“Uçurum kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız inkılâplar… İşte Türk genel inkılâbının bir kısa ifadesi…” 1935 (Atatürk’ün S.D. I, S. 365)
Barışın tesisinden itibaren ülkeye kıvılcım gibi yayılan inkılaplar ateşi cehaleti süpürürken, bağımsızlığın getirdiği özgüvenle ve yeniden hatırlanan Türklük bilinciyle Anadolu halkı tek vücut halinde ilkeler ve İnkılaplar istikametinde hiza durdu, elinden gelenin fazlasını hayata geçirdi ve on beş sene gibi bir sürede olağanüstü başarılar gösterdi. Sevr ile yalnız ve parasız bırakılan, silahsızlandırılan, aşağılanan, tersaneleri kapatılan bir ülkeden, gencecik bir Cumhuriyet çıkarmak elbette kolay değildi ve dünya devletlerinin hiçbirine nasip olmadı. Ama dümende Atatürk ve dava arkadaşları vardı ki vatansever bu yaratıcı kadroyla ülke hayal bile edemeyeceği müjdeleri peş peşe yaşadı.
Atatürk’ün çok işi vardı… İstirahat gibi tavsiyeleri duymak istemiyordu. Nüfus 13 milyondu, 11 milyonu köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu. 30 bin köyde cami yoktu. Traktör sayısı sıfırdı, biçerdöver sayısı sıfırdı. Ayçiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu. Ekmeklik un ithaldi, pirinç ithaldi. Bütün memlekette sadece beş bin hektar alan sulanabiliyordu. Bit’le başa çıkılamıyordu. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu… Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtmaydı, üç milyon kişi trahomluydu. Verem, tifüs, tifo salgını vardı. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstündeydi. Dünyaya gelen her iki bebekten biri ölüyordu.
Anne ölüm oranı yüzde 18’di. Her beş anneden biri ölüyordu. Ortalama ömür 40’tı. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece sekizi Türk’tü. Sadece dört hemşire vardı, sadece 136 ebe vardı. Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Komple kül edilmiş köy sayısı binin üzerindeydi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile yoktu. Limanlar, madenler yabancıya aitti. Demiryollarının bir metresi bile bize ait değildi. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Osmanlı’dan ayakta kala kala dört fabrika kalmıştı: Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri. “Sanayi” denilen işletmelerin yüzde 96’sında motor yoktu. 10’dan fazla işçi çalıştıran sadece 280 işyeri vardı. Bunların da 250’si yabancılarındı.
Kişi başına milli gelir 45 dolardı. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Güya vardı dernek daha doğru olur. .. Çünkü elektrik üretimi sadece 50 kilovatsaatti. Dört mevsim kullanılabilen karayolu yoktu. Otomobil sayısı sadece bin 490’dı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı. Kadın, insan değildi. Eşit eğitim hakkı yoktu, meslek edinme hakkı yoktu, boşanma hakkı yoktu, velayet hakkı yoktu, kendisine miras kalan mallar üzerinde bile tasarruf hakkı yoktu, seçme hakkı yoktu, seçilme hakkı yoktu, doğum izni yoktu, çalışma hayatında eşit hakkı yoktu, eşit işe eşit ücret hakkı yoktu, kürtaj hakkı yoktu, gebeliği önleme hakkı yoktu, kızlık soyadını kullanma hakkı yoktu.
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler yurtdışına kaçırılmıştı. Kimisi alaturka Saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi zevalli Saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken gurubi Saat’i esas alıyordu. Kimisi güneşin tamamen battığı ezani Saat’i esas alıyordu. Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi Rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin Şubat’ı kimisinin Aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu.
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uyduruyordu ne uzunluğumuz. Ölçülerimiz Ortaçağ’dı. 600 sene boyunca Arapça-Farsça harmanlamasına Osmanlıca denilmişti. Oysa Osmanlıca Arapça değildi, dil bile değildi. Fransızca-İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışılıyordu. Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmıştı, beş milyar adet satılmıştı.
Gazete sadece İstanbul ve İzmir’de vardı. Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okuryazar erkeklerin ezici çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuğumuzdan üçü okula gitmiyordu. Toplam 4 bin 894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yoktu. Bütün memlekette tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Medreselerde Türkçe yasaktı.
Lakin sanılmasın ki Osmanlı son yüz yılında sadece kendi hatalarıyla geriledi. Büyük sebeplerden biri de Osmanlı ve Türk düşmanlarının siyasi ve mali emelleriyle kurduğu fitne ve tuzaklar, hadsiz isteklerdi. Batı Osmanlı’yı kalkındırabilir, yardım edebilir, inkılaba pekala zorlayabilirdi. Yapmadı. Bölmeyi, yok etmeyi seçti. İçteki işbirlikçi hainler de yıkıma omuz verdiler. Şu an yine yükleniyorlar. Yine hainler destek veriyor. Maksatları yok etmek mi, eritmek mi göreceğiz.
Atatürk, 19 Ocak 1923’te İzmit’te halka şöyle sesleniyordu:
“Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket kalplere acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görüntü arz ediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok fakirdir, sefil ve çıplaktır.”
Atatürk haksız mıydı? Cumhuriyet kurulurken ülke gerçekten de harap ve virane, halk sefil ve perişan değil miydi? Tek suçlu savaşlar mıydı? Yüzyıllardır akıl ve bilim ihmal edilmemiş miydi? Bağnazlık büyüyüp cehalet yaygınlaşmamış mıydı? Saltanat baskıcılığı, Türk halkını ve Anadolu’yu savsaklayıp boşlamamış mıydı? 1923’te Cumhuriyet kurulurken bu topraklar hâlâ işgal altındaydı; yokluğun, yoksulluğun ve cehaletin işgaliydi bu. 1923’te “manzara-i umumiye” şöyleydi;
Kurtuluş Savaşı sırasında düşman, 830 köyü tümüyle, 930 köyü kısmen yakmıştı. Yanan bina sayısı 114.408, hasar gören bina sayısı 11.404’tü. Ruşen Eşref Ünaydın, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra gördüğü manzarayı şöyle anlatıyordu:
“… Kasabalar ki evleri, barkları, camileri, dükkânları, bağları, bahçeleri, bir uçtan bir uca düşman eliyle birer birer kül edilmişler… Fakat hele Alaşehir! Orada nasılsa kendilerini yanmaktan kurtarabilmiş 27 ev vardı. İşte böyle parmakla sayılacak kadar az. Fakat aman yarabbi, onlar da ne halde idiler. Öylesine talan edilmişler ki tırnakla yolunmuş yüzlere benziyorlar. Hiçbirinde eşyadan, kap kacaktan zerre kalmamış…”
Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı 400 bini geçmişti, göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyordu. Nüfusun yüzde 80’i kırsalda yaşıyordu. 40 bin köyün 37 bininde ne okul ne yol ne dükkân vardı. Yeterli düzeyde karayolu ve doğru dürüst bir demiryolu yoktu. Tüm ülkede 2500 km. karayolu ile neredeyse bir kilometresi bile bize ait olmayan 4112 km. demiryolu vardı. Ankara’nın doğusunda hiçbir şey olmadığı gibi demiryolu da yoktu. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkede denizcilik unutulmuş gibiydi. Donanma II. Abdülhamit döneminde Haliç’te çürütülmüştü.
Limanlar yabancılarındı. Nüfusun yüzde 82’sinin tarımla uğraşmasına rağmen üretim çok azdı. Bitmeyen savaşlar da tarımsal üretimi vurmuştu. Ülkede ziraat mühendisi yok gibiydi. Doğu’da ağalık düzeni vardı. Köylü topraksızdı; sabanı ve öküzü bile yoktu. Sığır vebası yaygındı.
Tüm Türkiye’de sadece 344 doktor vardı. 150 ilçede hiç doktor yoktu. Doktor başına on binlerce hasta düşüyordu. 40 bin köye karşılık sağlık memuru sayısı 434, diplomalı ebe sayısı ise 136’ydı. Çok az şehirde eczane vardı. Eczacı sayısı, çoğu yabancı, 60’dı. Halk salgın hastalık pençesindeydi; 13 milyon insanımızın 3 milyonu trahomluydu. Nüfusun % 14’ü sıtmalı, % 9’u frengiliydi. % 72’si ise tifüse yakalanabilecek durumdaydı. Bebek ölüm oranı % 60’tan fazlaydı.
Telefon, motor, makine, otomobil yok denecek kadar azdı. Elektrik sadece İstanbul ve İzmir gibi bazı büyük kentlerde vardı. Avrupa’da gelişen teknoloji bize çok uzaktı. Kapitülasyonlar ve Duyunu Umumiye ile sömürülüyorduk. Üretim çok azdı, neredeyse bütün sanayi ürünleri dışarıdan alınıyordu. Şeker, un ve hatta kiremit bile ithal ediliyordu. Ülkede toplam 281 sanayi kuruluşu vardı. Bunların sadece yüzde 9’u devletindi. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece yüzde 15’i Türklerindi, yüzde 85’i yabancıların ve azınlıklarındı.1915 sayımına göre 165-170 arasında iş yeri bulunan İstanbul’da aynı dönemde tam 359 genelev vardı.
I. Dünya Savaşı’nın yarattığı sefalet toplumu kemirmiş; içki, kumar, beyaz kadın ticareti giderek artmış, fuhuş yayılmıştı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan 4 önemli fabrika vardı. Bunlar Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikalarıydı. Madenler de yabancıların elindeydi. Okuma yaşındaki çocukların sadece dörtte biri okula gidebiliyordu. 40 bin köye sahip Türkiye’de toplam 4 bin 894 ilkokul vardı. Bu ilkokullarda 341 bin 941 ilkokul öğrencisi okuyordu. Tüm ülkede sadece 72 ortaokul ve bu ortaokullarda 5 bin 905 öğrenci okuyordu.
Tüm ülkede sadece 23 lise vardı. Liselerde sadece bin 241 öğrenci okuyordu. Ayrıca ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemişti. Medreseler askerden kaçma ve bağnazlık yuvası durumdaydı. 1923 itibariyle ülkede 479 medrese vardı. Bu medreselere 18 bin öğrenci kayıtlıydı. Bu 18 bin öğrencinin 6 bin kadarı medreseye devam ediyordu, 12 bin kadarı ise sadece kayıt yaptırmış, ama devam etmiyordu.
Türkiye’de yüksek lise görünümünde bir üniversite (Darülfünun) vardı. Fotoğraf çektirmeyi, dans etmeyi suç ve günah olarak gören bir üniversite… Harf Devrimi olduğunda bazı hocalarının “Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarım!” dediği bir üniversite… Ülkede Darülfünun dâhil 9 yüksekokul vardı. Bunların toplam öğrenci sayısı 3 bin kadardı. Halk kitap okumuyordu. 15. yüzyılda Avrupa’da bin 700 matbaada 15-20 milyon kitap basılmıştı.
Osmanlı’da ise 15. yüzyılda Müslümanların matbaası bile yoktu. Osmanlı’da ancak 18. yüzyılda 1755-1769 arasında –toplamı 23 cilt tutan- sadece 17 kitap basılmıştı. Baskı adedi 13 bin 200 kadardı. Niyazi Berkes’in verdiği bilgiye göre 1860’larda “Osmanlıca olarak basılmış kitaplar bir duvarlık kitap rafını dolduramayacak kadar azdı.”
Savaşlar zaten az olan okur-yazar oranını iyice azaltmıştı: Erkeklerin yüzde 7’si, kadınların binde 4’ü; toplam nüfusun ancak yüzde 3’ü, 4’ü okuma-yazma biliyordu. Okuma yazma bilenlerin önemli bir kısmı da ancak a’yı b’ye çalacak kadar okuyabiliyordu. Ayrıca Arap harfleriyle Osmanlıca yazmak da ayrı bir sorundu; dahası çat pat okuma bilenlerin önemli bir kısmı yazamıyordu. Anlayacağınız, Atatürk, Harf Devrimi’ni yapmadan önce de toplumun yüzde 90’ından fazlası dedesinin mezar taşını okuyamıyordu!
Tarikatlar ve cemaatler hayata yön veriyordu. Hukuk, yargı, anayasa, takvim, saat, ölçüler, hatta kılık kıyafet çağa uymuyordu. Kadının adı yoktu. Kadın her bakımdan ikinci sınıftı. Okuyan ve çalışan kadın sayısı çok azdı. Anadolu unutulmuştu. Türkler yönetimden dışlanmış, yönetim dönme devşirmelere ve saray elitine bırakılmıştı. Öyle ki Osmanlı’nın toplam 288 sadrazamının 210’dan fazlası yabancı kökenliydi. Yerli halk köylü, çiftçi, asker olmaya zorlanmıştı. Barış zamanlarında vergi yükü altında ezilen halk, savaş zamanlarında cepheden cepheye sürülmüştü.
Yüzyıllardır Türkler gibi Türkçe de ihmal edilmişti. Türkçe, Türkçeye hiç uymayan Arap harfleriyle yazılmaya zorlanmış ve Arapça, Farsça, Türkçeden oluşan Osmanlıcanın içinde eriyip yok olmuş gibiydi. Saray elitlerinin, dönme devşirme bürokratların, din adamlarının, aydınların dili başka, halkın dili başkaydı. Devlet ile halk birbirinden uzaklaşmıştı.
1300 yıl önce Emevi halifesinin diktiği “saltanat putu”, Tanzimat’tan beri devam eden bütün siyasal yeniliklere rağmen hala dimdik ayaktaydı. Yüzyıllardır padişah/halife kendini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak görüp halkı istediği gibi sömürmüştü.
İşte Atatürk Samsun’a çıkmadan evvel memleket içinde manzara bu şekildeydi … diyoruz ya; ÇARE ATATÜRK!