diğer devletler tarafından onaylandı. 13 Mayıs günü İzmir’in işgal edileceğine ilişkin Venizelos’un beyannamesi, Aya Fotini Kilisesi’nde Yunan Albayı Mavrudis tarafından yerli Rumlara okundu. Aynı gün Lloyd George, daha da ileri giderek Osmanlı Devleti’nin İtilaf devletleri arasında bütünüyle bölüşülmesini istedi.
[i] (Sinan Meydan, 1923, 3. Baskı, s.145.)
[ii] (https://kahramanmaras.bel.tr/i-dunya-savasi)