Kaderin müstesna evladı ; Atatürk – 15
Atatürk, her bakımdan kuşatılmış bir ülkede, ordudan önce Meclis’i kurdu. Düşmanı denize döküp “tam bağımsızlığı” sağlamadan önce egemenliği saraydan/sultandan alıp millete verdi. Dolayısıyla cumhuriyetin temelleri daha vatan işgal altındayken atıldı. Temele vurulan ilk kazma, 23 Nisan 1920’de A09nkara’da TBMM’nin açılmasıydı.
Bir gün sonra, 24 Nisan 1920’de Atatürk, Meclis’e bir önerge sundu. Önergenin 2. maddesinde “Bir padişah vekili tanımak uygun değildir”, 3. maddesinde “Meclis’te yoğunlaşan milli iradenin vatanın mukadderatına doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. TBMM’nin üstünde hiçbir güç yoktur”, 4. maddesinde ise “TBMM, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır” demişti. Önergenin sonuna da şöyle bir not eklemişti: “Padişah ve halife baskı ve zordan kurtulduğu zaman Meclis’in düzenleyeceği yasaya göre yerini alır.” Bu büyük bir devrimdi. Türkiye’de o günden itibaren artık saraydan/sultandan/halifeden daha büyük bir güç vardı. O güç Meclis’ti, o güç milletti. Tarihimizde ilk kez bir Meclis’in üstüne padişahın gölgesi düşmüyordu.
Kazanılamaz denilen İstiklal Savaşı’nı Meclis’le kazanan Atatürk, “Büyük milli dertlerin şifa bulacağı yer Meclis’tir” diyordu. “Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük güvencedir. Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin tedbirlerini bulabilecektir. Türk Milleti’nin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelecektir.” Atatürk çok haklıydı. Gerçekten de Türkiye Meclis’le kurtuldu, Meclis’le kuruldu.
23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM açılırken Anadolu alevler içinde yanıyordu. Sultan Vahdettin’in onayıyla milli hareket aleyhinde fetvalar yayımlandı. Birinci Düzce ve Bolu isyanı çıktı. Yine Vahdettin’in onayıyla Damat Ferit, Kuvayı Milliye’ye karşı İngiliz altınlarıyla Kuvayı İnzibatiye’yi (Halifelik Ordusu) kurdu. (Kleptokrasi; bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal ve dini grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soyması demektir ve kısaca hırsızlar rejimi anlamına gelir.) Yunan Söke’yi işgal etti. Anzavur, milli hareketi dağıtmak için topladığı paralı kuvvetlerle Adapazarı’na yürüdü. İstanbul Divan-ı Harbi, Atatürk ve arkadaşlarını idama mahkum etti. Vahdettin, millicilere kurşun sıkan 16 Kuvayı İnzibatiyeli isyancı elebaşını Mecidiye Nişanı’yla ödüllendirdi. Birinci Yozgat İsyanı çıktı. Ayrıca;
Atatürk Ankara’ya geldiğinde sadece 1200 lirası kalmıştı. Enver Paşa, milli hareketin başına geçmek için fırsat kolluyordu. İttihatçılar bir taraftan, Bolşevikler diğer taraftan propaganda yapıyordu. Meclis’te koyu bir bağnazlık baş göstermişti: Kadınların muayene edilmelerinin şeriata uygun olmadığını söyleyen, çok sayıda medrese açılmasını isteyen, içkiyi kanunla yasaklayan, fesi kutsayan, okullarda derslerin Şeriye Komisyonu’nca denetlenmesini, milli eğitimin ve adliyenin Şeriye Komisyonu’na bağlanmasını isteyen milletvekilleri vardı.
Muhalif İkinci Grup her fırsatta Atatürk’ü eleştiriyordu. Düşmanın ilerlemesi üzerine Atatürk’ün bir an önce cepheye gitmesi isteniyordu. Ali Şükrü Bey cinayetini Atatürk’ün üzerine yıkmak isteyenler vardı. Hüseyin Avni Bey, Meclis kürsüsünden “Ali Şükrü Bey’e kıyan bilekleri keseceğiz. O bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun!” demişti. Atatürk’ü Meclis’e sokmamak için seçim kanunu bile değiştirilmek istenmişti. Bu Meclis’in geçici olduğunu, savaştan sonra dağıtılması gerektiğini düşünen çok milletvekili vardı. İşte Atatürk bu koşullarda açtı ve hep açık tuttu o Meclis’i. Ve İstiklal Savaşı’nı, o binası sonradan tamamlanmış tahta sıralı Meclis’in 100 lira maaş[i] alan o vekilleriyle kazandı.[ii]
“Bu Meclis nedir? İzin verin dağıtalım!” diyenler vardı. Ancak O, bırakın Meclis’i dağıtmayı, Başkomutan olurken bile Meclis yetkilerini yalnızca 3 ay süreyle üzerine aldı. Asla milli iradeyi gasp etmedi. Ankara’da 4-5 Nisan 1920 gecesi, gazeteci Yunus Nadi Bey, Atatürk’e “Her kerameti Meclis’ten beklemek niyetinde misiniz?” diye sormuştu. Atatürk, bu soruya şu yanıtı vermişti:
“Ben her kerameti Meclis’ten bekleyenlerdenim Nadi Bey. Bir devreye yetiştik ki orada her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel eğilimine tercüman olmakla sağlanır. Onu bir araya toplamak ve kendisine ‘Ey millet! Sen esaret ve zilleti kabul eder misin?’ diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. (…) Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O esaret ve zilleti kabul etmez.”
Yunus Nadi Bey, Ankara’da ordunun olmadığını söyleyerek, “Eğer elimizde ordu olmazsa bütün bu güzel nazariyat (teori) suya düşüp gidebilir” deyince Atatürk’ün yanıtı şu olmuştu:[iii]
“İşte aramızdaki fark özellikle burada göze çarpıyor. Bence Meclis nazariye değil, gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu Nadi Bey… Orduyu yapacak olan millet ve nihayetinde Meclis’tir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet ve zamandır. Buna iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü ortaya çıkarabilir.”[iv]
İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda Osmanlı’ya uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırlayıp, 22 Nisan’da da Osmanlı hükûmetini Paris’te toplanacak konferansa davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın başkanlığında bir heyeti Paris’e gönderdi. Ertesi gün Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul’dan ayrı bir hükûmetin kurulduğunu bildirdi.
Paris’te koşulları öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul’a gönderdiği telgrafta barış şartlarının “devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını” (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran’da İtilaf Devletleri Türk milletinin direnişini kırmak için, İzmir’deki Yunan kuvvetlerini Anadolu içine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya Yunan ordusunca işgal edildi. 10 Temmuz’da TBMM Başkanlık kürsüsü siyah bir örtüyle örtüldü.
İstanbul hükümetinin, barış şartlarının yumuşatılması önerisi, 16 Temmuz 1920’de dağılan Spa Konferansı’nda İtilaf devletlerince reddedildi. Osmanlı’ya Sevr’i imza için 10 gün süre tanındı. Sevr Antlaşması 20 Temmuz’da Osmanlı Bakanlar Kurulu’nda görüşülüp kabul edildi. 22 Temmuz’da Yıldız Sarayı’nda Padişah Vahdettin’in başkanlığında Saltanat Şurası toplandı.
Sevr Antlaşması’nın kabulü için bulunan gerekçe; İstanbul’un elden çıkmasını ve daha ağır şartları önlemekti. Konuşmalardan sonra Sevr Antlaşması, bizzat padişah Vahdettin’in huzurunda, Saltanat Şurası’na davet edilen 43 kişinin 42’si tarafından kabul edildi. Bu toplantıdan bir gün önce, 21 Temmuz’da L. George, İngiliz Parlamentosu’nda “Türkiye artık yoktur…” demişti. Bu yaşananların önemi; Mustafa Kemal’in haklılığını göstermesi, öngörülerinde çoktandır yer alan milli ve topyekun direnişin vazgeçilmezliğini ispat etmiş olmasıydı.
Sevr Antlaşması, I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Osmanlı devleti hükûmeti arasında 10 Ağustos 1920’de Fransa’nın başkenti Paris’in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde imzalandı. 433 Maddeden oluşan Antlaşma en ince detayına kadar planlanmıştı. Osmanlı’ya çok küçük bir alan bırakılıyor, İzmir’in yönetimi Yunan tarafına geçiyor, İstanbul kağıt üzerinde padişahın, fiili olarak ise İtilaf Devletlerinin kontrolüne kalıyordu. Boğazların idaresi ise düşman devletlerin ezici çoğunluğa sahip olduğu bir komisyona verilecekti.
Sadrazam Damat Ferid bu başarısızlıktan kısa süre sonra istifa etti ve yurtdışına kaçtı. Anadolu’da ise bambaşka bir hava esmekteydi. Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebusan’ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin’e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı (Mart 1920’de faaliyeti sonlandı ve Nisan 1920’de kapatıldı) olduğundan mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne gelmedi.
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve Antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası’nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti. 7 Ekim 1920’de Ankara İstiklal Mahkemesi, Sevr’i kabul eden Damat Ferit ile imzalayan Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşat Halis’i idama mahkûm etti. Antlaşmada imzası bulunan Heyet üyeleri 23 Nisan 1924 tarihinde TBMM tarafından 150’likliler listesine eklendi. 28 Mayıs 1927 tarihli yasayla da yurttaşlıktan çıkarıldılar.
Meclis zaten kuruluşundan hemen sonra, 16 Mart 1920 itibariyle İstanbul Hükumeti tarafından imzalanan hiçbir belgenin tanınmayacağını belirtmişti. Doğal olarak Sevr Antlaşması da bu sınıfa girdi. Ankara Hükumeti o sırada İstiklal Harbi’nin planlarını yapıyor, özellikle Rusya ile görüşerek para ve teçhizat desteği arıyordu.
21 Ağustos 1920’de Yüksek Komiserler Vahdettin’i ziyaret ederek Milli Hareket’in bastırılmasını istedi. O gün Vahdettin’le bizzat görüşen İngiliz Amiral de Robeck, İngiliz Dışişleri’ne şu bilgileri vermişti: “Vahdettin, Türkiye’nin ölüm fermanı demek olan Sevr Antlaşması’nın imzalanması için emir verirken gelecekte İngiltere’nin yardımına dayanacağı ümidi beslediğini… yaşayacak olduğu taktirde bir dost yardımına ihtiyacı olduğunu… belirtmiştir.”[v]
10 Ekim 1920’de Yüksek Komiserler, bu kez Vahdettin’den Sevr’in kabulü için Ankara’yı ikna etmek üzere Anadolu’ya bir heyet göndermesini istediler. Tevfik Paşa Hükümeti 4 Kasım 1920’de, gidecek heyete, “Hükümet Sevr Antlaşması’na uymakla yükümlüdür. Ankara Sevr’i kabul etmelidir” talimatını verdi. 5 Aralık 1920’de Atatürk, Vahdettin’in Anadolu’ya gönderdiği heyet ile Bilecik’te buluştu. Ancak heyetin İstanbul’a dönmesine izin vermeyip Ankara’ya götürdü.
Sevr Antlaşması resmen onaylanmadığı için hukuken girmese de fiilen yürürlüğe girdi. Örneğin, imzalanmasından iki gün sonra, 12 Ağustos’ta Yunanlılar Sevr’de ifade edildiği biçimde, İzmir’in yönetimini resmen devraldılar. İzmir’de Yunan yasaları kabul edilip Yunan mahkemeleri kuruldu. 22 Ağustos’ta İstanbul hükümeti, Sevr Antlaşması’yla terk ettiği yerlerdeki memurların maaşlarını kesti. Sevr’deki gibi kapitülasyon sistemi yürürlüğe kondu. Türk maliyesi tamamen Müttefiklerin denetimine geçti. Müttefikler, Sevr’deki gibi İstanbul’u ve Boğazları ellerinde tutup yönetiyorlardı. Hükümeti ve orduyu denetliyorlardı. Silahlara el koymuşlardı.[vi]
Sevr Antlaşması ve ek üçlü antlaşmaya göre Türkiye’ye kalan yerler: Bolu, Adapazarı, Zonguldak, Kastamonu, Sinop, Samsun, Ordu, Giresun’un batısı, Amasya, Tokat’ın kuzeyi, Elazığ’ın kuzeyine uzanan bir koridor… Yozgat, Çorum, Çankırı, Kırşehir, Ankara, Nevşehir’in ve Konya’nın kuzeyi, Afyon’un doğusu, Eskişehir, Bursa’nın doğusu, Bilecik’ti. Yani Sevr Türkiye’si, bugünkü Türkiye’nin üçte biriydi…
Sevr, başında yetkileri elinden alınmış kukla bir halifenin bulunduğu, (Madde; 36, 139), ordusu, donanması, hava gücü olmayan, askeri okulları kapatılmış (Madde; 168), tüm zenginlikleri elinden alınmış, borçlu, kapitülasyonlarla sömürülen, çok hukuklu, sürekli Batı’nın denetimi altında tutulan, Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmış çok küçük bir Türkiye bırakıyordu. 152-155 arası maddelere göre; 50 bin kişilik bir askeri birlik dışındaki tüm ordu terhis ediliyordu. 168. maddeye göre tüm askeri okullar kapatılıyor, “Askere Alma” başlığını taşıyan 165. maddeye göre “zorunlu askerlik” kaldırılıyor ve süresi 12 aya indiriliyordu. Sevr; siyasi, ekonomik, askeri, kültürel olarak “tam bağımlı” bir Türkiye projesiydi.[vii]
Barış anlaşması diye masaya konan Sevr Anlaşması Türk’ün ölüm fermanıydı. Bu anlaşma ile ordunun, yönetimin, halkın ekonominin can damarları kesilmiş, bir daha canlanmamak üzere ve mukavemet edemeyecek tarzda direnişi ilelebet kırılmıştı. Maddi, askeri, siyasi, dini alanda kumpasa mağdur kalan ülkenin saltanatı, direnmeyi düşünmediği için işgalcilerin zulmü yurdun içlerine kadar uzanmış, nice Ayşe’ler kirletilirken, masumlar öldürülmüş, haneler yakılmıştı.
Atatürk’ün ifadesiyle, “Türk Milleti’ne kurulan büyük suikast” olan Sevr anlaşması ile Anadolu’nun % 60’tan fazlası işgal edilmiş, ordu askersiz-silahsız bırakılmış, tersaneler kapatılmış, yeni vergiler tahsis edilmiş, ulaşım pasaporta, gıdalar karneye bağlanırken, nice kahraman vatan evlatları casusluk iddiası ile keyfen idam edilmişti. El konulan servetler, mahsuller, kısıtlanan haklar, edilen işkenceler de cabasıydı.
Sevr, Türk’ün esaret bilmez karakterine vurulmuş en ağır darbeydi, İstiklal Harbi ise ‘yok etmek isteyenlere karşı yok olmayacağız’ isyanıydı. Türk İstiklal harbi ateş çemberi içerisinde muharebe meydanlarında ve diplomasi yoluyla kazanılan bir seri başarı ile zafere ulaşmıştı. Zordu, riskliydi ama aklı kullanmakla, cesaretle, vatan aşkıyla ve elbette Atatürk ile kazanıldı.
Yunan ilerleyişi Ankara sırtlarına dayandığında dahi inancını yitirmeyen Atatürk, hazır olmadan icra edilecek bir karşı taarruzun kesin başarı getirmeyeceğini bilmekteydi. Bu nedenle 23 Ağustos – 13 Eylül 1921 tarihleri arasında yaşanan ve Atatürk tarafından çok büyük ve kanlı savaş anlamına gelen Melhame-i Kübra ifadesi ile anılan Sakarya Meydan Muharebesi büyük bir zaferle kazanılmış olsa da neredeyse bir yıl beklemeyi ve hazırlanmayı seçmişti. (Sakarya Meydan Muharebesi, Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktasıydı ve 13 Eylül 1683 günü Viyana’da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durdurulmuştu.)
Kaderin müstesna evladı ; Atatürk bu satırlara sığmayacak kadar yücedir, emsalsizdir lakin kitaplar dolusu yazsak da bitiremeyeceğimiz için tavsiyem hayata bakmanız, hayatın ince ayrıntılarına ve bugün yaşadığımız güven ve refaha bakmanız…. her şeyde, her başarıda O’nu göreceksiniz.
[i] (Atatürk 1929 yılında dünyada başlayan ekonomik kriz Türkiye’yi de etkileyince vekil maaşlarını 500 liradan 350 liraya (% 30 indirim) düşürülmesini istedi. Teklif 5 Mart 1931’de TBMM’de kabul edildi, 11 Mart’ta resmi gazetede yayınlandı.)
[ii] (Atatürk, 4 Mayıs 1920’de yayımladığı bir genelgede, “Milli irade fiilen vatanın mukadderatına el koymuştur” dedi. Meclis’te kürsünün arkasındaki duvara önce “İşlerinizi meşveret ediniz” sonra “Hâkimiyet milletindir” daha sonra da “Egemenlik ulusundur” levhaları asılacaktı…)
[iii] (Yunus Nadi, Ankara’nın İlk Günleri, İstanbul, 1955, s. 98-100.)
[iv] (İstiklal Savaşı’nın sırrı: GÜÇLÜ MECLİS, 13 Şubat 2017, Sinan Meydan)
[v] (Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Ank., 1991)
[vi] (Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, 6. bas. Ankara, 2007, s. 385,386)
[vii] (Türk Milleti’ne suikast: Sevr, 7.8.2017, Sözcü gazetesi, Sinan Meydan)