Atatürk en büyük komutan, en büyük siyaset ve devlet adamı ve halkın çocuğuydu. Lakin O’nun en büyük özelliği; ilericiliği, aydın oluşu, cesareti değil öğretmenliğiydi. O’nun dersleri sayesinde Ulus bugünlere gelebildi ve ilerlemeye de devam ediyor.
1937 yılının bir akşamı Florya Köşkündeki toplantılardan birinde Atatürk akşam sofrasında sık sık misafir ettiği Behçet Kemal’e dönerek; “Sen çabuk şiir yazarsın, şu içerdeki odaya çekil, bende hangi nitelikleri görüyorsan hepsini anlatan bir şiir yaz” emrini verdi. Behçet, içeri odaya geçti; ve yarım saat gibi kısa bir sürede büyük bir manzume ile Atatürk’ün yanına döndü. “Oku bakalım” dedi. Behçet, mısraları vurgu ve ses tonuna uygun bir şekilde okudu. Mısralar Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri, devrimlerini anlatıyordu. Fakat her zaman Behçet’e bol bol iltifat eden Atatürk, durakladı, yüzünde bir gölge dolaştığını hissettim.
“Behçet olmamış” dedi. “Benim asıl bir niteliğim var ki onu hiç yazmamışsın.” Hepimiz söylediklerine şaşırmıştık. Bu yazılma-yan niteliği ne olabilirdi? Atatürk, fazla bekletmedi ve; “Benim asıl niteliğim” dedi, “öğretmenliğimdir. Ben milletimin öğretmeniyim, bunu yazmamışsın.”
Bir öğretmen olarak ve öğretmenin misyonuna inanmış birisi olarak heyecandan ve gururdan ağlayasım geldi. İmkân olsaydı ellerine kapanmak isterdim. Öğretmene böyle bir yüce saygıyı en yüce bir ağızdan işitiyordum.”
O’nun söylediği, anlattığı, gerçekleştirdiği ve hayal ettirdiği her şeyi bir ders kabul edersek, Atatürk okulundan mezun olma mecburiyetimiz de ortaya çıkacaktır. Yüzlerce, binlerce alanda öğretmenlik yapabilen Atatürk, uzman ve saygıdeğer davadaşlarından, okuduğu kitaplardan, yaşadıklarından aldığı feyzle harp sonrasında bıkıp usanmadan öğretmenlik yaptı, bir ulus yarattı. Tüm Ulus öğretmeni sessizce dinleyen okul çocukları gibi sonsuz bir saygı ve sevgiyle ilime, çağdaşlığa olan açlığını giderirken o sıralarda oturan Milletine çırpınırcasına bir şeyler öğretmek, akılları uyandırmak, gözleri açtırıp yürekleri yeniden çarpar hale getirmek arzusundaki Mustafa Kemal, teneffüse çıkmaksızın anlattı, gösterdi, ödevler verdi. Bir asır sonra bile dünya hala O’nun tek bir yanlışını, hatasını, kusurunu bulamadı.
Tüm yurdu okul, tüm ilmi ders yaptı. Çocuklar, gençler, me-murlar, aileler, adamlar ve kadınlar… herkes öğrenciydi. Çiftçiler, sanayiciler, öğretmenler, askerler, vekiller ayrı ayrı sınıflar oluşturmuş ders dinler iken O, orkestra şefi gibi ulusuna çağdaş nameleri ve Türklüğün destansı kültürünü anlattı. Savaş yıllarında uçuşan mermiler dahi bu derslerin uygulamalı olanlarıydı. Karnenin, sınıf geçmenin olmadığı bu derslerde herkesle tek tek ilgilendi, evlere, tarlalara, fabrikalara, aşiretlere, dağlara, sınırlara kadar gitti anlatmak için. Tüm servetini, zamanını, sağlığını harcadı. Sırça saraylarda sefa sürebilecekken, milletinin bağımsızlık ve özgürlüğü için, yücelmesi ve medeni dünyada yerini alabilmesi için çırpındı durdu.
Bilmekteydi ki akıl ve bilimle yola çıkılmadığı sürece zorluklar aşılamaz, köhne bağnazlıkla mesafe kat edilemezdi. Zulmü ve cehaleti yenmedikçe de refah ve huzur olamazdı. En sevdiği annesinin cenazesine gidemedi, en sevdiği askerlik mesleğinden ayrılmak zorunda kaldı, hakkında fetvalar, idam cezaları çıkarıldı, suikastlara, ihanetlere, tehditlere uğradı. Annesinin bileziklerini milli mücadeleye harcamak zorunda kaldı, nice geceler bir tas çorba içerek uyudu, hastalandı, yaralandı, kırık kaburgalarla dahi durmadı.
Bir yandan savaşın tüm haşinliğini anlatırken, diğer yandan tabiatın yumuşacık sevgisini, bir yandan yağlı sanayi dişlilerini öte yandan edebiyatın nazik okşayışını anlattı. Yurdu gezdi, köylerde konakladı, gaz lambalarında çalıştı, çeteler yolunu kesti, parasız kaldı… durmadı. Derslerine gece gündüz devam etti. Halkına özgürlüğü, Türklüğü, unuttuğu değerleri, insanlığı, umudu öğretti. Hayal kurmayı, parlak gelecekler için çalışmayı, yorulmamayı öğretti.
16 Temmuz 1921‘de Ankara‘ da Maarif Kongresi‘ni toplaması, öğretmene ve eğitime verdiği önemin bir göstergesiydi. Atatürk kongrenin açılışında; “Devlet bünyesinde yüzyıllar boyu derin idari ihmallerin neden olduğu yaraları iyileştirmede verilecek emeklerin en büyüğünü hiç kuşku yok ki, irfan yolunda esirgememiz lazımdır” sözleriyle eğitime verdiği önemi vurgulamıştı.
Kurtuluş savaşı kazanılmış, Yunan ordusu denize dökülmüş, İzmir büyük kurtarıcısını misafir etmekteydi. Halide Edip bir akşam yemeğinde Gazi’ye; ”Paşam, hayatınızın en büyük mücadelesini, nihayet tarihin kaydettiği en büyük bir zaferle, büyük başarılarla bitirdiniz, ne kadar bahtiyarsınız kim bilir?” demişti. Atatürk, bu övgüye gülümseyerek şöyle cevap vermişti:
“Mücadelemizin bence en küçük kısmını bitirdik. Geri kalmış halkımızın yetiştirilmesi ve milletimizin Batı medeniyeti seviyesine ulaştırılması için asıl ve büyük mücadelemize şimdi başlıyoruz.”
Görüldüğü gibi eğitim seferberliği fikri O’nda hep vardı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çağdaş medeniyet seviyesine yükseltmeyi amaçlayan Atatürk, ilerlemenin tüm gereklerini tahlil ederek yeni bir eğitim felsefesi ve politikası benimsemiş, gerçek anlamda modern eğitim-öğretim sistemine geçiş; “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma” amacındaki Cumhuriyet hükümetiyle mümkün olmuş, sosyal, ekonomik, politik ve kültürel dönüşümlerin toplumda kökleşmesinde ve dönüşümün haklılığını dünyaya anlatmakta “eğitim” en önemli araç olmuştu.
29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye’de Cumhuriyet resmen ilân edildikten sonra bütün toplumsal yapıları, kurumları yeni baş-tan düzenleme çalışmaları hızla başlatılmıştı. Özellikle toplum-sal değişmede eğitimin yerini ve önemini çok iyi kavrayan, modernleşme tecrübelerini ve modernleşmeyle paralel ilerleyen eğitim meselesindeki tecrübeleri başarılı bir şekilde analiz eden ve zihniyet dönüşümü üzerinde önemle duran Atatürk, Cum-huriyet dönemi Türk eğitim sistemini en fazla etkileyen kişilerin başındaydı. Atatürk, bir toplumun hayatında eğitimin değerini belki de en iyi anlayan, anlatan devlet kurucusu olarak Cumhuriyet dönemi eğitim felsefesinin hem kurucusu hem de uygulayıcısıydı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, gerek yerli gerek yabancı bilim adamları, fikir adamları, büyük askerler ve devlet adamları tarafından çeşitli inceleme ve yazılara konu teşkil etmişti. Bu konudaki genel kanaat, Atatürk’ün modern devlet hayatının gerektirdiği değerlerle dolu müstesna, karizmatik bir şahsiyet olduğuydu. Sahip olduğu önemli liderlik özellikleriyle başarıyı sağlamıştı;
“Birleştirici liderlik, irade gücü ve serinkanlılık, sabırlı ve samimi olma, alçakgönüllü olma, bilgili olma niteliği, inandırma, önsezi ve ileriyi görme, objektif değerlendirme yapabilme, yaratıcılık yeteneği…”
Atatürk, liderlik vasıflarıyla doğmuş, herkesin göremeyeceği şeyleri görebilen, ileri görüşlü ve bu sebeplerle de “karizmatik” diye tavsif edilebilecek bir şahsiyet olarak Türk milletine inanmış, güvenmiş; Türk milleti de onun yeteneklerine inanmış ve güvenmiş, böylece tek bir yürek olmayı başaran Türk Milleti’nin zorlu var olma mücadelesi zaferle sonuçlanmıştı.
“…Benim asıl kişiliğim öğretmenliğimdir; ben milletimin öğretmeniyim…”, “Eğer Cumhurreisi olmasam, Maarif Vekilliğini almak isterdim…” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk İnkılâbıyla hedeflediği ilkeler ve uygulamalardan, söylev ve demeçlerinden anlaşılmaktadır ki O, karizmatik liderlik özelliklerinin (iyi bir politikacı, çok başarılı bir asker, nitelikli bir ekonomist, mükemmel bir yönetici ve devlet adamı…) yanı sıra aynı zamanda eşsiz bir “eğitimci”; hatta bir “eğitim bilimci”ydi.
Sabrıyla, bilgisiyle, ikna edici, öğretici yönüyle İstiklâl Savaşımızı ve İnkılâplar sürecini ustaca yöneten, çok yönlü bir mücadele veren Atatürk, Türk milletinin öğretmenliğini yaptığı gibi bir eğitim bilimci olarak da eğitim sistemimizin eksikliklerini tespit etmiş ve eğitim düzenimize ilişkin önerilerde bulun-muştu. Eğitime verdiği önem; tarihî sürece ilişkin tespitleri doğrultusunda belirlediği öneriler, ilkeler, hedefler, eğitim ve öğretime ilişkin uygulamalar göz önüne alındığında Atatürk’ün eğitimci kişiliğinin, dehasının bir parçası olduğu anlaşılmaktaydı.
Atatürk’ün Türk İnkılâbını gerçekleştirmedeki başarısında; eğitim kişiliğinin ve anlayışının oluşmasında zengin bir kültür ve bilgi birikiminin etkili olduğu gerçeği tartışmasızdı. Bu bilgi ve kültür birikiminin alt yapısını ise “Atatürk’ün yaşadığı ve büyüdüğü ortam, aile yapısı, gittiği okullar, öğretmenleri, okuduğu kitaplar, takip ettiği gazete ve dergiler ve yakınlaştığı dostlar, düşünürler, yazarlar ve şairler, askerlik görevi ve Osmanlı Devleti’nin çalkantılı son dönemini bizzat yaşaması, devlet başkanı ve devlet kurucusu olarak tarihî tecrübeyi, çağın gereklerini doğru tahlil etmesi…” gibi etkenler oluşturmuştu.
Farabi (870-950), bir devlet başkanının milletinin eğitimcisi olması, öğrenme ve öğretmeyi sevmesi, öğretmenin yöntemlerini bilmesi gerektiğini söylemişti. İşte Atatürk, Farabi’nin görüşü doğrultusunda hareket eden, eğitimcilik görevini en iyi biçimde üstlenen ve bu yönüyle önemli bir örnek teşkil eden sayılı liderlerdendi. Onun eğitimci kişiliğini belirleyen belli başlı özellikleri şöyle sıralamak mümkündü:
“Başöğretmen unvanını alarak (24 Kasım 1928) elinde tebeşir, kara tahta başında ve halkın içinde, halka okuma yazma ve çeşitli bilgiler öğretmeye girişmesi; öğretmenlere çok değer vermesi; her fırsatta okulları gezmesi, sınıflara derslere girmesi; çocukları çok sevmesi, eğitimde çocukluk döneminin değerini bilmesi; ders kitapları yazması; her yerde ve her zaman eğitim ve öğretimde bulunma amacını gütmesi; bu nedenle, halka, öğretmenlere seslenişleri yanında, sofralarının ve özel sohbetlerinin de öğretici bir değer taşıması; kolay öğretmesi; bunu yaparken, karşısındaki hedef kişi veya topluluğun yaş, meslek, sosyal durum…gibi özelliklerini göz önünde tutarak davranması (15 Eylül 1928’de Sinop’ta arabacı Bekir Ağaya yeni harfleri öğretirken önce At ve Ot kelimelerini öğretmesi çok önemli bir olaydır); çok açık, anlaşılır ve inandırıcı konuşması; konuşmalarında, açıklamalarında araç gereç kullanması, krokiler vs. çizmesi (Atatürk’ün, 1932’de ABD Elçisi General Sherrill’e, Mayıs 1919’da kendisinin Sultan’la görüşmesini kroki çizerek anlatması, vs.); Öğretim ve eğitim yöntemi olarak, takdir, teşvik, uyarı, eleştiride ve kesin isteklerde bulunmayı yerli yerinde ve beraberce uygulaması; çok okuması ve okuduklarından çevresindekileri ve toplumu yararlandırmaya özen göstermesi; eğitimin bilime dayanmasını ve işe yarar ürünler sağlaması gerektiğini amaç olarak göstermesi.”
Mustafa Kemal siyasal, ekonomik, hukukî, kültürel, toplum-sal değişimleri gerçekleştirdiğinde toplumun %10’u bile okur-yazar olmadığı için, bunların kitlelere benimsetilmesi ve kökleşmelerinde eğitimin oynayabileceği rolü eğitimci kişiliği ile her zamankinden fazla anlamış ve eğitime bu nedenle çok önem vermişti.
Atatürk, Türk modernleşmesini “milliyet” ve “medeniyet” prensipleri çerçevesinde yepyeni bir sistem olarak gerçekleştir-miş, “Millî irade (millî hâkimiyet)” ve “medeniyet” kavramlarını, bağımsız Türk Devleti formülü içinde birbirine bağlamıştı. Eğitim politikalarını da bu modernleşme anlayışına göre belirleyen Atatürk, 15 Temmuz 1921’de Ankara’da İstiklâl Savaşımız sürerken, Savaşa ve bütün maddî imkânların düşmanı kovmak için kullanılması zaruretine rağmen toplanan; eğitim kurum ve programlarında reform çalışmalarını başlatan Maarif Kongresi’nde Türk öğretmen temsilcilerinin huzurunda bu “millî, laik, akılcı, gerçekçi ve tecrübeci” eğitim sisteminden bahsetmişti:
Mustafa Kemal Atatürk’ü eğitime yönlendiren iki temel sebep şuydu: Eğitimin bir milletin kalkınmasındaki fonksiyonu ve Cumhuriyeti koruyacak yeni nesillerin yetiştirilmesi zarureti.
Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin, çağdaş uygarlığa uygun olmayan eğitim- öğretim kurumlarını ve sistemlerini devraldığının da farkındaydı. Şöyle diyordu:
* Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik söz konusudur.
* Eğitim-öğretim yöntemlerimiz uygun değildir.
* Çocuklarımız üzerinde aile ve toplum baskısı vardır.
* Bir milletin yükselmesi de alçalması da eğitimin millî olup olmamasıyla ilgilidir. Bizim eğitimimiz ise millî değildir.
* İstikrarlı eğitim politikamız yoktur.
* Eğitimimizin amacı, kendini, hayatı bilmeyen, her konuda yüzeysel bilgi sahibi, tüketici insan yetiştirmek olmuştur.
Atatürk’ün eğitimle ilgili söylev ve demeçlerinden çıkarılan önerileri ise şöyleydi;
* Gelecek nesiller Türkiye’nin bağımsızlığını koruyacak, Cumhuriyeti koruyup yükseltecek biçimde yetiştirilmelidir.
* Eğitim millî olmalıdır; toplumsal yaşamımıza uymalıdır.
* Eğitim bilime dayanmalı ve laik olmalıdır; çağın gereklerine uy-malıdır.
* Eğitim işe yarar, üretici ve hayatta başarılı olacak insanlar yetiştirmelidir.
* Eğitim çocuğa hürriyet vererek; yeni nesillerde fazilet, fedakârlık, düzen, disiplin, kendine ve milletimizin geleceğine güven duygularını geliştirmelidir.
* Eğitim karma olmalıdır; kadınlarımız da bütün kademelerde eşit koşullarda eğitim görmelidir.
* Eğitim toplumu cehaletten kurtarmalı, onun bilgi ve ahlâk düzeyini yükseltmeli, kabiliyetlerini ortaya çıkarıp geliştirmelidir.
Atatürk’ün eğitim felsefesini kendi ilkeleri oluşturmuştu. Milliyetçilik ilkesi, toplumdaki değişik öğeleri kültürel ve eğitimsel amaçlar çerçevesinde bütünleştirmiş, Halkçılık ilkesi, eğitimi seçkin, azınlık kitlenin ayrıcalığından çıkararak fırsat eşitliği ile toplumun tamamına yaymış, Cumhuriyetçilik ilkesi, halkı siyasî otoritenin kaynağı kabul etmiştir ve yeni insan modelini eğitimle yaratmayı amaçlamış, Devletçilik ilkesiyle eğitim, kişilerin ve kuruluşların kâr-zarar kaygısının dışında tutularak, devletin temel görevlerinden birisi haline getirilmişti. Laiklik ilkesiyle eğitim sayesinde, akıl ve bilim yolunda özgür birey ve bağımsız toplum yaratma amaçlanmış, İnkılâpçılık ilkesiyle eğitimde yapılan yenilikler yeterli görülmeyerek, eğitime sürekli yenilik ve dinamiklik getirilmişti.
Mustafa Kemal’in İnkılâplarının ayrılmaz bir parçası olan “eğitim davasının” temel ilkeleri de kısaca şöyleydi;
“Millîlik ilkesi, eğitim öğretimde birliğin sağlanması ilkesi, eğitimde süreklilik ve bütünlük ilkesi, bilimsellik ilkesi, gerçekçilik ilkesi, kalkınma ilkesi, ekonomiklik ilkesi, laiklik ilkesi, ahlak ilkesi, halkçılık ilkesi, eğitimde fırsat eşitliği ilkesi, eğitim ve öğretimde disiplin ilkesi, karma eğitim ilkesi, cehaletin giderilmesi ilkesi, demokrasi eğitimi, inkılâpçılık ilkesi.”
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Mustafa Kemal ile yeni değerler ışığında topyekûn bir eğitim seferberliğinin hedeflendiği açıktı. Cumhuriyet eğitiminin başlıca hedefi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve onu geçmek olmuştu. Bu nedenle millî eğitimimiz çağdaş normlara göre yeniden yapılanmıştı. Kitle eğitimini, daha açık bir deyişle “okuma-yazma seferberliğini” Atatürk başlatmış, daha da önemlisi “Millet Mekteplerinin Başöğretmenliğini” bizzat kendisi üstlenmişti.
Cumhuriyet eğitiminin felsefesini; amaç ve ilkelerini anlamak açısından Maarif Vekili İsmail Safa Özler’in Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından duyurduğu “Maarif Misakı” önem arz etmekteydi:
“Türk milletini medeniyet safında en ileriye götürmek ve yeni nesilleri, Türk olmak haysiyetinin gerektirdiği bu amaca en kısa zamanda varmayı mümkün kılacak aşk, irade ve kudretle yetiştirmek; milliyetçi, halkçı, inkılâpçı ve laik Cumhuriyet vatandaşları yetiştirmek; ilköğretimi yaygınlaştırmak, herkese okuma yazma öğretmek; yeni nesilleri bütün öğretim kademelerinden geçirmek, onları ekonomik hayatta başarılı kılacak bilgilerle donatmak; toplum hayatında dünya ve ahret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine, hürriyet ve barış içindeki gerçek ahlak ve erdemleri hâkim kılmak.”
Cumhuriyetin dayanak noktasının, dolayısıyla çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın anahtarının “bilim” ve “her alanda uzmanlık” olduğunu her fırsatta vurgulayan Atatürk, Türk İnkılâbının getirdiği yeni değerlerin ancak “eğitim aracılığıyla” anlaşılabileceğini ve korunabileceğini vurgulayarak bu görevi “öğretmenlere, aydınlara, sivil toplum örgütlerine ve annelere” yüklemiş; Cumhuriyeti koruyacak olan gençleri de bunlara emanet etmişti. Her alanda yapılacak olan İnkılâbın temeline “eğitimi” yerleştirmiş, dolayısıyla yeni rejimin, ideolojinin, değerlerin Türk Milleti nezdinde yerleşmesi ve korunması noktasında “eğitim kurumları” tüm politikaların merkezine alınmıştı.
Türk kimliğini “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözüyle yeniden kurgulayan; bütünleştirici, kültürel bir tanım yapan Mustafa Kemal Atatürk’ün “medeniyetçilik (Batılılaşma) ilkesi Batı ka-dar büyük ekonomik ve teknolojik güce sahip olma sürecini; milliyetçilik ilkesi ise millî bir karakter içerisinde bağımsız kal-ma düşüncesini ifade etmiş; bu iki ilke sistemli bir şekilde tutarlı ve anlamlı hale getirilerek Osmanlı’da çözülmüş olan toplum, toplumsal ve kültürel yönden birleştirilmeye; bütünleştirilmeye çalışılmıştı.”
Türk kimliğini böylece tanımlayan Atatürk, yeni Türk Devleti’nin “yeni insan tipini” de tanımlamış, Türk milletinin Tanzimat’tan itibaren görmeyi arzuladığı ‘yeni insan tipi’, Türk milletini hapsolduğu karanlıklardan, yok olma tehlikesinden kurtaran ve millete bağımsızlığı kazandırarak çağdaş dünyanın medeni ülkeleri arasına dâhil olma mutluluğunu yaşatan Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde şekillenmiş, “Atatürk ilkelerine bağlı, millî, modern, laik, aktif, sosyal hayata karışan, bilimsellik ve akılcılıktan ayrılmayan, araştıran-okuyan-sorgulayan, çalışkan ve yaratıcı, yeniliklere açık, fikirlerini özgürce söyleyen, demokratik, eşitlikçi, kimseye haksızlık yapmayan, haksızlıklara da duyarsız kalmayıp tepki gösteren, insan sevgisi taşıyan” bir yurttaş tipi tanımlanmıştı.
Atatürk’ün daha yetişme yıllarında daima “lider” olmak ve ülkesini kalkındırmak için “eğitimin gerekliliği” fikriyle meşgul olduğu bilinmekteydi. O, belirlediği hedefleri gerçekleştirmek adına çıktığı Samsun’dan itibaren yaptığı her çalışmasında kendi ifadesiyle; “Türk Milletinin eğitim ve öğretimi”, “bağımsız Türk kültürünün geliştirilmesi” çabalarına önem vermişti. Bazı aydınlarımızca kısmen farkına varılsa da ayrıntılı, doğru, sistemli, kesin teşhisi konulamayan felaketlerimizin nedenlerini, bunların eğitimle ilişkilerini sahip olduğu karakteristik özelliklerinden dolayı çok iyi görmüş ve göstermiş bir lider olarak Atatürk, Türk eğitim tarihinde çok önemli bir yer tutmaktaydı. Kendisinin bizzat “Misak-ı Maarif” olarak tanımladığı; “millî ve modern, pragmatik eğitim anlayışı-felsefesi ile belirlediği hedefler, ilkeler” doğrultusunda zor fakat gerekli, çok önemli uygulamalara imzasını atmıştı.
Hem fikir hem de eylem lideri olarak Atatürk, önceden kafasında tasarladığı fikirleri ve ilkeleri fazla zamanı da olmadığın-dan; “kısa zamanda çok işler” yapmaya mecbur kaldığından hemen uygulamaya geçirerek başarılı olmuştu. Çünkü gerçek-leştirdiği hiç bir İnkılap, ani alınmış bir kararın ürünü değildi, her meselenin geriye doğru derinliği vardı. Eğitim meseleleri de böyle olmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün eline aldığı toplumun genel yetişme durumu çok kısırdı. Bu nedenle çalışmalarında izlediği yöntem; “süratle uygulama ve devamlı takip kontrol” olmuştu. “10 Mayıs 1920’de Türkiye’de harpler sebebiyle 682’si kapalı 3495 ilkokul, 17 öğretmen okulu, 37 ortaokul ve lise vardı. Bu rakamlar 1923’te şu tabloyu verebilmişti: 4894 ilkokul (341,941 öğrenci), ortaöğretimde 95 okul (7146 öğrenci; 1314 öğretmen), 10 tane fakülte ve yüksek okul (2957 öğrenci; 316 öğretim üyesi).”
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yeni Devletin çözmek zorunda olduğu problemlerin başında “eğitim ve öğretimde birliğin sağlanması” gelmiş, nitekim 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla tüm okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı. Tevhid-i Tedrisat, aslında 3 Mart 1924 tarihinden seksen yıl öncesinde ileri sürülen fikirlerin ve girişilen uygulamaların bir taçlanması olan Kanun’du. Kanunun temelinde seksen yıllık arayışın, bocalamanın, acı deneyimlerin ve felaketlerin bulunduğu açıktı ancak Tevhid-i Tedrisat’ı bir sistem haline getirip uygulayan Atatürk ve Cumhuriyet hükümeti olmuştu. O döneme kadar kontrolü çok sağlanamayan yabancı ve azınlık okulları Türkiye Cumhuriyeti’nin denetimine tâbi tutulmuş, kanunun kabulünden bir süre sonra da medreseler kapatılmıştı. Böylece eğitim “demokratikleşmiş, laikleştirilmiş ve millî, tek okul sistemi” haline getirilmiş; ülke içerisinde farklı eğitim politikaları uygulayan okullarda farklı düşüncelere sahip nesiller yetiştirilmesinin önüne geçilmişti. Böylece Millî kültür etrafında bütünleşmiş bir Milletin oluşumu sağlanmak istenmişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında öğretimin birleştirilmesinden sonra eğitim ve kültür alanında hızla gerçekleştirilen yenilikler şöyle özetlenebilir;
2 Mart 1926 tarihli Maarif Teşkilâtı Kanunu ile ilk ve orta öğretimin esasları belirlenmiş, Karma eğitime geçilmiş (1927- 28 öğretim yılından itibaren), Ortaokul ile lise sayıları artırılmış ve meslek okulları çoğaltılmıştı. Eğitim programlarını Türk Milletinin ve çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleme çalışmaları yapılmış, yabancı uzmanlardan yardım alınarak raporlar hazırlatılmış, Yurtdışına çok sayıda öğrenci gönderilmişti. “Talim ve Terbiye Dairesi” kurularak programlar, kitaplar hakkında kararlar alınmış, “Telif ve Tercüme Dairesi” kurularak tercümeler yapılmış, çeşitli Yüksek Okullar açılmıştı. Üniversite Reformu gerçekleştirilerek İstanbul Darülfünunu kapatılmış, İstanbul Üniversitesi kurulmuş, yabancı ve azınlık okullarıyla ilgili talimatnameler, genelgeler yayımlanmış, Yeni Türk harfleri (1928) kabul edilmişti. Millet Mektepleri açılmış (yaşı 15 ile 45 arasında kadın erkek okula gitmemişler, biraz okuyabilen ve eski yazıyı öğrenen tüm vatandaşların eğitimi için), ayrıca köylülere okuma yazma öğretme, onları aydınlatma işi “Halk Okuma Odaları”nda yapılmıştı.
1932’de “Halk Evleri” kurulmuş böylece “Halk Eğitimi” veya “Yaygın Eğitim” meselesi ülkeye girmiş, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” (Türk Tarih Kurumu) ve “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” (Türk Dil Kurumu) kurulmuş; Türk tarihi ve Türk dili ile ilgili çalışmalar yoğunlaştırılarak “millî kültür” geliştirilmişti. Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulmuş, böylece “millî şuurun” uyandırılması sağlanmış; Dil ve Tarih İnkılâbı, Millî İstiklâl Savaşımızın ikinci safhası olarak görülmüştü. Güzel sanatlarla (tiyatro, opera, heykel, resim, müzik…alanlarında) ilgili de çok önemli gelişmeler kaydedilmişti.
Görüldüğü üzere Atatürk’ün milliyet ve medeniyet prensiplerinde gerçekleştirmeyi hedeflediği modernleşme çabalarında, eğitim ve kültür alanında, sonraki dönemlere de temel oluşturacak önemli adımlar atılmıştı.
Türk Eğitim Sistemi ve bu sistemin ön gördüğü bürokratik yapıyı belirleyen 14.6.1973 tarih ve 1739 sayılı “Millî Eğitim Kanunu’nun 43. Maddesine göre “öğretmenlik” şöyle tanımlanmıştı; “Devletin eğitim öğretim ve ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir uzmanlık mesleği.”, “Öğretmenlik, sürekli gelişme halinde olan bir uzmanlık mesleğidir.”
Toplumsal modernleşme, bilimsel ve teknolojik gelişmeler eğitimde izlenen ilkelerin, felsefenin, yöntem ve yaklaşımların, araçların sürekli olarak gelişmeye açık tutulmasını zorunlu kılmaktaydı ki eğitim sisteminin en etkili öğesi olarak bu işi başaracak olanlar da öğretmenlerdi. Aynı zamanda “karakter eğitiminde” en çok etkiyi sağlayacak örnek kişi olan; böylece hem temel kültürü kazandırıp hem de zihniyet dönüşümünü yönlendirecek olan itici güç de öğretmenlerdi.
Millî Eğitim Temel Kanunu’na göre Türk Eğitim Sistemi, genç kuşakları eğitimin “millî” ve “evrensel” amaçlarına göre yetiştirmeyi; değişime açık olan Türk milletini “çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı” yapmayı amaçlamaktaydı. Sistem, bir yandan genç nesilleri “manevi ve kültürel değerlerle” millî kültür için sosyalleştirirken; “hür ve bilimsel düşünme gücü” kazandırmak suretiyle de onları evrensel kültüre adapte etmeyi ön görmekteydi. Buradan da şu anlaşılmaktaydı ki Türk Eğitim Sistemi, Atatürk’ün kurguladığı ve uygulamaya geçirdiği “eğitim felsefesi, ilkeleri, hedefleri” temelinde inşa edilmişti. Türk modernleşmesini “milliyet ve medeniyet” prensipleri üzerine temellendiren Atatürk’ün “milli kültür etrafında yeni, modern, fikri hür, vicdanı hür bir nesil yetiştirme hedefi”, bugün değişen dünya düzeninde de geçerliliğini korumaktadır.
“Eğitim adamı olarak millî irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir” diyen Atatürk, eğitimcilik görevini en iyi biçimde üstlenmiş; bir millet için eğitimin, öğretmenin önemini çok iyi kavramış ve bu yönüyle de daha sonraki devlet adamlarına izlemeleri gereken bir örnek olmuştu. Yeni Türk alfabesine geçiş çalışmalarında eğitim öğretim seferberliğini başlatması ve bu seferberlikte “Başöğretmen” unvanı ile halka okuma yazma öğretmesi Atatürk’ün kendisinin de ifade ettiği gibi “gerçek bir öğretmen, tüm Türk Milletinin öğretmeni” olduğunu göstermekteydi. Ayrıca askerlik alanında ve bazı toplumsal konularda kitaplar, bazı gazetelerde başyazı yazması “araştırmacı ve öğretici bir öğretmen” olduğunu kanıtlamaktaydı.
Türk Milletini çağdaş uygarlığa ulaştırma hedefinde ve cahilliğe açtığı savaşta Atatürk’ün en çok yaslandığı, güvendiği, ilgi gösterdiği grup “öğretmenler”di. Hayatında önemli etkileri olan öğretmenlerini hep saygıyla anmış; en başından öğretmenlik mesleğinin toplumsal değişmedeki etkisini kavramıştı. Bu nedenleydi ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden sonra birlikte çalıştığı ilk topluluk “Maarif Kongresi” olmuştu. Millî Eğitim Şuralarının ilki olarak da sayabileceğimiz Kongrede Atatürk, 250’den fazla erkek ve kadın öğretmeni bir araya getirmiş ve teker teker onların elini sıkmış, öğretmenlik mesleğini tüm samimiyetiyle onurlandırarak öğretmenleri, “gelecekteki kurtuluşumuzun saygıdeğer öncüleri” olarak tanımlamıştı:
“…Gelecekteki kurtuluşumuzun çok değerli öncüleri, akıncıları olan Türkiye’nin kadın ve erkek öğretmenleri hakkındaki saygı duygularımı belirtmek isterim. Vazifeniz pek mühim ve hayatîdir. Bunda muvaffak olmanızı Cenabı Hak’tan dilerim…”
Yine Maarif Kongresinde, memleketin maddî olanaksızlıkları ve koşulları herkesçe bilinmekteyken kendilerinden çok şey beklediği öğretmenlerin refahını sağlayamamanın üzüntüsünü dile getirmişti:
“Millî Hükümetimizin ciddiyetle ve içtenlikle arzu ettiği derecede Türkiye öğretmenlerinin hayat ve refahını henüz temin edememekte olduğunu bilirim.”
Atatürk, öğretmenlerimize hitaben yaptığı pek çok konuşmasında yeni değerler ışığında Cumhuriyeti koruyacak olan yeni nesillerin yetiştirilmesi meselesinde Cumhuriyet öğretmenlerine düşen görevleri ayrıntılı bir şekilde işlemiş, 1923’de sarf ettiği şu sözlerle öğretmenlik mesleğinin uluslararası alanda gördüğü itibarı Türkiye’de de görmesi gerektiğine dikkatleri çekmişti;
“…Öğretmene ülkenin en ağır yükünü yükledik, ona en ağır sorumluluğu verdik. Türk Milletinin geleceğini emanet ettik. Bu görevi kendine hem bir meslek hem de bir ideal sayacak öğretmenler tarafından yapılmasını sağlamak için biz de bu meslekle ilgili istek ve ihtiyaçları diğer bütün mesleklerden önce sağlamalı ve öncelik sırasını bu mesleğe vermeliyiz. Bu mesleği refah seviyesi yüksek bir meslek haline getirmeli, güvence altına almalı, saygı değer makama oturtmalıyız. Bizlerin yapacağı bu fedakârlık onların yaptıklarının yanında bir hiçtir… Dünyanın her yöresinde öğretmenler topluluğu medeniyetin en özverili ve saygıdeğer öğeleridir…”
I. Dünya Savaşı yıllarından başlayarak çeşitli vesilelerle öğretmenlere, halka seslenen Atatürk, eğitimle ilgili konuşmalar yapmış ve okulları ziyaret etmiş, derslere girip öğretmenleri izlemiş, onlara sorular sormuş; böylece onların bireysel olarak aydınlanmalarını önemsediğini de göstermişti.
Türk Milletinin topyekûn katıldığı Millî İstiklâl Savaşımızda öğretmenlerimiz mücadeleye büyük destek vermişti. İzmir’in işgal edilmesinden hemen sonra, yer yer yapılan protesto mitinglerinde ve millî uyanışın giderek Kongreler ve Türkiye Büyük Millet Meclisi halinde teşkilatlanmasında öğretmenlerin de etkileri vardı. Öğretmenler ülkenin her yerinde toplanan miting heyetleri içerisinde zaman zaman yer alarak, halkı “millî bağımsızlık” yolunda bilinçlendirmek, işgallere karşı pasif bir politika izleyen Osmanlı Hükümetine karşı uyarmak adına mücadelede bulundukları gibi; silahlı direniş içerisinde de yer almışlardı. Bazı yerlerde öğretmenler gece asayiş için nöbet tutup, gündüz de derslerine girmişler; daha sonra düzenli orduda gönüllü yer almışlardı. İşgal altındaki bölgelerde okullar ve öğretmenler baskı altına alınsa da eğitim mücadelesi hiçbir zaman durmamıştı.
Mücadele yolunda halkın eğitimine, bilgilendirilmesine de ağırlık verilmiş, öğretmenlerin bu dönemde millî mücadeleye isyan edenleri nasihatle doğru yola getirme gibi bir görevi de olmuştu. Millî hareketin önderleri; özellikle Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, millî heyecanın öğrenciler tarafından da teneffüs edilebilmesi için okullara sık sık ziyaretler yapmışlardı. Meslekî örgütleriyle ve yardımlaşma cemiyetleriyle öğretmenler, Maarif Vekâletine destek olmuş; Mecliste (30 kadar öğretmen) yer almış ve “Muallimler Birliği” ismi ile yapılanma mücadelesine girişmişti. Bu mücadele sonucunda Muallimler Birliği, Cumhuriyetin ilk sosyal ve meslekî dayanışma kurumu olarak kurulmuştu.
25 Ağustos 1924 tarihinde Ankara’da Toplanan Türkiye Muallimler Birliği Umumî Kongresinde Yaptığı Konuşmada Atatürk, öğretmenlerden beklentilerini şöyle özetlemişti:
“…Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri sizin maharetiniz ve fedakarlığınız derecesiyle orantılı olacaktır…Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister! Yeni nesli bu niteliklerde ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir…Millî ahlakımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle geliştirilmeli ve takviye olunmalıdır…Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vicdanı hür’ nesiller ister…”
Milletin geleceğinin emanet edildiği “öğretmenlerin yetiştirilmesi” meselesi üzerinde de bu dönemde önemle durulmuştu. İlk Öğretmen Okulu (Darülmuallimîn), “öğretmen gereksinimi duyuldukça alınmak üzere” kaydı ile 16 Mart 1848’de; 26 Nisan 1870 tarihinde de Kız Öğretmen Okulu (Darülmuallimat) adıyla açılmıştı. Cumhuriyet ilan edildiği zaman, bugünkü sınırlarımız içinde, “13” Öğretmen Okulu vardı. 1924-1925 öğretim yılından itibaren Darülmuallimîn adı “Muallim Mektebi” ve 1935’lerden itibaren de “Öğretmen Okulu” haline çevrilmişti. 1936’da Ortaokul, Lise ve Öğretmen Okulları öğretmenlerinin yetişme yerlerine göre durumları şöyleydi: “Yüksek öğrenim görenler: 960/ Orta öğrenim görenler: 1129/ Özel öğrenim görenler: 27/ Toplam: 2116.”
Cumhuriyet döneminde ilk ve önemli Öğretmen Okulu; Orta Muallim Mektebi ile Gazi Mustafa Kemal Erkek İlk Muallim Mektebi’nin birleşmesiyle kurulan “Gazi Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü”ydü. 1932’de kurumun adı “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü”ne dönüştürülmüştü.
Atatürk, söylev ve demeçlerinde “öğretmeni” eğitim sistemi-nin merkezine oturturken başarılı bir eğitim sistemi için “okul-da düzen sağlayan yönetici, aile ve öğrencileri” öğretmenin yanına koyan eğitim anlayışını işaret eden bir eğitim modeli betimlemişti. Öğretmenlik mesleğine atfedilen bu önem, eğitimin toplumsal yaşamda hedeflenen değişim ve gelişimin bir aracı olarak görülmesinden kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla, yetiştirilecek olan yeni neslin her alanda yapılan Türk İnkılâbını daha da geliştireceğine inanılmıştı. Bu anlayışa göre şekillenmiş bir eğitim sisteminde öğretmenin toplumsal gelişimde ana unsur olarak görülmesi doğaldı.
Atatürk, bağımsızlığımızı ve Cumhuriyeti canlılık, cesaret, atılganlık, dayanıklılık, özverililik, iyimserlik…gibi özellikler taşıyan, toplumun en dinamik yurttaş kitlesi olan Türk gençlerine emanet etmiş; yeni değerlerimizin korunmasını birinci görev olarak vermişti. Türk gençlerinin olumlu özelliklerinin yapıcı bir güç haline dönüştürülebilmesi için bilinçli ve çok iyi yetiştirilmesi gerektiğini düşünen Atatürk, onları sadece öğretmenlere değil; daha önce de vurguladığımız gibi “annelere, Türk aydınına, sivil toplum örgütlerine” emanet etmişti. “Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli, en ahlaklı kadını olmalıdır… Kadın ve annenin görevi, bedeniyle, zihniyle, azmiyle Türklüğü koruyup yükseltecek nesiller yetiştirmektir” diyerek, kadının eğitimine de vurgu yapmış ve yaşamın her alanında kadının erkek ile aynı katkıyı yapabilecek kabiliyette olduğunu ifade etmişti.
Ailede verilen eğitimi ilk terbiye olarak tanımlayarak, verilebilecek olumsuz özelliklerin çocuğu yaşamı boyunca olumsuz etkileyeceğine dikkat çekmişti. “… İlk işimiz milleti çalışkan yapmaktır… Aydınları halk seviyesine indirmekten ziyade, bütün halkı eğitimde aydın olarak yetiştirmek gerekir…”; “… binaen evvelâ bir program yapmak ve saniyen bu programı muvaffakiyetle tatbik edebilmek için behemehâl memleketin bütün evlatlarının zekâlarını, nûr ve irfanlarını ve ihtisaslarını bir araya toplamak lazım olduğu kanaatinde bulunuyorum…” sözleri Atatürk’ün; aydınların, kitle iletişim araçlarının, akademisyenlerin desteğini alarak, eğitim faaliyetlerinin katılımcı bir yöntemle gerçekleştirilmesi gerektiğine dair inancını ortaya koymaktaydı.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Millet Mektepleri Başöğretmeni” unvanını alış süreci şöyle gerçekleşmişti;
Eğitim reformları içerisinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan sonra önemli bir hamle olduğu anlaşılan “Harf İnkılâbı” ile Mustafa Kemal Atatürk kolay kullanılabilir, anlaşılabilir ve öğretilebilir bir dil ile eğitimde ilerlemeyi hedeflemiş, 1 Kasım 1928 tarihli Kanun ile Latin temelli yeni bir alfabe kabul edilmişti. İlk kez Tanzimat döneminde tartışılmaya ve II. Meşrutiyet döneminde Türkçülük akımının da etkisiyle çalışmalara başlanan “dilin ıslahı, Latin harflerine geçiş ve dilde sadeleşme” meseleleri Atatürk’ün de 1928 yılına kadarki konuşmalarında sıklıkla vurgulanmıştı. (1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde Türk harflerinin kabulü için bir önerge verilmişti.)
Aslında daha I. Dünya Savaşı’nda Anafartalar’ın sert günlerinde “yeni Türk Alfabesinin nasıl olması gerektiği” hakkında çalışmalarının olduğu bilinmekteydi ki Fransız Türkolog’u Deny’nin ve Macar Türkolog’u Nemeth’in gramerini bu amaçla etüt ettiği anlaşılmaktaydı. “Bir toplumun %10’u, %20’si okuma yazma bilir, %80’i, %90’ı bilmezse, bu ayıptır; bundan insan olanlar utanmak lazımdır… Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün âlem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz…” sözlerini Atatürk, Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda yaptığı konuşmada söylemişti.
Eski alfabe ile okuma yazmanın zor olduğunu, eski alfabenin eğitimi olduğu kadar hayatın diğer alanlarını da zorlaştırdığını; yeni harflerin ise toplumun değişik kesimlerinde çalışanların kolaylıkla kavrayabileceği bir alfabe olduğunu ve yeni alfabe sayesinde Türkiye’nin uluslararası alanda da tanınırlığının ve saygınlığının artacağını ifade etmişti.
25 Ağustos 1928 tarihinde Ankara’da toplanan Öğretmenler Birliğinin Dördüncü Kongresinde öğretmenler, “son Türkü yeni harflerle okutup yazdırıncaya kadar Büyük Kurtarıcı’nın açtığı bu yeni yolda sebat ile çalışacaklarına” and içmişlerdi. Harf İnkılabının gerçekleşmesinden sonra ise Atatürk, yeni alfabenin yaygınlaşması yönündeki çalışmalara öncülük etmişti.
Mustafa Necati’nin Bakanlığı sırasında, Latin harflerinin kabul edilmesi üzerine halka okuma yazma öğretmek için 1928 sonlarında “Millet Mektepleri” kurulmuştu. 16-45 yaş arasında binlerce kadın ve erkeği çatısı altına toplayan okullarda dersler genellikle akşam yapılmış ve dört ay sürmüştü. Sabit ve Gezici olarak ikiye ayrılan bu okulların iki sınıfında ders verilmişti: A sınıfında daha çok okuma yazma öğretimi üzerinde durulmuş; B sınıfında ise Kıraat, Tahrir, Hesap, Ölçüler, Sağlık Bilgisi, Yurt Bilgisi’ne ağırlık verilmişti. Bu okulları bitirenlere Atatürk, Anayasa metnini hediye etmişti. Buradan “vatandaşlık eğitimi”ne de önem verildiğini anlıyoruz. Millet Mekteplerinden 1928-1950 arasında 1,5 milyondan fazla yetişkin belge almış, 1927’de halkın %10,7’si okur yazarken bu oran 1935’te %19,5, 1940’ta %22,4’e yükselmişti.
Devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti hükümetince verilen “Millet Mektepleri Başöğretmenliği” unvanını “24 Kasım 1928” tarihinde kabul etmişti. “Başöğretmen” unvanının sahibi Atatürk, Cumhurbaşkanı olarak Türk Milletinin eğitim öğretim seferberliğini başlatmış ve bu seferberlikte yeni alfabeyi öğretmek için bizzat kendisi kara tahta başına geçerek var olan tüm imkânı halkın eğitimine yönlendirmişti.
“Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir. Fakat geleceği yetiştirecek ana-babalar şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirebilsinler. Bilenler bilmeyenleri toplayıp okutmayı bir vazife bilmelidirler” diyen Atatürk, Millet Mekteplerini kurup Türk alfabesini öğretmek için okuma yazma seferberliğini başlatmasıyla ülkemize ilk defa “yaygın eğitim”, “halk eğitimi” kavramlarını da getirmişti.
Başöğretmen görevi ile seyahate çıkan Atatürk, Tekirdağ, Çanakkale, Maydos, Karadeniz şehirleri ile Orta Anadolu’yu dolaşarak okullarda, meydanlarda, kahvelerde kara tahtanın başına geçerek yeni Türk harflerini vatandaşlara öğretmiş, okulları ülkenin çeşitli yörelerinde açılan birer “Kültür Merkezi” olarak nitelendirmiş ve bu anlayışla, bir ifadesinde yetişkin eğitimine ilişkin şu öneriyi dile getirmişti:
“Bu merkezlerde bilimsel temsiller vermek ve konferanslar düzenlemek ve halkın okuyup yazmayan kısmının en kolay şekilde okumasını sağlamak ve onlara birinci derecede gerekli olan bilgiler verecek gece kursları açmak, kurulacak yerel basının özellikle genel eğitim ve halk bilgileri ile ilgili yayınlarla uğraşmasını sağlamak, öğretmen kurulunun sürekli yapacağı görevler olacaktır.”
“Öğretmenler her fırsatta halka koşmalıdır” anlayışıyla halkın eğitimi için orduda, Türk Ocaklarında, devlet dairelerinde kurslar, 1930’lardan itibaren de köylerde yetişkinlere okuma yazma öğretmek için “Halk Okuma Odaları” açılmıştı. Cumhuriyet İnkılâplarını halka daha iyi anlatmak, korumak ihtiyacından dolayı o zamana kadar önemli siyasi ve kültürel hizmetler vermiş olan “Türk Ocakları” kaldırılarak (Nisan 1931), “Halk Evleri” kurulmuş (Şubat 1932), öğretmen derneklerinin güçleri de bu yeni kuruluşlara aktarılmıştı. “Dil, edebiyat, tarih, güzel sanatlar, temsil, spor, içtimaî yardım, halk dershane ve kursları, kütüphane ve yayın, köycülük, müze ve sergi” alanlarında çok önemli etkinliklerin yapıldığı Halk Evlerinde Cumhuriyet ilkeleri ile Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini yaymak amaçlanmıştı.
1932’de 24 Halk Evi ve 34.000 üyesi varken; 1938’de 209 Halk Evi ve 100.000’den fazla üyesi olduğu bilinmekteydi, 1938’de Halk Evlerine konferans, sergi, tiyatro, kütüphane vs. için 7 milyona yakın vatandaş gelmişti.
Atatürk’ün “gerçekleştirdiği Türk İnkılabı; eğitime atfettiği önem ve eğitimci kişiliği, öğretmenlik görevi” düşünüldüğünde adeta bir toplum mühendisi gibi çalıştığı söylenebilir. Tarihî süreç içerisinde gerçekleşen Türk modernleşmesinin seyrine paralel olarak elde edilen olumlu olumsuz tecrübeleri çok doğru bir şekilde çözümleyen Atatürk, eğitime ayrı bir önem vermiş ve Cumhuriyet dönemi eğitim felsefesinin hem kurucusu hem de uygulayıcısı olmuş bir liderdi. Türk İnkılâbının değerlerinin ve ilkelerinin ancak eğitim aracılığıyla korunabileceğine inanmış ve bunun yolunun da sadece gençleri değil; toplumu da “demokratik, millî, çağdaş, laik, pragmatik, bilime dayalı” bir eğitim sisteminden geçirmekte olduğuna inanmış, eğitim seferberliğinde en büyük rolü de öğretmenlere yüklemişti.
Atatürk, kara tahta başına geçerek kendi milletinin öğretmenliğini yapmış, eğitimci kişiliği ile farkını ortaya koymuştu. “Başöğretmen” unvanını kabul ettiği gün olan “24 Kasım”, Türk öğretmenleri için özel bir armağan olmuştu.
Bir devlet adamı olduğu kadar; aynı zamanda eğitimci ve öğretmen kimliğinin de ileri düzeyde olduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyet ve medeniyet prensipli modernleşme anlayışına paralel olarak kurguladığı eğitim hedefindeki “millî kültür etrafında yeni ve modern bir Türk milleti yaratma” anlayışı başarılı olmuş ve eğitime ilişkin düşünceleri, uygulamaları sağlam temeller üzerine kurulmuştu. O’nun Cumhuriyet dönemi Türk Eğitim Sistemini en çok etkileyen kişilerin başında geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır ki bu etki sadece bizde değil; bağımsızlık savaşı veren ve Türk modernleşme sürecini takip eden toplumların önünde de önemli bir örnek oluşturmuştu. Bu nedenle Atatürk’ün eğitim ve öğretmenler hakkındaki görüşlerini, tavsiyelerini doğru anlamak, anlatmak ve bunlara uygun davranmak; eğitim ve öğretim çalışmalarında izlediği “süratle uygulama ve devamlı takip kontrol” yöntemini takip etmek hepimizin görevidir.
Yüce Atatürk, eğitime ne kadar önem verdiğini, Türk gençliğine neler anlatmak istediğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğunu, nasıl mücadele edildiğinin, iyi yetişmiş öğret-menler tarafından daha iyi anlatılacağını ve anlatılması gerektiğini düşünen, yurtiçi gezilerinde her gittiği il ve ilçelerde muhakkak surette okulları ziyaret eden, öğretmen ve öğrencilerle ilgilenen, sınıflara girdiğinde, öğretmenin yerine asla oturmayan, öğrencilerle birlikte aynı sırayı paylaşan bir önderdi. Bir okul öğretmeni, Atatürk’e oturması için yerini gösterdiğinde; “Ben Cumhurbaşkanı dahi olsam, sınıfta öğretmenden sonra gelirim” diyerek öğretmene saygı gösterirdi, Türk gençliğinin her açıdan iyi yetişmesini ve geliştirilmesini hedefleyen, gençlerle iyi diyalog kuran bir liderdi.
Atatürk’e Başöğretmenlik ünvanı, eğitime ve eğitimciye verdiği önem ve öncelik için verilmiş, Atatürk, ülkenin içinde bulunduğu cehaletin bir an önce yok olması için Yeni Türk Alfabesinin ortaya çıkarılmasına katkıda bulunmasının yanı sıra öğretilmesi hususunda da yakın çaba göstermişti ancak… ‘Başöğretmenlik’ sıfatı sadece Millet mekteplerini açtığı, Latin harflerini öğrettiği, bilim dilini Türkçeleştirdiği için verilmemişti.
Bakanlar kurulu o sıfatı bir tek O’na verdi. Çünkü; O her alanda Ulus’unun yol göstericisi, öğretmeniydi. Atatürk, “içeride Sultan Halifeye dışarda Emperyalizme” karşı mücadele etti, Türk’e, kapıkulu olmadığını, Allah’ın kulu olduğunu anlattı, Bilge Kağan’ın ‘Ey Türk titre ve kendine dön!’ sözünü ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene!’ diyerek yeniledi, Türk’e bir ulus olduğunu öğretti.