İstiklal Savaşına başladığı sıralarda Atatürk’e dediler ki:
-Nasıl mümkün olur? Ordu yok!
-Yapılır, dedi.
-İyi ama bunun için para lazım… o da yok?
-Bulunur, dedi.
-Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük hem de çok!
-Olsun, yenilir, dedi. O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla vadetmedi. Bir devlet şefinin kendisini millete sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil miydi?
Berthe G. Gaulis Çankaya Akşamları eserinde Atatürk’ü şöyle anlatıyordu;
“Mustafa Kemal Paşa, gerek asker sayısı, gerek malzeme durumu bakımından üçe karşı bir ile savaş vermiş, kendi kaynaklarıyla, şimdiye dek duyulmamış bir sonuç elde etmişti. Ama bunlar yetmiyordu. Siyasi ve diplomatik bir sonuç elde etmişti ama bu da yetmiyordu. Hasmın hatalarından yararlanıp, çok defa tahrik ederek ve her zaman da tahmin isabeti göstererek bu savaşı az görülmüş bir ustalıkla, taktiklerin en becerikli olanı ile idare etmişti. İngiliz, Rus, Doğu oyunlarını aynı zamanda takip edebilmek için her defasında, her birinin kuvvet ve zaaflarını tanıyabilme bilgisi gerekirdi. Mustafa Kemal elde edilmiş üstünlüklerle kendini sarhoş etmekten kaçınmasını bilmişti. Hücumu veya karşı koyuşu tam berraklık içerisindeydi. Bir kere nefreti yoktu. Bu da O’nu gereksiz, acele davranışlardan alıkoyan, yararlı zamanın beklenmesini sağlayan nadir görülmüş bir üstünlüktü.
Büyük çılgınlıkların öncüsü gibi ihtiraslı davranışları yok, sadece zamanı gelir gelmez süratli karar vermek vardı. İşi daima kendisi idare eder, hiçbir zaman kendisini idare ettirmezdi. Her an tetikteydi ama aslında hiçbir şeyden hiç kimseden çekinmemekteydi. Her gün vaktini, metotlu gücünü biri diğeri kadar acil yedi sekiz hayati olay arasında sarf etmekteydi. İngiltere O’nu kullanmayı düşünmüştü ama O kendisini zapt ederek ölçüsünü korumuştu. Çok defa etrafındakiler içinde O’nun düşüncelerini anlamaktan uzak olanlar, kızarlar, kendilerinden geçerlerdi. O söyletir, dinler, beklerdi. Kendi öz basını onu eleştirir ama o basına da dokunmazdı.
Parlamentosunun şahlandığı da olur onu karşısına alır ama o belirsiz gülümsemesini muhafaza ederdi. Bir an gelir meclisteki bu kişiler hep birden patlama noktasına gelirdi. O da beklediği bu zamanda müdahalesini yapar, durumu tek bir kelime, tek bir hareketle düzeltir, sonra bununla kendi dünyasını birleştirirdi. Her sözü, her tavrı vaktinde gelmişti. İngiltere ve İslam dünyasının (Fransa daha az) hiçbir yanı O’na meçhul değildi. Fransa’yı da okuduklarından biliyordu. O’na göre Fransa benliğini ortaya koyamamıştı. İlkesi ise hiçbir zaman vazgeçmemekti.”
Çanakkale’de uyanan Milli his kendisini çok değil beş yıl sonra bu kez Anadolu içlerinde de gösterecek, bağımsızlık uğruna canları ve malları ortaya koymak gereğini öğreten Atatürk önderliğinde yapılan bu savaşta tüm dünya, kahramanlık ve fedakarlığın emsalsiz örneklerini görecekti. Lakin bunun için Osmanlı’nın bittiğini ve pansuman tedbirlerle kurtuluşun mümkün olamayacağını halka öğretmek, anlatmak gerekiyordu. Bu yapılmalıydı ki milli egemenliğe dayanan, tamamen müstakil bir devletin tesisi mümkün olabilsin. İşte bu gaye Kurtuluş savaşının baştan sona ana gayesi olmuştu;
“Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükûmet, bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım manasız sözlerden ibarettir. O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi? Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.” (1927)
“Millî mücadelenin maksat ve gayesi tam istiklâlini ve kayıtsız-şartsız egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir. Millet, dış istiklâlini kazanmak için, lâzım gelen hattı hareketini misakı millî ile ifa etmiştir. Millî hakimiyetini elde edebilmek için, takibi lâzım gelen hareket hattını da Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile tespit etmiştir.” (1923) diyordu.
“İstanbul’u terk etmek zarureti, İstanbul’da hasıl olan elim şartlardan idi. Anadolu’ya geçmekteki maksadım, Anadolu’nun ortasında ve Türk milletinin büyük kütlesi içinde, Türk milletinin yüksek seciyesine ve sarsılmaz azim ve imanına dayanmak idi. Bundan başka hiçbir tedbirin memleket ve milletin derin yarasına çare olamayacağına kesin kanaat hasıl etmiştim. Onun için Samsun’a ayak bastığım dakikada aldığım ilk tedbir, Samsun ve havalisine dair yanımda bulunanlara gereken emirleri ve talimatı vererek hemen güneye yürümek oldu” 1924 diyen Atatürk’e göre kurtuluş İstanbul’dan ve İstanbul hükümetiyle mümkün değildi, Anadolu’ya geçmek ve orada teşkilatlanmak gerekmekteydi.
Nitekim kurtuluşun mümkün olduğuna inanmayanları utandıran şey Atatürk’ün Samsun ve Anadolu halkının gözlerinde gördüğü bağımsızlık özleminin hiç sönmeyen ateşiydi. O bunu şöyle ifade ediyordu;
“Samsun’a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım. Gördüm ki, memleketin ve milletin temayülü istiklâl müdafaasında tereddüt edenleri utanılır mevkiinde bırakabilecek mahiyettedir. Filhakika iki seneden beri bütün dünyanın şahit olduğu olaylar düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında hakikî salâbet olduğunu ispat etti.” (23 Nisan 1921)
Bu yola çıkarken O’nun, heyetinin ve aziz milletin kendi öz varlığından başka elinde bir kıymet ve gücü yoktu. Lakin gözlerden okunan hararet ve manevi kudret en büyük güç kaynağıydı, zafere kadar da sürmüştü;
“Ben, 1919 senesi mayıs içinde Samsun’a çıktığım gün elimde, maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk Milleti’nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu millî kuvvete, bu Türk Milleti’ne güvenerek işe başladım. Ben, Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum.” 1937
Milli mücadelenin kırmızı çizgilerini ve hedeflerini Atatürk şöyle anlatıyordu;
“Verdiğimiz kararın uygulanmasını temin için henüz milletin alışık olmadığı meselelere temas etmek lâzım geliyordu. Umumca söz konusu olmasında büyük mahzurlar tasavvur olunan hususların konuşulmasında kesin zaruret bulunuyordu. Osmanlı hükûmetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak mukabele ve onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu mühim kararın bütün gerek ve zaruretlerini ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette doğru olmazdı.
Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalar ve hâdiselerden istifade ederek milletin hislerini ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lâzım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz sene içinde yaptıklarımız bir mantık dizisi ile düşünülürse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz umumî istikametin, ilk kararın çizdiği hattan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür.” 1927
Tüm bu zor şartlar altında dahi ulusuna umudu ve inancı aşılayabilen Atatürk bu mübarek davada bağımsızlığın kazanılacağına, namus ve şerefli bir yaşama kavuşulacağına olan inancını daha ilk günlerden haykırıyordu; “Biz bir amaç takip ediyoruz. Bu amacımız öteden beri muhtelif vesilelerle ifade edilmiştir. Ben şimdi de onu tekrar ediyorum: Milletin, devletin bağımsızlığını muhafaza etmek. Bunun içinde namus ve şeref tamamen yer alacaktır. Müstakil olarak milletimizin muayyen hudutlar dâhilindeki tamamiyetini muhafaza etmektir. Bunun için muharebe ediyoruz. Efendiler; memleketimizin ellide biri değil, her tarafı tahrip edilse, her tarafı ateşler içinde bırakılsa, biz bu topraklar üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy tahrip edilmiş diye burada feryada lüzum yoktur. Ben size açık söyleyeyim; efendiler bazı yerler işgal edilmiştir bunun üç misli daha işgal edilmiş olunabilir. Fakat bu işgal hiçbir vakitte bizim imanımızı sarsmayacaktır.” (1920)
Misak-ı Milli bu kutsal mücadelenin anayasası hükmündeydi ve bağımsızlığın da zaferinde tek şartı bu yeminle ifade edilen sınırlara erişmek ve bu sınırlar dahilinde hür yaşayabilmekti; “Kurtuluş kuralımız olan Misak-ı Milli’yi tarih sayfasına yazan, milletin demir elidir. Elde edilecek neticeye de milletin kendisi gözcü olacaktır. Millet, yalnız kendi kolları ve kendi kanıyla değil, aynı zamanda kendi başı ve kendi dimağıyla kazandığı egemenlik ve bağımsızlık cevherini, son felâkete kadar büyük bir saflık ve dalgınlıkla kendisine rehber tanıdığı ve derin bir teslimiyetle hayatını koruyucu saydığı şahıs ve yönetim şekillerine artık emniyet edemez. Millet, bundan sonra, hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına bizzat kendisi gözcü olacak ve vatanın her tarafında yine yalnız kendisi ve kendi iradesi egemen olacaktır.” 1923
“Bağımsızlık gayesinin elde edilişine kadar, tamamıyla milletle birlikte, fedakarane çalışacağıma mukaddesatım namına yemin ettim. Artık benim için Anadolu’dan hiçbir yere gitmemek katidir” (1919) yeminiyle Samsun’da karaya ayak basan Mustafa Kemal için Anadolu’nun uyanışı coşkun bir sel gibi topraklarımıza yayılmakta olan zulmü silip atmaya muktedirdi; “Millî irade kendi istikametinde bir nehir gibi coşup taşacaktır. Mücadeleyi her noktasından düşünerek uyanış ve coşkunluk hasıl olmuştur. Sadece dayanıklı olmak ve vazifede kusur etmemek temel şarttır.” (1919)
Lakin bu mücadele kesintisiz ve sarsılmaz bir inancı, güveni, azmi gerektirmekteydi; “Millî dava ancak bu inanç, bu irade ve azimle gerçekleştirilecektir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken değersiz şahıslarımız değil, millî kurtuluşu temin edecek olan fikirlerdir.” (1919) Bunun da yolu evvela silahlı mücadeleydi; “Bizi imha etmek görüşü karşısında mevcudiyetimizi silahla muhafaza ve müdafaa etmek pek tabiîdir. Bundan daha tabiî ve daha meşru bir hareket olamaz.” (1921)
Türk askeri asırlarca boş heves ve gayeler uğruna, birilerinin ve makamların devamı uğruna savaştırılmış, her seferinde zafer bile kazanılmış olsa yaşamına bir kazanç katamamış, ötelenmiş varlığını yüceltememişti. Kurtuluş savaşı bu anlamda Türk’ün ilk defa ülküsü uğruna verdiği mücadele olması bakımından emsalsizdi ve kazanan bu kez şahıslar değil millet olacaktı; “Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa olarak ülküleri uğrunda asil bir maksatla harp etmiş bulunuyorlar. Askerlerimiz, ayakları altında bir metre yüksekliğinde çukur, çamur bulunmasına rağmen düşmanlarına karşı koşa koşa, sevine sevine gidip harp etmişlerdir.” 1925 Bu inanç aynı zamanda İstiklal Harbi’nin ana gayesi ve başlıca güç kaynağıydı.
Nitekim muharebeler sürdükçe kahraman Türk halkı ve ordusu ülküsü uğruna daha neler yapması gerektiğini öğrenmiş ve yapmaktan çekinmemişti. Başarıyı getirecek olan da bu azim ve kararlılıktı; “Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam, yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki, bu muharebe subay muharebesi olmuştur. Bu sebeple subay arkadaşlarımın en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar kıymet ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım. Fertlerimizi övüşten, övmeden çok yüksek görürüm. Zaten bu milletin evlâdı başka türlü tasavvur edilemez. Bu milletin evlâtlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. Askerlerimiz hakkında yeni bir şey ilâve etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu muharebelerinin manasını anlamış, yeni bir ülkü ile muharebe etmiştir. Böyle evlâtlara ve böyle evlâtlardan mürekkep ordulara malik bir millet, elbette hakkını ve bağımsızlığını bütün anlamıyla muhafaza etmeğe muvaffak olacaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından mahrum etmeye kalkışmak hayal ile vakit geçirmektir.” 1921
Bu kutsal mücadelede vatanın her karış toprağı aynı derecede kıymetliydi ve kurtuluş ancak topyekun bir anlayış ve tüm toprakların zulümden temizlenmesi şartıyla mümkündü; “Müdafaa hattı yoktur, müdafaa sathı vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir.” 1921
Bu kurtuluşun ise saraydan ve İstanbul’dan gerçekleşemeyeceği kesin, Anadolu’nun bağrından filizleneceği açıktı;
“Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün aydınların, herkesin hazır olması lâzımdır. İstanbul’a gitmeyeceğiz. Anadolu, en büyük hazinedir. Vatanın sinesinde kurtuluş çarelerini beraberce ölünceye kadar aramaya, temin etmeye çalışacağız.” (1919)
Bu inançla başlayan milli mücadele elbette sayısız tereddütlerle yapılacak, pek çok sorun ve kayıp olacaktı. Oldu da. Lakin İnönü zaferiyle bir anda güven kazanan bu haklı direniş artık geri dönülmez bir yolun da başlangıcı olmuştu; “Birinci İnönü Meydan Muharebesi, inkılâp tarihimizin çok mühim, çok verimli bir sayfasıdır. Gelecek nesiller ve bütün dünya bu sayfayı araştırıp inceledikçe, Türk inkılâbını yapan bugünkü Türk ordusunu ve bu orduyu bağrından çıkaran bugünkü Türk topluluğunu, elbette saygı ile anacak ve takdir edecektir.” 1925
Burada kazanılan zafer milli mücadeleye ruh katan o eşsiz vatan sevgisinin ve bağımsızlık özleminin eseriydi ve bu yüzden çok kıymetliydi; “Birinci İnönü muharebe meydanının ufuklarında yükselen zafer güneşi, Türk milletinin yüksek fazilet ve maneviyatının belirtisidir. Bu doğuş karşısında, büyük bozgunlar oldu! Birinci İnönü Zaferi, İkinci İnönü Zaferinin, Sakarya büyük kanlı savaşının ve en nihayet Türk vatanının, Türk bağımsızlığının ilk zafer müjdecisi olmuştur. Bu sebeple Birinci İnönü Meydan Muharebesi’ni kazanan Türk ordusunun bütün mensupları, dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir menkıbe sahibi olarak edebiyen yaşayacaklardır.” 1925
Atatürk yaşananları şöyle anlatıyordu; “Yaşama ve bağımsızlık gayemiz, istilâ ve tecavüz hırsıyla çarpışıyordu. Nihayet Ocak ayının on birinci günü sabahı muharebe meydanı, meşru gayenin zafer fecrine bir belirti alanı oldu. Yeni Türkiye Devleti’nin küçük, fakat millî ülkülü genç ordusu, en dar bir hesapla üç misli düşmanı İnönü Meydan Muharebesi’nde mağlup etti. Strateji sanatının en nazik gereklerini isabetle uyguladı. Yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlık tutkusu, mütevazı bir varlık içinde söndürülmesi imkânsız bir ateşin imha edici alevleriyle kendini ve yeni devletin yapısındaki manevî sağlamlığı Birinci İnönü Meydan Muharebesi’nde dünyaya ispat etti.” 1924
İkinci İnönü muharebesinin kıymeti de ilk zaferin tesadüf olmadığının gösterilmesindeydi. Çünkü işgal orduları artık ilerleyişlerinin kolay olmayacağını anlamış, Ulus savaşın kazanabileceğine artık inanmaya başlamıştı; “İkinci İnönü Muharebesi, milletimizin davasındaki isabet ve kutsallığı bütün dünyaya duyurdu. Yunan iddialarındaki sahtelik de bütün dünyaca anlaşıldı. Yunanlılar, meselenin tahmin ettikleri kadar basit olmadığını İkinci İnönü Muharebesi’nde anladılar. Bunun üzerine genel seferberlik şeklinde esaslı bir surette tedbirlere başvurdular. Bütün ordularıyla ciddî bir sefere karar verdiler.” 1922
İkinci İnönü Zaferi üzerine, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği telgrafta Atatürk şöyle diyordu; “Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Muharebelerinde yüklendiğiniz vazife kadar ağır bir vazife yüklenmiş komutanlar enderdir. Milletimizin bağımsızlığı ve hayatı, dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören komuta ve silâh arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters giden talihini de yendiniz. İstilâ altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istilâ hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu. Adınızı, tarihin iftihar kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedî minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükselme pırıltısı ile dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını ve hâkim olduğunu söylemek isterim.” 1921 Çünkü bu zafer Anadolu bozkırlarında güçlü düşmana karşı daha toparlanamamış kuvvetlerle kazanılan ilk zaferdi, umuttu, harbin neticesine de ima kazandıran bir başarıydı.
Sakarya doğusuna kadar çekilmek ve toparlanmak mecburiyetindeki kahraman Türk ordusunun kazandığı zafer ise sonraki başarıların da ayak sesleri olması yanı sıra Milletin aziz yurtseverliğine ve yüceliğine delildi. Atatürk Sakarya’yı şöyle anlatıyordu;
“Afyon, kat’i neticeyi teminde çok hesaplı ve belki bu itibarla daha büyük harekâta sahne olmuş ise de Sakarya’nın kıymet ve azameti hiçbir zaman eksilmez. Gerçi, Sakarya da hesapsız bir meydan muharebesi değildi. Fakat bunun hesabı yalnız çok büyük milletimizin yurtseverlik ve yüceliğine dayandırılmıştı. Millet, kendisinde mevcudiyetine emin bulunduğumuz bu yurtseverlik ve yüceliği fazlasıyla gösterdi. Büyük Millet Meclisi’nin verdiği salâhiyetlerle donanmış Başkomutan, bir iki beyanname ile millete vaziyeti ve vazifeleri ihtar etti. Bu hitap, bütün bir milleti, bütün bir hükûmet teşkilâtını şahlandırmaya kifayet etti. O zaman her taraftan koşuldu ve ancak böylelikledir ki Sakarya’da Türk tarihinin harikası gerçekleşti.” 1924
Atatürk yıllar sonra Yunus Nadi’ye verdiği bir demecinde Sakarya Meydan Muharebesi’ne ait şöyle bir hadise anlatacaktı;
“Tepe, düşman ateşinin odaklaşan yoğunluğu ile âdeta yanardağ manzarası veriyor. Oradaki yetersiz kuvveti durmaksızın takviye etmek lâzım. Şuradan gelen beş yüz, buradan yetişen bin kişilik kuvvetlere daima tepeyi gösteriyordum. “Asker! Bak şu tepeye; gördün mü, işte oraya!” diyordum. Askerler bir tepeye, bir silâhlarına bakarak koşuyorlar, tepeye çıkıyorlar ve ateşin içinde kayboluyorlardı. Bu ısrarımızın bu kadar cesur ve yılmaz bir kahramanlıkla desteklenişi, tepeyi bizde bıraktırdı. Bu netice, o gün için fevkalâde büyük bir önem taşıyordu.”
Şehadete koşarak giden, zulme isyan eden, aziz vatan topraklarını bir an önce işgalden kurtarmak isteyen askerlerimizin başarılamaz denileni çok kısa sürede başarması cihana Türk’ün yüce ve eşsiz oluşunu göstermek anlamında da önemliydi; Bu mevziler, çok ve çok sağlamdı. Bu mevzilerin savunma ile ilgili kıymetini en son tetkik eden bir İngiliz Kurmayı’nın verdiği raporda, “Eğer Türkler, bu mevzileri dört, beş ayda işgal ederlerse, bir günde düşürdüklerini iddia edebilirler.” deniliyordu. Fakat Türklere, bu mevzileri ele geçirmek, için üç dört ay değil, bir gün de değil, yalnız bir saat kâfi gelmişti.” 1922
Ordu öylesine bir heves ve arzuyla ileri atılmaktaydı ki ilerleyen orduyu durdurmanın imkanı dahi yoktu;
“… Süvarilerimizin burada gösterdiği yiğitlik, tasavvurun üstündedir ve tasviri mümkün değildir. Henüz muharebeye girmemiş taze düşman tümenlerini görür görmez, süvarilerimiz tahammül edemiyorlardı, bunları durdurmaya imkân yoktu ve derhal kılıcını çekiyor ve düşman içerisine dalıyorlardı. Gerçekten, bu kahramanlık sayesinde batıya çekilmek isteyen düşman birlikleri durmaya ve vaziyet almaya mecbur edildi ve o esnada bir taraftan piyadelerimiz ve topçularımız yetişti ve düşmanı tekrar muharebeye mecbur ettik.” 1922 Bu yüzden de düşman kaçmaya fırsat dahi bulamamıştı.
Meydan muharebesi ise tarihin şanlı sayfalarına altın harflerle kazınan emsalsiz bir başka örnekti. Atatürk o günleri 1924’te şu kelimelerle ifade etmekteydi; “Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son devresi olan 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin neticeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni yön vermekte kesin tesirli böyle bir meydan muharebesi hatırlamıyorum. Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır. Burada temelini attığımız “Şehit Asker” abidesi, işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu abide, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.”
Savaşmayı, ülkü uğruna ölümü göze almayı, zulme direnmeyi öğreten Atatürk’e göre bu zafer ulusun ortak bir gayede buluştuğu anda neleri başarabileceğini göstermesi anlamında da son derece önemliydi. O şöyle diyordu;
“Bu Anadolu Zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin, ne kadar güçlü ve ne kadar zinde bir kuvvet olduğunun en güzel bir misali olarak kalacaktır.” 1923
Elde edilen başarı ise sadece Atatürk ve komuta heyetinin değil, tüm ulusundu. “Bütün bu muvaffakiyet yalnız benim eserim değildir ve olamaz. Bütün muvaffakiyet, bütün milletin azim ve imanıyla çalışmasını birleştirmesi neticesidir. Kahraman milletimizin ve seçkin ordumuzun kazandığı başarı ve zaferlerdir.” 1928
Nitekim kahramanlıklardan sadece birini burada anarsak bu yüksek idealin ne kadar kutsal olduğunu da anlayabiliriz. Albay Reşat Çiğiltepe!
“Bu taarruz gününde, en son kanatta bir tümenimiz -57. Tümen- taarruzlarını yöneltirken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakta bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerine, etkili bir baskı yapamıyordu. O tümenin komutanı Reşat Bey adında bir zattı. Bu zatı çok eskiden tanıyorum; Muş’ta beraber muharebe yaptık, Suriye’de çok muharebeler yaptık. Çok kıymetli bir askerdi; şahsen bana sevgisi ve güveni vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize ulaşamadınız?” dedim. Cevap olarak dedi ki “Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız!” Halbuki, yazık ki yarım saatte bu hedefler ele geçirilememişti. Tekrar sorduğum zaman, telefonda Reşat Bey’in son vedanamesini okudular; orada diyordu ki: “Yarım saat içinde size o mevzileri almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam!” Bu misali, Reşat Bey’in o hareketini takdir etmek için söylemiyorum. Tabiî öyle bir muamele ve öyle bir hareket, bizce kabule değer değildir. Yalnız, ordumuzda subayların, komutanların kendilerine verilen vazifeyi yapmada gösterdiği, istekle ileri atılışı ve namus hissini göstermek isterim. Gerçekten, ordumuzdaki subaylar ve komuta yüksek heyeti, birbirlerine karşı böyle bir sevgiyle, hürmetle, inan ve güvenle bağlıdır ve üstünden aldığı emri bir namus sayarak yaparlar.” 1922
Atatürk’e göre zaferi “milletimizin azim ve iman gücü ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının süngüleri” (1922, Bursa) kazanmıştı ve asla tesadüf değildi; “Biz, bu harekâtı, neticesini tamamen bilerek yaptık. Bütün bunlar, belki bütün dünyaya hayret verecek niteliktedir. Onun için, ordumuzun kudretini anlamayan ve anlamaktan âciz olanlar, bu muazzam eseri beklenmedik bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar; fakat, hiçbir vakit öyle değildir. Harekât bütün teferruatına kadar tamamen düşünülmüş, tespit olunmuş, hazırlanmış, idare edilmiş ve neticelendirilmiştir.” 1922
“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emriyle şahlanışını Ege sularına doğru devam ettiren kahraman ordunun komutanları yönetmeyi, askerleri vuruşmayı ve topyekun ordu gerektiğinde ölmeyi bilmişti. Başarının asıl sırrı da buradaydı; “Türk kumandanları kumanda etmesini, Türk askeri ölmesini bildi. Harbi kazanışımızın sırrı bundan ibarettir.” 1922
O’na göre “Vatanın kurtuluşu, milletin görüş ve idaresi kendi alınyazısı üzerinde kayıtsız şartsız hâkim olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla olumlu ve kesin neticelere” 1922 kavuşmuştu. Ve bu zafer kişilerin değil tüm bir ulusundu; “Şunu bir gerçek olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muvaffakiyetler belli ise, inkılâplar dikkati çekici ise her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü, böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi, böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin.” 1923
“Her safhası vatan için, evlâtlarımızın torunları için şerefli hâdiselerle dolu büyük bir kahramanlık menkıbesi teşkil eden Anadolu muharebelerinin heyecan veren tafsilâtını tarihin diline terk ediyorum. Millet, milletin ruh sanatı, musikisi, edebiyatı ve bütün estetiği, bu kutsal mücadelenin ilâhî nağmelerini sonsuz bir vatan aşkının coşkun heyecanlarıyla daima şakımalıdır.” 1923 sözleriyle muharebelerin detayını tarihe bırakan Atatürk kendi payına düşenleri yapmış olmanın takdirini de yüce Ulusuna bırakmaktaydı; “Kahraman Türk ordularının kazandıkları büyük zaferlerde şahsıma düşmüş olan vazifeleri yapabilmişsem çok bahtiyarım. Yalnız bu noktada bir gerçeği açıklamak için söyleyeyim ki, benim ordularımızı yönelttiğim hedefler, esasen ordularımın her erinin, bütün subaylarının ve komutanlarının görüşlerinin, vicdanlarının, azimlerinin, ülkülerinin yönelmiş olduğu hedefler idi.” 1928
“Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz, bütün cihana karşı en yüksek hürmet mevkiini ve değer mevkiini kazanmıştır. Milletimiz çekinmeksizin iftihar edebilir. Bu, en kuvvetli şartlarla haklıdır ve ben, böyle bir milletin naçiz bir ferdi olmakla en büyük mutluluğu hissediyorum. Bu muharebe meydanlarında, emsalsiz kahramanlıklar ve yiğitlik göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin ve komutanlarımızın her biri, ayrı ayrı bir menkıbe, bir destan oluşturan harekâtını hürmetle ve takdirle anıyorum.” 1922 diyen Atatürk’e göre iftihar edilecek bu başarı milletin tarih boyu yazdığı en yüce destanlardandı.
Büyük Zafer’den sonra, İngiliz gazeteci Grace Ellison’un “Başarı kazanacağınızdan şüphe ettiğiniz oldu mu?” sorusuna verdiği cevap ise şöyleydi: “Hiçbir zaman… Henüz elimizde harp gereçleri bulunmadığı zamanlarda bile, işin bugünkü neticeleri alacağını hesap etmiştim. Taarruzumuzu tehir etmemize sebep, kan dökmemekti. Bu maksatla taarruzdan evvel Fethi Bey’i Londra’ya gönderdik. Barışı kanla değil, mürekkeple imza etmek istiyorduk.” 1923 O, halkına bu denli güven duyuyor, sevgisine ve inancına güveniyor, yarınlara ulusuyla birlikte bu denli zaferden emin yürüyordu.
O’nun Mudanya Anlaşması için beyanı da şöyleydi; “Dört senelik mesaiden sonra son kat’i muzafferiyetimiz üzerine Mudanya Askerî Antlaşması yapıldı ve barış görüşmeleri devresine geçildi. Bu görüşmelerin seyrinde de tesadüf ettiğimiz müşkülât pek çoktur. Fakat, ben bunu pek tabiî buluyorum. Çünkü bu barış görüşmelerinde neticeye bağlanan hesaplar dört senelik değil, dört yüz senelik bir devrin kötü mirası idi. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu en haşmetli, azametli ve kuvvetli devirlerinden itibaren milletin bağımsızlığı zararına, hayatî menfaattarı zararına o kadar çok şey feda eylemiş idi ki, netice yalnız kendisinin çöküp batmasından ibaret kalmadı; belki kendinden sonra da memleketin hakikî sahibi olan milleti, hak ve mevcudiyetinin ispatı için büyük müşkülâtla karşı karşıya bıraktı.” 1923
Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu durumundaki Lozan Barış Anlaşması için söyledikleri ise Ulusa yeni ufuklar açacak mahiyetteydi, tarihsel hesaplaşmanın son düğümüydü;
“Lozan Konferansı, basit bir meseleyi çözümle uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti’nin üç buçuk senelik meselelerini çözümle yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangıcı çok eski olan bir mücadelenin derin safhalarını tahlil ederek onu olumlu bir sonuca bağlamaya çalışıyor. Şüphe yok ki, karışık bir muvazeneyi bariz bir neticeye ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların sorumlusu da biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adlî, insanî bir zihniyete sahip olsalardı, mesele iki günde biterdi. Fakat, öyle işe başladılar ki, asırların birikmiş meselelerini bizden soruyorlar. İtilâf Devletleri olumlu bir neticeye varmak istiyorlarsa, mutlaka eski zihniyetlerini terk etmek mecburiyetindedirler. Benim gördüğüme nazaran varılan zemin, neticede barışla sonuçlanacaktır. Bütün milletçe arzuya değer ki barış olsun. Cihanda barışın kurulması hem cihanın menfaati, hem bizim menfaatimiz icabıdır. Herhalde biz, hem kendi menfaatimize aykırı olan, hem de cihanın menfaatine uymayan harbin devamına asla taraftar değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye kadar çok defalar ilân ettik, ispat ettik. Eğer medeniyet dünyası, bizim bu işte ne kadar samimî olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir mâni kalmayacaktır. Fakat, eğer barış isteyenlerin fikri, harp taraftarlarına galip gelmezse bütün iyi niyet ve samimiyetimize rağmen biz de bu neticeyi mukadder ve zarurî sayacağız, mukadderata tabi olacağız ve hiç şüphe etmiyorum, bugünkünden daha verimli neticeler alacağız.” 1923
Çünkü O’na göre Lozan sadece o günün meselesi değildi;
“Lozan Konferansı düne ve bugüne ait, üç beş seneye ait hesapların sonuca bağlanmasıyla uğraşmakta değildir. Belki, üç, dört yüz senelik birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle meşguldür. Onun için bu kadar derin, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların az zamanda içinden çıkmak kolay değildir.” 1923
Nutuk’ta Lozan’ı, Sevr ile hedeflenen bir katliamın hesaplaşması olarak şöyle ifade etmekteydi;
“Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmaya lüzum olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sèvres Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseridir.” 1927
O’na göre Lozan bir dönüm noktasıydı ve Osmanlı’da emsali olmayan bu anlaşmayı gençlik çok iyi anlamalıydı; “Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasî bir zafer teşkil eden bu antlaşmanın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Milletimiz, bununla gerçekten iftihar edebilir ve Türk milletinin yüksek bir eseri olan bu antlaşmanın yüksek kıymetini takdir etmesi lâzım gelen gençliğin, bunu mazide yapılmış antlaşmalarla mukayese etmesi gerekir. Bu münasebetle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasî mücadelelere göğüs gererek neticeyi elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa Hazretleri’ni saygı ile hatırlamak vazifemdir.” 1927
Lozan’da belirlenen esaslara göre yabancı okullar da Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı bulunduğu tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaktı. Türk hükümeti yabancı okullarda Türk dili ve tarihinin, Türkiye coğrafyasının Türk öğretmenler tarafından okutulmasını ve okulların Türk müfettişler tarafından denetlenmesini yönetmeliğe bağladı. Yabancı okullar bu esaslara uymayı kabul etmediler. Elçiler aracılığıyla görüşme talebinde bulundular. Türkiye bunu bir iç sorun sayarak reddetti. Bu esaslara uymayan okullar çoğu kendisini kapattı, bir kısmı da kapatıldı. Bunun başarılmış olması bile ülke için iftihar edilecek bir husustur.
Montrö sözleşmesi içinse ifadeleri şu şekildeydi; (Montreux Sözleşmesi’nin imzalandığı günün gecesi (18 / 19 Temmuz 1936) Atatürk tarafından yazdırılmıştı.) “Bugün bayram günüdür; sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz, ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan, Montrö’de taçlandırılmıştır. Lozan tamdır ve tamamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat, onu mustarip eden ufak bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek hassasiyeti bununla alâkadarsa mutlak sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.” 1936
Yine Atatürk Montrö’yü zeka, mantık ve enerjinin bir fırsatçılığı olarak görüyor, diplomasiyi öğrenen devletin sosyal ve demokratik ortamlarda da bundan sonra nice başarılara imza atacağına dair inancını ifade ediyordu; “Milletin yüksek seciyesine, ordusunun bükülemez pazısına ve medenî beşeriyetin aldatılamaz sağduyusuna dayanarak ve güvenerek kullanılan zekâ, mantık ve enerjinin, bütün beşeriyetin muhtaç olduğu barış ve huzur bahşeden neticeler doğurabileceğinin bir delili olan Montrö Konferansı eseri, cidden sevinmeye ve sevindirmeye değer bir tarihî hadisedir.” 1936
Yine şöyle diyordu; “Türkiye’nin hakkını teslim etmekle yüksek dostluk ve anlayış gösteren (Montrö) mukavelesi akidleri, aynı zamanda kritik devam eden uluslararası durumun bu önemli devresinde, istikrar için icab eden umumi sulh işine de değerli hizmet etmiş olurlar. Tarihte birçok defa münakaşa ve ihtiras vesilesi olmuş olan Boğazlar, artık tamamıyla Türk Hakimiyet-i İradesinde, yalnız ticaret ve dostluk münasebetlerinin muvasala (ulaşım) yolu haline gelmiştir. Bundan böyle muharip her hangi bir devletin harp sefinelerinin Boğazlardan geçmesi memnudur (yasaktır).”
Netice olarak Atatürk verilen silahlı mücadeleyi tüm halka şu sözlerle mal ederken ; “Millî mücadeleyi yapan, doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlâtlarıdır. Millet, analarıyla, babalarıyla, hemşireleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi. Millî mücadelede şahsî hırs değil, millî ülkü, milli izzetinefis hakiki etken olmuştur” 1925 , bu başarıda sarsılmaz yeri olan kahraman ve gazi TBMM’ni de anmayı ihmal etmiyordu; “Meclis’in ve o Meclis’te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değişmesine imkân olmayan bu kesin irade, mutlaka düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan’ın silahlı kuvvetinden meydana gelen bu orduyu anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluş ve bağımsızlığa kavuşmaktır.” 1921
Atatürk savaş sonu bir de vefa örneği sergilemekteydi…
“Gavur Mümin’di. İzmirli’ydi. Üsteğmendi. Trablus’a giden gönüllü subaylardan biriydi. Mustafa Kemal’le oradan tanışıyorlardı. Hayatının her aşamasında “insan biriktiren” Mustafa Kemal, henüz gencecik teğmenken tanıştığı Mümin’in ismini not etmişti. 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başladığında İzmir’de görevliydi. Üst üste disiplin suçları işleyerek kendisini ordudan attırdı. Şüphe uyandırmadan kamufle olabilmesinin tek yolu buydu. Yunan subaylarıyla ilişki kurdu. Askerlikten atıldığı için devletine-ordusuna öfkeli eski bir subay görünümündeydi. İntikam duygusuyla işbirlikçi olduğu düşünüldü. İzmir halkı ona diş biliyordu…
Yunan tarafına geçtiği için “gavur” lakabı takılmıştı. Halbuki, canını ortaya koymuş bir yurtseverdi. Mustafa Kemal’in çekirdek kadrosundaki istihbarat elemanıydı. Vatan haini yaftasını göze almıştı. Yunan tarafına çalışıyormuş gibi görünüp, Yunan karargahından hayati bilgiler sızdırıyor, şifreli telgraflarla Ankara’ya aktarıyordu.
Mustafa Kemal’den başka Mümin’in gerçek kimliğinden haberdar olan kişi sayısı, bir elin parmakları kadar azdı. Neticede deşifre oldu. Tutuklandı. Atina’ya götürüldü, sorgulandı. Önce hapishaneye, sonra esir kampına konuldu. Yunan askeri mahkemesi tarafından idama mahkum edildi. Tam o sırada savaş sona erdi, kıl payı kurtuldu. İdam cezası müebbete çevrildi. 1923 yılındaki esir değişimi sırasında, bizzat Mustafa Kemal’in özel takibiyle, Yunan başkomutanı Trikopis’e karşılık geri alındı”
Ülkenin sulha kavuşmasından, düşmanın denize dökülmesinden sonra, hatta daha Sakarya Muharebeleri yaşanmazdan evvel zihninde tasavvur ettiği medeni kalkınmanın artık temellerini atmak zamanıydı. Bu inanç ve gayesini 9 Eylül 1922 günü İzmir’de Yakup Kadri’ye şöyle aktarıyordu: “Millî Mücadelemizin bu safhası kapanmıştır; şimdi ikinci safhasını açmamız lâzım geliyor.” 1922
Mustafa Kemal’i Atatürk yapan şey aslında Samsun’da ayak bastığı Anadolu topraklarında şahit olduğu kaybolmamış Türklük, derin ve temiz bir inanç, orduya güven, devlete saygı, tarıma yatkınlık, öz kaynaklarla yetinme ve tevazu, ölmeyi göze alan gurur ve hürriyet bilinci, vatan ve Allah aşkı, fedakar ve cesaretli dik duruş, namus ve liyakate sadakatti. Şurası gerçekten önemlidir ki Atatürk birleşip mücadele etmek gereğini sıfırdan ortaya atmış ve halkı ikna etmiş değildi. Yaptığı şey; halkta (diğer coğrafyalardan ve hatta İstanbul’dan farklı olarak) tesadüf ettiği yüce değerleri, bozkırlardan zulme yükselen feryatları, gözlerde gördüğü kurtuluş umudunu, parça parça ama esarete razı olmayan direniş ruhunu sistemli hale getirerek tek vücut halinde ayağa kaldırmaktı. Yani Atatürk halka öğretirken, halktan da çok şeyler öğrenmekteydi. Bu öğrenen – öğreten model ise dünya tarihine geçecek, Türk mucizesinin hem savaş ve hem de barışta sağlayıcısı olacaktı. Birlik ve beraberlikle kast ettiği de zaten bundan başka bir şey değildi.
Ülke toprakları sulha, bölge istikrara kavuşunca Atatürk asıl savaşına başlayacak, ulusuna aşağıdaki derslerini hem de kara tahta başında bizzat sırasıyla öğretmeye başlayacaktı;
Her şeye rağmen olmayan haysiyetli barış, saltanat ve emperyalizme direniş, her alanda tam bağımsızlık, millete ait egemenlik, çağdaşlaşma ve demokrasi,
Asil ve asli Türk medeniyeti, Türklük bilinci ve milli ülkü,
Türk’e yakışır bir sosyal hayat, medeni kanun ve aile yapısı,
Adalet ve hukukun egemen olduğu eşitlikçi bir toplum, kadın ve erkek denkliği, hoşgörülü, kardeşçe milli beraberlik, ayrımcılığa, kutuplaşmaya karşı dik duruş,
Hürriyet ve eşitlik, Cumhuriyet ateşi, inkılapçı bir ruh, ilkelerle aydınlanan medeniyet yolu,
Kalkınma seferberliği, tüketen değil üreten Türkiye, yerli ve milli anlayış, kendine yeter bir ülke, yılların acı enkazını fedakarlıkla kapatmak, azim, kararlılık ve topyekun gayret, yorulunsa da çok çalışmak, israfla savaş ve tasarruf bilinci,
Anlaşılır din, anlaşılır Türkçe,
Milli ahlak ve namus, liyakat ve ehliyet, Yolsuzluk, kişisellik ve istismara sıfır tolerans, devlete ihanete sert tedbir.
Nitekim Başkomutan olarak Ulusuna savaşmanın gereğini ve savaşmayı öğreten Ulu Önder artık medeni hayatta yapacağı hamlelere hazırlanırken, çıkaracağı üniformasının yerine şimdi öğretmen önlüğü giyecek, eline kalem ve tebeşir alarak yurdu zulümden nasıl kurtardıysa şimdi de cehaletten kurtarmak gayretine girişecekti.