Osmanlı yükseliş dönemlerinde kapitülasyonları lütuf olarak bahşetmekteyken, duraklama ve çöküş dönemlerinde sadece borç almamış, verdiği tavizlerle dert almıştı. Alınan borçlar; doğru hesaplanmadığı, doğru yerde kullanılmadığı, israf edildiği ve üretime sevk edilemediği için de sürekli artarak devletin elini kolunu bağladı. Nihayet içine düşülen aciz durum, alınan her bir borca karşılık taviz ve imtiyaz verilmesine sebep oldu. Sonuçta devletin hazinesi yabancılara geçerken, her türlü vergi ve kurum yabancılarca işletilir, vergiler bile onlar tarafından toplanır oldu. Hatta bu maksatla askeri birlikler bile kuruldu. Osmanlı’yı ne olursa olsun yaşatmak bahanesine sığınılarak ve sözde barışı muhafaza adına yapılan bu ihanet, padişaha uzun bir saltanat nasip ederken, devletin sonu oldu.
Atatürk’e göre kapitülâsyonların tarihi ve başlangıcı şöyleydi;
“Hepiniz anımsayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun düşünüş biçimine göre antlaşma, birbiriyle eşit milletler arasında yapılırdı. Halbuki Venedik, o zaman Osmanlı Devleti’ne eşit olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya emri altında idi. Bu nedenle Padişah, böyle bir hükümetle antlaşma yapamazdı; fakat ona izinlerde bulunabilirdi ve izinlerde bulundu. İşte bu izin kelimesi, kapitülâsyonlar kelimesiyle çevrilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülâsyon kelimesi, bir kale içinde kuşatılan, savunulacak gereç ve araçlarını kullandıktan sonra teslimini bildirmek zorunda kalanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların iznini çevirirken kullanmış bulundular.” 1923
Bu taviz ve imtiyazların zararı ise milletin elini kolunu bağlaması, devletin çökmesi şeklinde kendisini gösterdi. “Kapitülâsyonlar, bir devleti kesinlikle çökertir. Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslâm İmparatorlukları bunun en büyük kanıtıdır.” 1923
Şöyle diyordu;
“Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti “uhud-i atika” adı altında bir takım kapitülâsyonların esiri idi. Memleket içindeki Hıristiyan unsurlar birçok ayrıcalıklara, bağışıklıklara sahip bulunuyordu. Bir devlet, kendi memleketinde bulunan yabancılara yargı hakkını uygulayamazsa, bir millet, kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan almaktan alıkonulmuş bulunursa, bir devlet kendi yaşamını kemiren kendi içindeki unsurlar hakkında önlemler almaktan alıkonulursa böyle bir devletin, egemenliğine sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur mu? İşte Osmanlı Devleti böyle bir halde idi. Bu kadar da değil… Osmanlı Devleti, kendisini kuran esas unsurun, milletin insanca yaşamasını temin edecek işlere de girişmekten alıkonulmuştu. Memleketi bayındır duruma getiremez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya giriştiği zaman derhal yabancılar karışır, hatta bir okul yapmak istediği zaman bile karışmayla karşılaşırdı. Belirtmeye değer ki, bütün bu fenalıklar, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından, devletin güçsüzlüğünden ileri gelmiş değildi. Tam tersine bütün bu tutsaklık zincirleri devletin en güçlü, en kuvvetli bulunduğu bir zamanda boynumuza, devletin boynuna geçirilmiştir.
Efendiler, bu halin sebebini devlet kavramını anlayış şeklinde aramak gerekir. Biliyorsunuz ki tacidarlar, hükümdarlar ve özellikle kendilerine “Allah’ın Gölgesi” diyen padişahlar, memleketi kendi mülkü ve bütün temel unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız emrine boyun eğen bir kitle sanırlar. Bundan başka padişahların etrafında birtakım çıkarcılar bulunur ki, onlar da padişahın lütfuna, himayesine erişmek için bu görüş tarzını iyi imiş gibi gösterirlerdi. Bütün bu görüş ve yorumlar karşısında masum millet, gerçekten bunun doğru olduğunu, dinin gereğinden olduğunu farz ve zanneder. İşte Osmanlı padişahları, milletin bu anlayışından yararlanarak milletin hakkı olan, milletin şerefi, onuru ve bütün varlığıyla ilgili olan birçok kaynakları, hediye ve bağış olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Biliyorsunuz ki ilk kapitülâsyon Fatih zamanında, İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine çok iyi biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hıristiyan unsurlara ayrıcalık, aynı tarihte verilmiştir.
Fakat milletin yaşamsal kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu ayrıcalıklar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya başladı. Katlanamamaya başladı. Onları, bir hediye ve bağış olarak alanlar, sonraları bu ayrıcalıkları bir kazanılmış hak saydılar. Onunla da yetinmediler. Her fırsattan yararlanarak onları artırmak ve genişletmek yollarına gittiler. Hükümeti korkutmaya kalkıştılar.
Efendiler, görkem ve gösteriş içinde zaman geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve ileri gelenleri, debdebeyi devam ettirmek düşüncesindeydiler. Onun için devletin gerçek kaynaklarını kuruttuktan sonra gereksindikleri parayı dışarıdan sağlamaya kalkıştılar. Bunun için de birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün kaynaklarını vermek ve onur ve şerefini feda etmek suretiyle o borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödeyemeyecek hale geldiler. Devlet, cihan gözünde iflâs etmiş sayıldı. Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar gösterdiği manzara şu idi: Memleket içinde bütün Hıristiyan unsurlar, esas unsurun çok çok üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip… Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü özel örgüte sahip ve dışarının sürekli kışkırtmalarına ve koruyuculuğuna erişmiş. Devlet ve Hükümet ise bunu önlemekten âciz.
Çünkü bütün bu zararlı girişimlerin dayanak noktası, dışarıda birtakım kuvvetli devletler idi. Dışarıdaki devletler hem bir taraftan içerideki unsurları, devlet ve memleketi tahrip etmeye ve birtakım bağımsızlıklar oluşturmaya kışkırtıyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların adına ve hesabına karışıyor, çalışıyor ve bu şekilde bütün dünya gözünde Osmanlı Devleti’nin hiçbir değer, erdem ve onuru kalmıyor, devlet onuru adına hiçbir şey kendisinde var kabul edilmiyor, âdeta koruma ve vesayet altında bir toplum gibi kabul olunuyordu. İşte bu acı darbenin son evresi olmak üzere memleket ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, memleketin başında bulunan Saray, Babıâli ve bütün bunlara bağlı olan kişiler o düşmanlarla beraber olarak milletin peşini bırakmadılar; en son cinayeti işlediler.” 1923
“Kapitülâsyonların, söz konusu edilmesi ve görüşülmesi bile millî onurumuza yöneltilmiş bir hakarettir. Kapitülâsyonların Türk milleti için ne derece iğrenç bir şey olduğunu size tarife gücüm yetmez. Bunları, diğer şekil ve isimler altında gizleyerek bize kabul ettirmeyi başaracaklarını düşünen ve hayal edenler bu konuda pek çok aldanıyorlar. Çünkü, Türkler kapitülâsyonların devamının kendilerini pek az bir zamanda ölüme götüreceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak yok olmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye ve savaşmaya karar vermiştir.” 1922
Osmanlı, 19. yüzyılda merkezi devleti güçlendirmek isterken sürekli Avrupalı devletlerden yardım ve akıl istedi. Avrupalı devletler, Akdeniz’e inmek isteyen Rusya’ya engel olacağı düşüncesiyle Osmanlı’yı bir süre desteklediler. Bunun karşılığında Osmanlı’dan ödünler, ayrıcalıklar, imtiyazlar kopardılar. Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı ekonomisi her bakımdan Avrupa sermayesinin denetimine girdi. 1838’de İngiltere ile Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nın imzalanması, 1854’te yüksek faizle dış borçlanmanın başlaması, 1856’da yabancı sermaye yatırımlarına izin verilmesi, 1867’de yabancılara toprak satılmaya başlanması, 1850’lerden itibaren yabancı sermayeye demiryolu imtiyazları verilmesi ve 1881’de Duyunu Umumiye’nin kurulmasıyla devletin temel gelir kaynaklarının yabancıların yönetimine bırakılması gibi adımlarla Osmanlı ekonomisi tamamen dışa bağımlı hale geldi. Osmanlı ekonomisinin çöküşünde yabancılara verilen ayrıcalıkların etkisi büyüktü. Bu nedenle Atatürk, 1923’te ancak “bağımsızlığımıza saygılı olmak” ve “kanunlarımıza bağlı kalmak” koşuluyla yabancı sermayeye kapılarımız açıktır demişti.
Kapitülasyonların kaldırılmasının yeri Atatürk’te her zaman bir başka olmuştu. O Osmanlı’dan devralınan borçların, Milletin boynuna takılmış kement olduğunun farkındaydı ve ekonomik hayatta bir daha bu yanlışa düşmeyecekti. Düşmedi de. Lakin O’ndan sonrakiler yazık ki Osmanlıyla aynı yanlışlara imza atarak… esir ve muhtaç oldular.
“Bugün için ticaretimiz hakkında ne düşünüyorsun diye sorarsanız, bu soruya bir tek cevap vereceğim. Bugün için düşündüğüm tek şey, kapitülâsyonlardır. Maddeten, fiilen, kanla kaldırılmış olan kapitülâsyonların, bir daha dirilmemek üzere ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. Ticaretimizin de, sanayimizin de, her çeşit ekonomimizin de gelişme ve yükselmesi, ancak buna bağlıdır.” 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 136)
“Her şeyden evvel şurası bilinmek gerekir ki Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kapitülâsyonların bırakılmasını asla kabul etmeyecektir. Şayet yabancı uyruklar, eskiden olduğu gibi bundan sonra da kapitülâsyonlardan yararlanmayı düşünüyorlarsa aldanıyorlar. Kapitülâsyonlar bizim için mevcut değildir ve asla mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin bağımsızlığı her alanda tamamen ve toptan onaylamak koşuluyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır.” 1922 (Atatürk’ün S.D.UI, s. 49)
Savaştan yeni çıkmış, eğitimsiz, borçlu, sanayileşememiş, iflas etmiş Türkiye’yi mümkün olduğunca dış borç almadan, kendi kaynaklarını kullanarak, yerli-milli, devletçi yönü ağır basan karma ekonomiyle ayağa kaldırdı. 15 yılda fabrikalar, bankalar, limanlar, demiryolları kurdu. Onun döneminde Türk parası hiçbir zaman “pul” olmadı.
“Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketimizi haraplığa sürükleyen çeşitli sebepler içinde en kuvvetli ve en önemlisi, ekonomimizde bağımsızlıktan yoksun olmamızdır. Memnunluğa ve övünmeye değer ki, bu bağımsızlığı bugün fiilen elde etmiş bir durumda bulunuyoruz. Ancak, fiilen sahip olduğumuz bu bağımsızlığı, düşmanlarımıza şeklen ve resmen de onaylatmak gerekmektedir. Devletin ve milletin son hedefi, işte bu noktayı sağlamaya yönelmiştir. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı sağlamada başarı kazanılacaktır. Bu nokta o kadar önemli ki, onu kesinlikle elde edeceğiz!” 1923