Kaderin hazırladığı vatan sevdalısı ; Atatürk – 8
Atatürk 10 Aralık 1915 tarihinde Çanakkale’den İstanbul’a geldi. İstanbul’a dönüşünü Salih (Bozok) Bey’e şöyle anlatmıştı: “Ben düşmanın çekileceğini anladığım için bir taarruz yapılmasını teklif etmiştim. Fakat benim bu teklifimi kabul etmediler. Bundan dolayı canım sıkıldı. Çok da yorgun olduğum için izin alarak İstanbul’a geldim. Eğer ben orada iken düşman şimdiki gibi çekilmiş olsaydı, herhalde daha çok sıkılacaktım. Burada bulunmaklığım benim için bir talih eseridir.” Mustafa Kemal, İstanbul’a gelirken, Anafartalar Grup Komutanlığı’na Fevzi (Çakmak) Paşa atandı. Zaten İngilizler kısa süre sonra 19 – 20 Aralık Arıburnu’nu ve Anafartalar’ı, 8 – 9 Ocak 1916’da ise Seddülbahir tamamen boşaltacak, Çanakkale savaşı da bu tarihte sonlanacaktı. Türk ordusunun kara ve deniz savaşlarında subay ve er şehit sayısı 57.263’tü. ATASE arşivine göre yaralı, kayıp, şehit ve esirler dahil toplam zayiat 211.000 kişiydi.[i]
Aralık ayı sonundaysa, İstanbul’da Hariciye Nazırı Halil (Menteşe) Bey’i ziyaretinde şöyle diyordu: “…Ben Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim. Ben, ordu ile küçük subaylıktan beri derinden temasa gelmiş bir askerim. Ben, olayların şevki ile ordunun içinde subay, nihayet komutan olarak iş görmüş ve zannıma göre muvaffak olmuş bir komutanım. Türk ordusunu, onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur.”
Atatürk’ün kahraman Türk ordusuyla nelerin başarılabileceğine olan inancı Çanakkale Savaşı’ndan sonra iyice belirginleşmişti. Nitekim Çanakkale Atatürk’ün 23 senelik (1915-1938) muhteşem çıkışının ilk adımı olarak tarihe kazınacak, sonrası hızla ve daha büyük şerefle devam edecekti.
6 Ocak 1916’da Servet-i Fünun dergisi Mustafa Kemal’in fotoğraflarını sansüre ve Enver Paşa’nın engellemelerine rağmen “Çanakkale kahramanı” manşetiyle paylaşmış, derginin kapağını “Maiyetiyle birlikte Anafartalar Kumandanı Miralay Mustafa Kemal Bey’in” fotoğrafı süslemişti.
Yahya Kemal de 1921 yılında Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal’in şöhretinden şöyle söz etmişti: “Fatih’te, Aksaray’da küçük dükkânlarda, Eminönü’ne kadar bütün vitrinlerde, muzaffer kumandanlarımızın yanında Mustafa Kemal Paşa’nın da resmi bulunurdu. Hatta köprüde şapkalı satıcılar, Mustafa Kemal Paşa’nın alçıdan küçük heykellerini satıyordu.”[ii]
Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’ndan sonra 16. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Edirne’deki bu ordunun başına geçmek için 27 Ocak 1916’da Karaağaç’a geldiğinde törenle karşılandı. Kentin caddeleri süslenmiş, Abacılar Caddesi’ne, üzerinde “Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar Kahramanları” ve “Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Bey” yazılı iki büyük levha asılmıştı. Törene, kent halkı ile birlikte okullar ve yabancı konsoloslar da katılmıştı. 12. Tümen’in Rumeli Kahvesi önünde başlayan resmi geçidi 1.5 saat sürmüştü.
27 Mart 1916’da Mustafa Kemal Diyarbakır’a gelerek 16’ncı Kolordunun komutasını üzerine almış, 12 gün süren yolculuğun ardından Tuğgeneral (mirliva) olduğunu da Diyarbakır’da öğrenmişti.[iii] Burada Rus taarruzlarına karşı başarılı savunmalar gösteren Atatürk aynı zamanda geri bölgede de faaliyetlerine devam etmekteydi. Nitekim 10 Nisan’da şehrin ileri gelenlerinden iki kişiyle beraber kendisini ziyarete gelen Diyarbakır Müftüsü’nü kabul etmiş, 12 Nisan’da Diyarbakır Hükümet Konağı’na gidip Vali Vekili Bedri Bey’le erzak ve taşıma araçları hakkında görüşmüştü. 18 Nisan’da da beraberindeki karargâh mensuplarıyla, Veysel Karani’nin türbesini ziyaret etmiş, geceyi burada, çadırda geçirmişti. Yani cephenin sadece ön saflarıyla değil, geri bölgede alınması gereken tedbirlerle ve lojistikle alakalı olarak da yetkililerle eş zamanlı olarak görüşmekteydi. Ayrıca sağlıklı bilgi temini için en ileri saflardaki karakollar bölgesine kadar yanaşmakta, buradaki personele moral vermeye de gayret etmekteydi. Geceyi köylerde geçirmesi sebebiyle de yöre insanının durumunu anlama imkanına erişmekteydi.
29 Nisan 1916 tarihinde Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa ile Irak Cephesinde kazanılan Kut’ül-Ammare zaferi, Osmanlı’nın Çanakkale’den sonra Birinci Dünya savaşındaki en büyük zaferiydi, Atatürk zamanında da milli bayram olarak kutlanmaya devam etmişti. (1952 yılında bu milli bayram kaldırılmış, Kut’ül-Ammare zaferi ders kitaplarından dahi çıkarılmıştı.)[iv]
Bu sıralarda, Siirt’ten Madam Corinne’e Fransızca mektubunda şöyle yazmaktaydı: “Batıdan doğuya kadar devam eden uzun ve yorucu bir yolda iki ay kadar seyahat ettikten sonra bir istirahat anı bulunabileceğine inanılır, değil mi? Fakat heyhat! Görülüyor ki, bu ancak ölümden sonra mümkün olacak!(…) Tabiî ki şu anda bulunduğum yeri bilmiyorsunuz. Burasını size tanıtamam da; çünkü yerini gösterecek bir harita bile yok. Kısaca, gürül gürül akan sayısız dereler ile sulanan, fevkalâde güzel, yeşil çamlarla örtülü bir dağ silsilesi tasavvur edebilirsiniz. Ormanlarımızda binlerce bülbül var ve dağlarımızın bir kısmı hâlâ tertemiz beyaz örtüsünü koruyor. Hava tertemiz, sular da öyle. Ruslar pek uzakta değiller ama, Çanakkale’deki gibi yakın değil.”
Vatan topraklarının doyumsuz zevki ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi ve bu sevda Mustafa Kemal’in gönlünden hiç eksik olmadı. Aynı günlerde kader Atatürk’ü, 16. Kolordu Karargâhı’nda Kurmay Başkanı İzzettin (Çalışlar) ve 2. Ordu Kurmay Başkanı İsmet (İnönü) Beylerle birleştirmekte, üçlü askerî, siyasî ve sosyal konular üzerinde uzun sohbetler etmekteydi.
2-3 Ağustos 1916 tarihlerinde Mustafa kemal komutasındaki kuvvetler Ruslara karşı taarruza geçmiş, 7-8 Ağustos’ta Muş’u ve Bitlis’i almıştı. Bu sayede Mustafa Kemal ile Kürt milisler arasında ilişkiler gelişmiş, sıcak bağlar kurulmuştu. (Muş, 25 Ağustos 1916’da tekrar Rusların eline düşmüş, Atatürk’ün 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 30 Nisan 1917’de ikinci defa Rus işgalinden kurtarılmıştı.)Bu esnada 7 Eylül günü İngiliz uçakları Haydarpaşa Garı’nı bombalamış, 13-14 Eylül tarihlerinde gece Hisarönü ve Hisaraltı’nda başlayan, 3 gece 2 gün süren yangın Ankara’yı kül rengine boyamıştı. (1030 hane, 935 dükkan, 2 cami, 7 kilise, 2 tevkifhane, 1 polis karakolunun olduğu koca bir bölge yok olmuştu.)
Eylül ayının sonunda Atatürk, Silvan’dan Madam Corinne’e Fransızca mektubunda: (Nuri Bey ile yaşadıkları, muharebelerin cereyanı anlatırken) “…Kıymet verdiğiniz insanlarla birlikte ateşe ve ölüme göğüs germek ne zevk!” diyordu.
Ekim ayı başındaysa, Kurban Bayramı nedeniyle sabah, Kurmay Başkanı İzzettin (Çalışlar) Bey ve yüksek rütbeli subaylarla, Silvan’da camiye giderek bayram namazı kılmış, Hükümet Dairesi’nde tebrikleri kabul etmiş, öğleden sonra askerin bayramını tebrik etmişti. Mustafa Kemal burada bulunduğu zaman diliminde bir yandan at gezintileri yapıyor bir taraftan da alışkın olduğu üzere günlük tutuyordu. (7 Kasım – 24 Aralık 1916 arasını kapsayan, Silvan ve Diyarbakır günlerini anlatan 15 santimetre boyutlu günlüğü bu günlere aitti.)
Muş ve Bitlis’te Ruslara karşı çarpışırken, 9 Kasım 1916 tarihli hatıra defterine şu satırları yazmıştı: “Yollarda birçok muhacir gördük. Bitlis’e dönüyorlar. Cümlesi aç sefil, ölüme mahkûm bir halde 4-5 yaşlarında bir çocuğu ebeveyni yol üzerinde terk etmiş, bu da bir karı kocanın peşine takılmış, onları ağlayarak 100 metreden takip ediyor. Kendilerini, çocuğu almadıkları için azarladım. ‘Bizim evladımız değildir’ dediler.”[v] 16 Kasım 1916 günü Mustafa Kemal, Bitlis’te Ömer isimli bu 12 yaşındaki çocuğu himayesine almıştı.[vi] Aynı gün Bitlis’te 5. Tümen Komutanı Albay Ali Fuat (Cebesoy) Bey’i makamında ziyaretinde de, hastaneleri denetlemiş, hastaları ziyaret etmiş, daha sonra Şerefiye Camii’ni gezmişti.
Atatürk’ün maneviyatının yüksekliğini, merhametini, sahipsiz, yoksul, yetim ve şehit çocuklarına olan olağanüstü ilgisini bu anekdot göstermektedir. Atatürk o yıllarda ve şartlarda dahi çocuklara ayrı bir özen göstermekteydi.
18 Kasım günü, Bitlis’te Şeyh Küfrevî’nin türbesini, bazı tarihî yerleri ziyaret eden Atatürk, aralıklı olarak okumakta olduğu, Alphonse Daudet’nin Sapho-Moeurs Parisiennes (Safo – Paris Âdetleri) adlı romanını da burada bitirmişti.
Ayrıca 21 Kasım akşamı Duhan’ın güneyinde kurulan ordugâhta Kurmay Başkanı İzzettin (Çalışlar) Bey’le örtünmenin kaldırılması, sosyal yaşamın düzeltilmesi, kadınların okuması, yetenekli anne yetiştirme, kadınlara serbestlik verme vb. konular üzerinde sohbet etmekteydi. Görüldüğü gibi bilhassa yörede şahit olduğu geri kalmışlıklar, kadının ezilmişliği ve sosyal yaşamdaki dengesizlikler hakkında aklında o zamanlardan yeşeren fikirleri etrafıyla paylaşmaktaydı.
29 Kasım 1916 günü, Mustafa Kemal’in 4 subay ve 8-10 süvari ile Siirt’ten Garzan’a giderken, Siirt çevresinin önde gelen aşiret reislerinden Cemil Çeto’nun 100 atlısı tarafından yolu kesilmiş, not defterine onları affettiğini yazmış ve sonraki yıllarda da ilişkisini sürdürmüştü.
Aralık ayı başında ise yine Silvan’da Şehbenderzade Ahmet Hilmi’nin ruh ve beden ilişkisini anlatan “Allah’ı inkar mümkün müdür?” adlı kitabını bitirmiş[vii], birkaç gün sonra George L. Fonsgrive’den Ahmet Naim tarafından 1915 yılında çevrilen Mebâdî-i Felsefe (Felsefe’ye Giriş) adlı eseri okumaya başlamış, keza okumakta olduğu Namık Kemal’in “Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye” adlı eserini bitirmiş ve Kemal Bey’in “Tarih-i Osmani”sini okumaya başlamıştı. Bu eseri Tevfik Fikret’in “Rubab-ı Şikeste” eseri ile mukayese etmiş, her ikisini de beğendiğini not defterine not düşmüştü.
Bu son paragrafta göstermektedir ki Atatürk zorlu savaş günlerinde bile okumayı bırakmamış, Osmanlı tarihinden felsefeye, Namık Kemal’den yabancı yazarlara kadar pek çok eseri okumuş, mukayese ederek, notlar düşmüştü. Bugün Atatürk’ün beş bine yaklaşan kitabı nasıl okuduğunu anlayamayanlar bu örneği iyi görmelidir.
12 Aralık 1916 tarihinde Mustafa Kemal’in -Ahmet İzzet Paşa’nın izinli olarak bir süre İstanbul’a gitmesi üzerine – 2 Ocak 1917 gününe kadar 2’nci Ordu Komutan Vekilliğine atanması, İsmet Bey’le (İnönü) beraber çalışmak ve onu yakından tanımak, tartmak imkânını doğurmuştu. İkilinin burada başlayan dostlukları hayatlarının sonuna kadar sürüp gitmişti. (İkili İstiklal Harbi öncesinde de ilk kez 15 Ocak 1919 günü Atatürk’ün Şişli’deki evinde buluşmuş, birlikte “Anadolu’ya geçmek ve orada direnmekle ilgili en uygun zaman, araç ve yeri” mütalaa etmişlerdi.)
Bu sırada yaşanan en talihsiz olaylardan birisi 3 Ocak 1917 günü Ardahan Arap Camii’nde 373 Müslüman Türk’ün Ermeni çeteciler tarafından camiyle birlikte yakılması olmuştu. Bu ibrette göstermişti ki Ermeni meselesinin halli zor kullanmak şeklinde olmalıydı ve doğu sınırında kati tedbirler almak zorunluydu. Bu gerginlik 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Anlaşmasına dek sürmüş sonra bir barış dönemine girilmişti. Bununla eş zamanlı olarak Batı’daki Türk düşmanlığı da zirve yapıyor ve 22 Ocak 1917 günü Wilson Senatoya sunduğu söylevinde; “Türkiye’nin Avrupa’daki varlığına son verilecek!” diyordu.[viii]
[i] (Gelibolu, Erol Mütercimler)
[ii] (Yahya Kemal, “Misakımilli”, İleri, 6 Mayıs 1921)
[iii] (Mustafa Kemal’in tuğgeneralliğe terfi etmesi. (Cumhuriyet tarihi yalanları, Sinan Meydan)’da 19 Mart 1916 olarak yer alır .)
[iv] (Panzehir, Sinan Meydan)
[v] (Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, s. 66)
[vi] (Benim Ailem, Yrd. Doç. Dr. Ali Güler)
[vii] (Bir ömrün öteki hikayesi, Sinan meydan)
[viii] (Sinan Meydan, 1923, 3. Baskı, s.237.)