Yurtta Sulh Cihanda Sulh
(Uzun yazı, okuma süresi; 16 dakika, 2652 kelime)
Atatürk, savaşırken civar ülkelerle, savaştan sonra savaştığı düşmanları ile dahi, barışı savunmuş, bağımsızlığa kast eden düşmana karşı verilenler hariç toprak temini vs. gayesiyle yapılan tüm savaşları cinayet olarak tasvir etmişti. Hiçbir ülkenin topraklarında gözü olmadığını ancak Misak-ı Milli sınırlarından taviz verilmeyeceğini dost ve düşmana ustalıkla anlatan Atatürk, hem davasına bir hedef belirlemiş, hem de komşularının yersiz korkularına bu sayede mani olmuştu. O’nun liderlik ve örneklik anlayışında bu sebeple, himaye etme, ele geçirme, savaşma ön tezi yoktu. Bu dostane girişim, komşu ülkelerce anlaşıldığı için hem destek alınmasına, hem de ayrı cephe açılmamasına katkı sağladı. Bu aynı zamanda Türk’ün haklı davasının haklılığının da tüm uluslarca anlaşılmasına olanak tanıdı. Kurulan paktlar ve yapılan ikili anlaşmalarla bu usul kalıcı hale getirildi ve Anadolu uzun zaman bir sorunsuz barış dönemi yaşadı. O ulusların Türkiye sevdaları bugün hala devam ediyorsa bu o günlerden kalan dostluk nişaneleri nedeniyledir.
Lakin özellikle ikinci dünya savaşından sonraki sözde çok partili dönemden başlayarak bugüne olan sürede, anlayışlar değişti, başa gelen liderlerin barışın kıymetini anlamaması ile ilişkiler bozuldu, BOP türü Amerikancı projeler nedeniyle halk oyu ile yönetime gelenler değiştirildi, emperyalizmin sistemleri abluka vaziyetinde Ortadoğu coğrafyasına yerleşti, darbelerle veya sahte ayaklanmalarla başa getirilen küresel despotlarla ülkeler birer tehdit halini aldı. Bu gergin ve bilinmez ortamda ülkeler birbirine şüpheyle bakmaya başladı ve dostluk ilişkileri de bu sayede sonlandı. Kendi arasında İslam Birliği yahut Türk Birliği kuramayan ülkeler, başkalarınca tesis edilen zorunlu müttefikliklere girmek zorunda kaldı, ülke kaderleri birilerince belirlenir oldu. Ülkemiz, terör belasından kurtulmak, sınır güvenliğini sağlamak adına akıllı hamleler yaptıysa da komşu ülkelerinin tutarsızlıkları ve teröre destek verişleri nedeniyle ihtiyatlı davranmaya zorlandı, konuşulmadığı, birbirini anlamaya çalışılmadığı için ülkeler de halklar gibi kutuplaştırıldı, bölündü, birbirine düşman edildi.
Ekonomik çıkarların da etkili olduğu bu tabloda, süper güçlerin dengelere her temas edişinde kanlı bir sonla karşılaşıldı ve ülkeler bugün tek kale maçlar yapmak zorunda kaldı. Vaktinde 50 kadar dostluk anlaşması imzalayan, pakt ve cemiyete giren, konsolosluk ve büyükelçilik açan, hiçbir komşusuyla savaş yanlışına düşmeyen Türkiye, maalesef bugün acemi politikalarıyla, empoze tercihleriyle, bazı ülküleri göz ardı etmesiyle, Yurttaşlarını-ülküdaşlarını yalnız bırakmasıyla, Türklükten ziyade Arapçılığa meyletmesiyle yalnızlaştı. Bölgesel güç ve global söz sahibi olmasına mani olmak isteyenlerce etkisizleştirilen Türkiye, hassas ve güçsüz hale getirildi.
Ancak Batı, bu toprakların bir başkasının eline geçmesine de her zaman karşı oldu. Montrö bunun tesciliydi. Düşünelim ABD, Rusya, AB veya başka bir ülke ya da koalisyon olsa, bölgede ve dünyada kalıcı huzur ve barış tesis edilebilir miydi? İşte bu yüzden bölgedeki 100 yıllık barış aslında, dünya siyasetindeki karışıklığı fırsat bilip Montrö’yü hayata geçiren Atatürk’ün dünyaya en büyük armağanıdır.
Oysa tüm gayesini haklı davasının muvaffakiyetine ve sonrasında tesis edilen haysiyetli barışın idamesine bağlayan Ulu önder Atatürk “Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz.”[1] derken her şeye rağmen olmayan bir barışı işaret etmiş, bu barışın “Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı amil olsa gerektir.” (1933) sözüyle aktardığı gibi devlet ve ulusun refahına, tam bağımsız yarınlarına hizmet etmesi gereğini vurgulamıştı. Çünkü bilmekteydi ki en geniş zaferler bile huzur ve refah getiremez, saadetin tesisi ancak sulh ortamında mümkündür. “Sulh, milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur.” (1938) Bu sulh ise hakların korunması, zulmün bitirilmesi, yaşam hakkına saygı gösterilmesi durumunda söz konusudur.
İlkeyle kast edilen barış, her şeye rağmen barış değil, barışı inkâr etmek değil, bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza zarar gelmediği müddetçe barışı tercih etmek manasınadır. Bu zarar da sadece askeri manada değil, bağımsızlığa kast edecek her türlü girişimi içeren siyasetten spora, ekonomiden askeri konulara kadar geniş bir yelpazededir. Devletin bekasını ve huzurla devamını sağlamak ilkesi olan bu ilke kuvvetli, bilgili, hazır ve uyanık olmayı gerektirir, sadece yurtta değil, o yaranın elbet bize de bulaşacağı noktasından hareketle tüm dünyada barışın egemen olmasını gaye edinir. “İnsan, mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli…” (Atatürk, 17 Mart 1937)
Atatürk,[2] gerçek barış için her şeyden önce emperyalizme karşı tam bağımsızlık mücadelesi vermek gerektiğini düşünüyordu. Onun için “barış”, önce “tam bağımsızlık” demekti. Çünkü emperyalizmin ve sömürünün olduğu yerde gerçek barışın olamayacağını görüyordu. 31 Ocak 1923’te İzmir’de halka şöyle demişti: “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman ‘tam bağımsızlık’ istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi lazımdır. Barışın anlamı budur. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On sene, yirmi sene sonra aşağı görülerek ölmektense şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi üstün tutarız.” (Atatürk’ün S. D. II, S. 89)
O’na göre dış siyasetin temeli milli menfaatlerin ve tam bağımsızlığın muhafaza edilmesi şartıyla diğer devletlerle iyi geçinmekti; “Komşuları ile ve bütün devletlerle iyi geçinmek, Türkiye siyasetinin esasıdır.” Atatürk diğer devletlerin de aynı fikirde buluşacaklarına inancını şöyle belirtiyordu; “Barış ilkesi, insanlığın ilerlemesiyle paralel olarak kuvvetlenmektedir. Harpten büyük zararlar görmüş milletlerin bu ilkeye daha büyük bir dostluk ve samimiyetle bağlı olacakları tabiîdir. Bu ilkenin bütün devletlerce siyaset esası sayılmasıyladır ki, medeniyet için ve milletlerin saadet ve refahı için en gerekli olan barış, yerleşmiş olur.” 1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 79-81, 1930, s.6787) Lakin bu barış kolayca tesis edilebilse bile emniyetle devamı kolay olmayan, özen isteyen bir meseleydi; “Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince daimî bir dikkat ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.” 1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 396)
Atatürk, emperyalizmi yenmeden yapılacak bir barışın, gerçek barış getirmeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle Milli Mücadele yıllarında tam bağımsızlığı sağlamayan sözde-sahte barış tekliflerini hep reddetti. Örneğin “Sevr”, o sözde-sahte barış tekliflerinden biriydi. Atatürk, Milli Mücadele’yi kazandıktan sonra barış masasına oturdu, kalıcı barışı kurdu, Lozan ile kesintisiz bir barış ortamı sağladı.
Atatürk, er geç “mazlumların zalimleri yeneceğini” ve işte o zaman dünya barışının sağlanacağını düşünüyordu. 1921’de aynen şöyle demişti: “Bütün mazlum milletler zalimleri mahv ve perişan edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal hale mazhar olacaktır.”
O’na göre Türk İstiklal Harbi’nin başarısı tüm mazlum devletlere örnek olacak, zulüm sahipleri bu uyanmayla davalarından vazgeçmek zorunda kalacaklardı; “Bizim bu büyük zaferimizin doğuracağı büyük neticeler, yalnız Türkiye’nin mukadderatı üzerine etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün zulüm görmüş milletleri, kendi hayat ve bağımsızlıklarını tehdit ve tazyik eden zalimler aleyhine hareket için gayrete getirecektir.” 1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 479)
Atatürk, “Türk ihtilali, yüksek bir insani ülkü ile birleşmiş bir vatanseverlik eseridir” diyordu. “Gençler… Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık yeteneğinin, vatan sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en yetenekli sembolü olacaksınız” diyordu. Yani “vatan sevgisi” ile “insanlık ülküsü” kavramlarını birlikte, yan yana kullanıyordu.
13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı F. Marcosson’a verdiği mülakatta, “Biz milliyetçiyiz, ama bizim milliyetçiliğimiz bencil cinsten bir milliyetçilik değildir” demişti. “Biz artık fetih istemiyoruz” demişti. “Emperyalizm ölüme mahkûmdur, demokrasi insan ırkının ümididir” diye de eklemişti.
Atatürk, her fırsatta “savaş karşıtlığını” vurguluyordu. Örneğin bir keresinde “Savaşçı olamam; çünkü savaşın acıklı hallerini herkesten iyi bilirim” demişti. Muzaffer Türk Ordularının Başkomutanı olarak 1923’te Adana’da “Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” demişti: “Savaş zorunlu ve hayati olmalı. Milleti savaşa götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. ‘Öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye uğramadıkça savaş bir cinayettir.” Gerçekten de Atatürk’ün “haksız” bir savaşı yoktu. Onun tüm savaşları haklıydı, meşruydu; o “öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz” diyerek savaşmıştı. Ömrü savaş meydanlarında geçen Atatürk, “savaştan” çok “barış” diyordu. “Barış milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur” diyordu. İnsanlığın kurtuluşu için “mutlaka medeni, insani ve barışçı ülkü belirmelidir” diyordu.
20 Nisan 1931’de, Türkiye’nin temel siyasetini “Yurtta barış dünyada barış için çalışıyoruz” diye özetlemişti. 1933’te yaptığı bir açıklamada da Türkiye Cumhuriyeti’nin “en esaslı ilklerinden biri” olan “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinin “insanlığın ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde de en esaslı etken olduğunu”; buna hizmet etmekle “övündüklerini” söylemişti. Atatürk, dünyada “devamlı bir barış” için “insanlığın bütününün refahı açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir” demişti. Atatürk, 17 Mart 1937’de Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile sohbetinde, dünya barışının nasıl sağlanacağını şöyle anlatmıştı:
“İnsan, mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli… Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur, açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur. (…) En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir. Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz…” Atatürk bu sözleriyle, II. Dünya Savaşı’ndan iki yıl kadar önce tüm dünyaya adeta barış ve insanlık dersi vermişti. Atatürk’ün 1938’de ölümüyle dünya barış dilini kaybetti. 1939’da II. Dünya Savaşı çıktı.
Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda Yunan Başkomutan Vekili General Trikupis ve İkinci Kolordu Komutanı Digenis esir alındı. Esir generaller, 3 Eylül’de Uşak’ta, muzaffer Başkomutan Atatürk’ün karşısına çıkarıldı. Atatürk -Yunan zulmüne rağmen- esir Yunan generallerini intikam duygusundan uzak bir ruh haliyle karşıladı. General Trikupis’in elini sıktı. “Oturun general, yorulmuş olacaksınız!” dedikten sonra sigara ve kahve ikram etti. Görüşme bittikten sonra ayağa kalktı: “Sizin için bir şey yapabilir miyim?” diye sordu. General Trikupis, sağ olduğunun ailesine bildirilmesini istedi. Atatürk, Trikupis’i şöyle teselli etti: “Napolyon da bir savaş kaybetti. Savaş bir talih oyunudur general! Bazen en yeteneklisi de yenilir. Siz görevinizi yaptınız. Sorumluluk talihten geliyor. Üzüntü duymayınız.”
Başkomutan Meydan Muharebesi sonrasında İzmir Karşıyaka’da kendisi için hazırlanan köşke girerken merdivenlere Yunan bayrağının serildiğini görünce, hemen yerden kaldırtmıştı. Kendisine, Yunan Kralı Konstantin’in bu köşke Türk bayrağını çiğneyerek girdiği söylendiğinde ise “O hata etmiş. Ben onun hatasını tekrar edemem. Bayrak bir milletin onurudur. Ne olursa olsun yerlere serilemez ve çiğnenemez” demişti. Atatürk, bu davranışlarıyla sadece Yunanistan’a değil, tüm dünyaya insanlık dersi vermişti.
Atatürk Türkiye’si, Tevfik Rüştü Aras’ın ifadesiyle, “Her nerede barış adına bir toplantı olsa oraya koşmuştu.” Barışı korumak için 1928’de Kellog Paktı kuruldu. Türkiye 1929’da pakta üye oldu. 1932’de Milletler Cemiyeti’nin düzenlediği Silahsızlanma Konferansı’na katıldı. 1932’de Milletler Cemiyeti’nin özel daveti üzerine (28 devletin teklifiyle) Milletler Cemiyeti’ne üye oldu. 1935’te Milletler Cemiyeti’nin Lahey Sürekli Adalet Divanı’na katıldı. Barışı korumak için 1928’de hazırlanan Genel Tahkim Senedi’ni 1934’te –bazı şartlarla– imzaladı. Arjantin Dışişleri Bakanı’nın barışı korumak amacıyla örgütlediği Savvedra Lama Paktı’na 1936’da Türkiye de katıldı. İtalya’nın Habeşistan’a saldırısını kınayan ülkelerden biri de Türkiye’ydi.
1933’te İtalya, Almanya, İngiltere ve Fransa arasında Dörtler Paktı kuruldu. Güneybatı kıyılarımıza göz koyan İtalya’nın öncülüğündeki pakta Türkiye karşı çıktı. Atatürk, 29 Ekim 1933’te Ankara Palas’ta yabancı elçilerin de olduğu akşam yemeğinde açıkça Dörtler Paktı’na karşı olduğunu söyledi. “Onun bu sözlerine sofrada bulunan İtalyan Büyükelçisi cevap vermeye yeltendi. Atatürk, elçiye gereken cevabı verdi.”
Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye ve Yunanistan arasında Mübadele ve Patrikhane sorunu yaşandı. Atatürk ve Venizelos zamanla bu sorunları çözdüler. Türkiye ve Yunanistan arasında 1930’da iki antlaşma imzalandı: Ekim 1930’da Yunan Başbakanı Venizelos Türkiye’ye geldi. Ekim 1931’de de İsmet İnönü ile Tevfik Rüştü Aras Yunanistan’a gitti. Eylül 1933’te Yunanistan’ın yeni başbakanı ve dışişleri bakanı Türkiye’ye geldi. 1933’te Türkiye ve Yunanistan arasında “İçtenlikli Antlaşma Paktı” yapıldı, Venizelos Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıl kutlamalarına katılmak için ülkemize geldi. Türk–Yunan dostluğu, çok geçmeden bir Balkan dostluğuna yol açtı. 1934’te Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya arasında Balkan Antantı imzalandı.
Atatürk’ün öncülüğünde İslam ülkeleri de bir araya geldiler. 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı[3] kuruldu. Atatürk, Milli Mücadele yıllarında başlayan Sovyet dostluğunu da geliştirerek devam ettirdi.
Atatürk, 1935’te Amerikalı gazeteci Gladys Baker’e, barış paktlarıyla tüm dünyayı bir barış kuşağıyla çevirmenin mümkün olacağını söylemişti. Atatürk, Sovyet dostluğu, Balkan Antantı ve Sadabat Paktı ile Balkanlardan Güney Asya’ya, Sibirya’dan Akdeniz’e kadar uzanan en büyük “barış kuşağını” oluşturmayı başardı.
Atatürk Türkiye’si, 1921-1938 arasında dünyadaki 56 bağımsız ülkenin 37’sinde diplomatik temsilcilik açtı, 40’ıyla dostluk antlaşması imzaladı. Atatürk bu sürede bu 56 bağımsız ülkenin başına geçen 115 devlet başkanının tamamıyla temas kurdu. Atatürk, Milli Mücadele’den sonra İstanbul’un kurtarılması, Boğazlar ve Hatay gibi büyük sorunları savaşsız, silahsız barış yoluyla çözmeyi başardı.
Atatürk, dünya barışına katkısı nedeniyle –hem de eski düşman Venizelos tarafından– 1934’te Nobel’e aday gösterildi. Atatürk’e Nobel verilmedi. Ancak UNESCO, 27 Kasım 1978 tarihli kararında Atatürk’ü “Uluslar arasında anlayışın, sürekli barışın öncüsü” diye tanımladı.
13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı Isaac F. Marcosson, Atatürk’e, “Dünyanın bugünkü hastalığı için ilacınız nedir?” diye sormuştu. Atatürk şöyle demişti: “Aptalca şüphe ve güvensizlik değil, akıllıca işbirliği…”
[1] (1931, Ankara) (ATATÜRK’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK, AAM, Ankara, 1991, s. 608)
[2] Atatürk’ten insanlık ve barış dersi, 25 Mart 2019, sozcu.com.tr. Sinan Meydan
[3] Sadabat Paktı (Saldırmazlık anlaşması) gelişmeler neticesinde, sınır sorunlarının kalıcı şekilde çözülmesi ve imza eden ülkelerin bağımsızlıklarının korunması gayesiyle, (2 Ekim 1935 tarihinde parafe edilen Cenevre anlaşmasının devamı olarak) Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran’da imzalandı.
NOT: Atatürk’ün dönemi (1923-1938) yapılan antlaşmalar ülkenin geleceği, güvenliği ve medeni devletler arasında yerini alabilmesi için atılmış bir seri adımlardı, tamamı gerçekçi, gerekli, dostane ve barışsever mahiyetteydi. Bu anlaşmalar kronolojik sırasıyla şöyleydi;
“24 Temmuz 1923 – Lozan Barış Antlaşması (4 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girdi.), 10 Aralık 1923 – Türkiye Cumhuriyeti ile Avusturya Hükümeti arasında Ankara’da Dostluk Antlaşması, 15 Aralık 1923 – Türkiye ile Arnavutluk arasında İkamet Mukavelesi, 15 Aralık 1923 – Türkiye-Macaristan Dostluk Antlaşması, 28 Ocak 1924 – Türkiye-Avusturya Dostluk, Ticaret ve İkamet Antlaşmaları, 31 Mayıs 1924 – Türkiye Cumhuriyeti ile İsveç Kraliyeti arasında Dostluk Antlaşması, 27 Eylül 1924 – Türkiye-İspanya Dostluk Antlaşması, 11 Ekim 1924 – Türkiye-Çekoslovakya Dostluk Antlaşması, 1 Aralık 1924 – Türkiye ile Estonya arasında Dostluk Antlaşması, 9 Aralık 1924 – Türkiye-Finlandiya Dostluk Antlaşması, 15 Ağustos 1925 – Kayseri’de tayyare ve motor fabrikası kurulması için Junkers Firması’yla antlaşma, 19 Eylül 1925 – Türkiye-İsviçre Dostluk Antlaşması, 18 Ekim 1925 – Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması, 28 Ekim 1925 – Türkiye-Sırp-Hırvat-Sloven Dostluk Antlaşması, 17 Aralık 1925 – Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması ve bağlı üç protokol (SSCB bu antlaşmayı 7 Kasım 1945’te bozdu.), 30 Ocak 1926 – Türkiye-Şili Dostluk Antlaşması, 18 Şubat 1926 – Türkiye ile Amerika arasında geçici Ticaret Antlaşması, 11 Mart 1926 – Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Ticaret Antlaşması, 25 Mart 1926 – Türkiye ile Almanya arasında geçici Ticaret Antlaşması, 2 Haziran 1926 – Türkiye ile Finlandiya arasında Ticaret Antlaşması, 5 Haziran 1926 – Musul sorunu, Türkiye, İngiltere ve Irak arasındaki Ankara’da imzalanan antlaşma, 20 Aralık 1926 – Türkiye-Macaristan Ticaret Antlaşması, 20 Aralık 1926 – Türkiye-Macaristan Krallığı İkamet Mukavelenamesi, 4 Mayıs 1927 – Türkiye ile İsviçre arasında Ticaret Antlaşması, 31 Mayıs 1927 – Türkiye ile Çekoslovakya arasında Ticaret ve İkamet Antlaşması, 28 Ağustos 1927 – Türkiye, Belçika ve Lüksemburg arasında Ticaret Antlaşması, 4 Şubat 1928 – Türkiye-İsveç Ticaret Antlaşması, 12 Şubat 1928 – Türkiye ile Macaristan arasında Ticaret Antlaşması, 12 Mart 1928 – Türkiye-Estonya Ticaret Antlaşması, 9 Aralık 1928 – Türkiye-İsviçre Uzlaşma ve Adli Tesviye ve Tahkim Muahedenamesi, 4 Ocak 1929 – Türkiye-Uruguay Dostluk Antlaşması, 27 Mart 1929 – Yunan-Yugoslav Dostluk Antlaşması, 11 Haziran 1929 – Türkiye-Romanya Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması, 12 Ağustos 1929 – Türkiye ile Finlandiya arasında Ticaret Antlaşması, 29 Ağustos 1929 – Türkiye ile Fransa arasında Ticaret Antlaşması, 4 Aralık 1929 – Türkiye-Uruguay Dostluk Antlaşması, 9 Aralık 1929 – Türkiye-İtalya Tahkimnamesi, 21 Aralık 1929 – Türkiye ile İrlanda arasında geçici Ticaret Antlaşması, 21 Mayıs 1930 – Türkiye ile Macaristan arasında Ticaret Antlaşması, 22 Haziran 1930 – Türkiye ile Avusturya arasında Ticaret ve Hukuk Antlaşması, 17 Eylül 1930 – Türkiye-Litvanya arasında Dostluk Antlaşması, 17 Ocak 1931 – Türkiye-Çekoslovakya Ticaret Antlaşması, 16 Mart 1931 – Türkiye-Norveç İkamet, Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması, 5 Aralık 1931 – Başbakan İsmet İnönü ile Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın Yunanistan’ı ziyaretleri sırasında, 1930 Türk-Yunan Dostluk Antlaşması yürürlüğe konuldu, 3 Temmuz 1932 – Türkiye ile Fransa arasında Antakya’da Askeri Antlaşma (Antlaşma uyarınca Türk askeri birlikleri 5 Temmuz’da Hatay’a girdi.), 22 Nisan 1933 – Osmanlı Duyun-u Umumiye (genel dış borçlar) İdaresi arasında imzalanan antlaşma ile Osmanlı dönemi borçlarının tasfiyesine başlandı, 8 Mayıs 1933 – Türkiye ile Yunanistan arasında Ticaret Antlaşması, 21 Ocak 1934 – Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Kredi Antlaşması, 9 Şubat 1934 – Türkiye, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya arasında Balkan Paktı, 20 Temmuz 1936 – Türkiye’nin İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki tüm haklarını tanıyan ve kabul eden Montreux Antlaşması (9 Kasım 1936 – Montreux Boğazlar Sözleşmesi resmen yürürlüğe girdi.), 7 Nisan 1937 – Türkiye ile Mısır arasında Dostluk, İkamet ve Tabiiyet antlaşması, 8 Temmuz 1937 – Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı (14 Ocak 1938 – Türkiye-Irak-İran-Afganistan arasında akdedilen Sadabat Paktı, TBMM’de onaylandı.), 12 Ocak 1938 – Türkiye-Letonya Ticaret Antlaşması, 8 Mayıs 1938 – Türkiye ile Almanya arasında Kredi Antlaşması, 27 Mayıs 1938 – Türkiye ile İngiltere arasında Kredi Antlaşması, 4 Temmuz 1938 – Türkiye ve Fransa, Hatay’da eşit sayıda asker bulundurmaları konusunda antlaşma (Aynı gün Türk birlikleri Hatay’a girdi.)”