Dört yandan kuşatılmış, dostsuz bırakılmış, her alanda bağımsızlığını yitirmiş Cumhuriyet’imiz son asırda hiç olmadığı kadar tehdit altında. Küresel kumpaslar, finans oyunları, siyasi manevralar ve işbirlikçi hainlerin darbeleriyle çoğulcu demokrasimiz zor anlar yaşıyor. Oysa şehit kanlarıyla kazanılmış bu topraklar üzerindeki kutsal milli egemenlik ve onu kalıcı kılan Cumhuriyet, ulusun dişinden ayırdığı fedakarlıklarla, ölmek pahasına kazanılmış, bu uğurda onlarca sene yokluk ve açlığa tahammül edilmişti. Şimdilerde altın tepside bulduğumuz bu Cumhuriyet, askerinden kadınına, hocasından muallimine, çetesinden düzenli ordusuna kadar tüm bir Milletin alın teriydi.
Gelin görün ki bir ulusun namus sözü olan bu kavram, bugün adi siyasi kavgalara konu malzemesi yapılmaya başlandı, ilk dört maddesi dokunulmaz olan anayasa onlarca kez değiştirilmeye çalışıldı.
Oysa…
Atatürk’ün “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, İktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam seferberlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.” 1921 (Nutuk II, S. 623-624) sözüyle tanımlanan tam bağımsızlık kutsaldı, payidardı, korunmalıydı.
“Türkiye devletinin bağımsızlığı mukaddestir. O, ebediyen sağlanmış ve korunmuş olmalıdır.” (1923)
Devletin, ekonomiden siyasete, askeri konulardan sanata hür, serbest ve müstakil olması; baskı ve tehdit altında kalmadan karar alabilmesi, kimseleri gücendirmekten çekinmeden cesur kararlara, kendi başına imza atabilmesidir. Sınırların, vatanın, bayrağın ve halkın emniyet ve bekası ile yakından alakalı bu durumun terki veya geçici de olsa kaybı kabul edilemez. Milli bağımsızlık, özgür bir şekilde yaşamayı gerektirir, başka bir ülkeye ya da kuruluşa bağlı olmamaktır. Atatürk’ün; “Ya istiklâl, ya ölüm!” sözü, milli bağımsızlığın örneğidir, esir yaşamaktansa ölmeye razı ve hazır olanların yaşam gayesi ve şeref sancağıdır.
“Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.” (1922, Ankara) diyen Atatürk’e göre “Siyasi, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kalıcı olmaz az zamanda kaybedilir”di. (1923, İzmir)
“Millet önünde, onun bağımsızlığının temini önünde, onun liyakat, ilerleme ve yenileşmesi önünde her kuvvet, ancak milletin irade ve emeline uymak suretiyle yaşayabilir. Milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, yok olmaktır.” 1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 299) diyen Atatürk’e göre bağımsızlık ve ilerleme yolunda asli irade her zaman milletindi.
“Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir.”(1923) sözüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini ifade eden Atatürk, “Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin sağlanması, istikrarı ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin anlamıyla millî egemenliği sağlamış bulunması ile devamlılık kazanır. Bundan dolayı; hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir.” (1923) veciziyle de bu egemenliğin sınırlarını ortaya koymuş, devamlılığı tam ve kesin bağımsızlığa, adaletin sürdürülebilir olmasına bağlamıştı. O’na göre Cumhuriyet’in temeli ulusal egemenlikti. “Cumhuriyet ulusal egemenlik temeline dayanan halk hükümetidir.”
Atatürk, 13 Ağustos 1923’teki Meclis konuşmasında şöyle demişti:
“Yeni Türkiye devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş dönemde ise bir kişinin devleti idi, kişilerin devleti idi. Bir milletin dünyadan tümüyle silinmesi, bir milletin insanlık topluluğundan tümüyle yok edilebilmesi için Nuh Tufanı kadar olağanüstü güç olayların gerçekleşmiş olması gerekir. Fakat kişiler kendiliğinden alçalmaya mahkûmdur…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 16, s. 80)
Gençliğinde istibdada karşı hürriyeti savunmuş, 1905’te Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin 1906’da Selanik şubesini açarken “Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir” demişti. Kendi ifadeleriyle “Kahredici istibdadı (…) köhnemiş çürük idareyi yıkmak, milleti hâkim kılmak, vatanı kurtarmak için” arkadaşlarını göreve çağırmıştı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 1, s. 32)
Kurtuluş Savaşı’nda sadece işgalcilerle değil, sarayla/sultanla da mücadele etti. 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni açarak ve “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 1921 Anayasası’nı kabul ederek “vicdanımda sakladığım milli sır” dediği cumhuriyetin temellerini attı. 1922’de saltanatı kaldırarak, 1923’te Cumhuriyeti ilan ederek, 1924’te halifeliği kaldırarak egemenliği saraydan/sultandan alıp millete verdi. Böylece tek adam yönetimlerinin en baskıcısını; babadan oğula geçen saray saltanatını yıkarak halkın saltanatını kurdu. Cumhuriyet sayesinde sıradan halk çocukları kendi ülkelerini yönetmeye başladı.
Saltanatta “kul”, cumhuriyette “birey” olmak esastır. Cumhuriyetin temeli “fazilete”, saltanatın temeli ise “korkuya” dayanır. Atatürk’ün ifadesiyle, “Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir…”
1924’te, saltanatın yıkılmasının düşmanın denize dökülmesinden “daha kurtarıcı bir hareket” olduğunu şöyle ifade etmişti:
“Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak düşmanlarla ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen ÇÜRÜMÜŞ GÖLGE ADAMLARIN Türk vatanından kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.”
Aynı yıl Amasya’da yaptığı konuşmada ise kendini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören sultanları ağır biçimde eleştirmişti: “Milletin varlığını tanımayı küçüklük sayanlar, kendilerinin Allah’ın gölgesi olduğunu iddia gafletinde, cüretinde, sahtekârlığında bulunanlar, en sonunda bu kutsal varlığa (millete) ilk defa bu şehirde saygıya mecbur edilmiştir.”
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1927’de İstanbul’a ilk gelişinde Dolmabahçe Sarayı’nda İstanbul halkına şöyle seslenmişti: “Artık bu saray Allah’ın gölgelerinin değil, gölge olmayan, gerçek olan milletin sarayıdır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bahtiyarım.” Gerçekten de Dolmabahçe Sarayı’nı “milletin sarayı” yaptı. Orada adeta bir kültür saltanatı kurdu. Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde Resim ve Heykel Müzesi açtı. 1928’deki Harf Devrimi’nin hazırlıklarını, 1930-1937 arasındaki tarih, dil ve antropoloji çalışmalarını, 1932’deki dinde Türkçeleştirme çalışmalarını hep bu sarayda yaptı. Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’ndaki sofrası, onun kültür çalışmalarının karargâhıydı.
“Hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, millî egemenliktir.” Atatürk, Türk Milleti’nin “yaradılış bakımından demokrat” olduğuna inanıyordu. Faşizmin yükseldiği, meclislerin kapandığı, diktatörlüklerin kurulduğu bir çağda her fırsatta demokrasinin öneminden söz ediyordu. Örneğin 13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı Isaac F. Marcosson’a verdiği mülakatta şunları söylemişti:
“Emperyalizm ölüme mahkûmdur. (…) Demokrasi insan ırkının ümididir. (…) Yeni Türkiye’nin temelindeki fikir aynen budur. Biz ne zor kullanmak ne de fetih istiyoruz. Yalnız bırakılmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizin belirlenmesine izin verilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm binası bunun üzerine kurulmuştur. Şunu da ilave edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil eder; şu farkla ki, siz kırk sekiz devletsiniz, biz bir tek büyük devletiz.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 16, s. 37,38)
“Özgürlüğün olmadığı yerde ölüm ve yok oluş vardır. Bütün gelişmelerin anası özgürlüktür.” diyen Atatürk, sahip olduğu özgürlük duygusunu ulusundan almıştı. Özgürlükleri için ölümü göze alabilen ulusların asla tutsak edilemeyeceğine inandığından, Bağımsızlık Savaşı’nın en kritik anlarında bile zaferin kazanılacağına olan inancını yitirmemişti. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün Türk ulusundaki özgürlük tutkusuna olan güvenini yansıtması açısından güzel bir örnektir:
Bir gün Müslüman memleketlerden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine:
-Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz? diye sordu.
Olabilecek bir şey değildi, ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:
-Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü? diye sordu.
Adamcağız yüzüne baka kaldı:
-Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya… dedi.
-Benimle olmaz, beyefendi hazretleri yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız. ( Falih Rıfkı Atay; Çankaya, İstanbul, 1969, s. 318.)
Son söz; Türk insanı için hürriyet ve İstiklali her şeydir, bu Millet esaret için terbiye edilmemiştir. Ruhu özgür olmak zorundadır. Bu da şanlı tarihinden, damarlarındaki asil kandan ve Ulu Önder’den aldığı feyz nedeniyledir.