Malumdur ki Ulu Önder’in zaferleri sadece muharebe meydanlarında değil daha da çok eğitim, siyaset, bilim ve sosyal yaşam alanlarındaydı. Yani o savaş meydanlarında düşmanı, ülke topraklarında da cehaleti, bağnazlığı, fakirliği ve geri kalmışlığı yenmişti.
KURTULUŞ SAVAŞININ BOZKURT’U
“Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her nevi şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.” 1920
Atatürk İzmir’i ve neden işgalin oradan başladığını da şöyle tanımlıyordu;
“İzmir, kırk asırlık bir ecdat yurdudur. İzmir, bu kadar derin bir tarihe malik olmakla beraber coğrafî durumu sebebiyle ekonomik ve siyasî çok büyük bir ehemmiyete maliktir. İşte bunun içindir ki, Türkiye’yi mahvetmek isteyen düşmanların, her şeyden evvel gözleri bu tarihî, bu mühim beldeye döner. Nitekim düşmanlarımız en evvel burasını işgal etmişler, ondan sonra daha doğuya ilerlemişlerdir. İzmir’in işgali, bütün milletin kalbinde derin bir yara husule getirmiştir. Herkes İzmir için feryat ediyordu. İzmir, halkın elemlerini, feryatlarını, azim ve imanını ifade etmek için bir parola olmuştu. Muhtelif görüş noktalarından çok kıymetli olan İzmir, elbette düşmanların elinde bırakılamazdı ve nitekim bırakılmadı.” 1923
Atatürk İzmir’in işgaliyle birlikte Anadolu’ya geçmek için fazla beklemedi. Ülke yenikti ama başka ülkelerde rastlanmayacak şekilde büyük bir özelliği vardı; yüksek ve hızlı örgütlenme kabiliyeti. Mustafa Kemal bu bilinçle adımlarını hızlandırdı ve durumdan vazife çıkartıp gençliğinden beri aklında olduğu gibi, reyini, tam bağımsızlıktan ve mücadeleden yana kullandı. Samsun’a hareketinden önce, iyi askerliğine ve kazandığı zaferlere rağmen ittihatçıların üst kademeleri ile iyi geçinemiyor, hatta ittihatçılara karşı çıkıyor, ancak askeri kariyeri herkesten saygı görüyordu. İşgalciler nezdinde de daha konuşulabilir birisiydi.
Padişah Vahdettin son Avrupa gezisinde yanında olan Mustafa Kemal’e güvenmekteydi. Nihayet Samsun’a gitmesi için onu görevlendirdi. Bu görev Osmanlı’da geleneksel olarak ciddi ve önemli bir görevdi. Buna göre müfettiş paşalar gittikleri yerde karışıklık bastırmak ve hakimiyeti sağlamak için tam yetkiliydiler. Yargılar, cezalandırır, tedbir alırlardı. Soruşturma, acil yargılama hatta gerekirse valilere emir verme yetkileri vardı. Samsun Reji iskelesine çıkan Mustafa Kemal heyet tarafından karşılandı. Burası kurtuluş mücadelesinin fitilinin ateşlendiği Anadolu’ya çıkış noktası’ydı. Bu tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biriydi. Atatürk de zaten Nutuk’u bu tarihten başlatmıştı.
Vatansever, yetenekli ve mücadele taraftarı tek kumandan elbette Mustafa Kemal değildi. Yardımcıları da vardı. Lakin O’nun en büyük farklılığı dehasıydı. En akıllı ve cüretkar komutanlar bile ‘Bursa’yı, Antalya’yı, İzmir’i kurtarmakla uğraşmayın, tükeniriz, elimizdekini de kaçırırız’ diyorlar, Anadolu ve Doğu Anadolu ile yetinilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Atatürk’ün kafasındaki plan ise çok daha farklı ve doğruydu ki sonraki safhada ‘İlk Hedefiniz Akdeniz’dir’ şeklinde yer bulacaktı.
Sarıkamış yakın tarihimizde Balkan Savaşı’ndan sonra acemi kumandanlık ve yanlış politikaların yarattığı en büyük faciaydı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına olan hayranlık bu nedenle daha da yüksek olmalıdır çünkü 1914’te savaşı yönetenlerin yarattığı facia ve sebep oldukları bezginlik dahi onların direnişe geçmesini engelleyememiş, Türk halkı her şeye rağmen paniğe kapılmamış, Kurtuluş Savaşı’na onların önderliğinde devam edebilmişti.
Gazi Mustafa Kemal Paşa çok önemli bir askerdi. Türk askeri tarihimizde geliştirdiği teknikler vardı. Bu teknik ve taktiklerin başında ricat (geri çekilme) gelmekteydi. Türk orduları ricat etmeyi atılganlıkları gereği iyi bilmezdi. Çünkü her ne zaman ricata müracat edilmişse ardından bozgun gelmişti. Bunun ilk aksi örneği İstiklal Savaşı’nda görülmüş, başarıyla uygulanmıştı. Türk askerleri bu savaşta son derece kanaatkar ve dayanıklı, inatçı bir savunma yapmış ve savunmayı hücuma çevirmeyi de öğrenmişti.
Kütahya – Eskişehir yenilgisinden sonra ordu ricat düzeniyle Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmişti. 23 Ağustos ile 13 Eylül arası yani 22 gün 22 gece süren savaş 900 yıllık Türkiye tarihi açısından en kanlı ve inatçı direnişti. 100 kilometre genişliğindeki cephede atılan topların sesi yer yer Ankara’dan duyulmaktaydı. Ankara’nın yakınına kadar çekilen ordu doğal olarak TBMM’nde bir muhalefetle karşılaştı. Meclis olanca katılığıyla itiraz etti ancak Mustafa Kemal Paşa’nın kumandan ve siyasi kişiliği galip geldi, meclisten tam yetki aldı. Tekalif-i Milliye emirleri yayınlandı, tatbik edildi. Sakarya zaferi sonrası Mustafa Kemal Paşa muzaffer ve güçlü bir komutan olarak meclisten ‘Gazi’ ünvanını ve ‘müşir (Mareşal)’ rütbesini aldı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkan korkunç bilanço kumandanlar dahil yönetenleri temkinli olmaya mecbur etmişti. Mustafa Kemal ve arkadaşları içinse temkinle birlikte aşırı bir atılım söz konusuydu. Herkes vatanını seviyor ve kurtarmaya çalışıyordu ama Mustafa Kemal lider nitelikleriyle halkı ve ileri gelenleri, taşrayı bir araya getirmeyi başaran olmuştu. 30 Ağustos’u ilmek ilmek bu ruh hali ve senkronizasyon getirmişti. Büyük taarruz öncesi ordunun ve milletin morali gayet yükselmişti. Savaş günü Ankara’daki diplomatik çevrelerden ve gazetecilerden gizlenmiş, Başkumandan gizlice Akşehir’e intikal etmiş ve o akşam sözde çay ziyafeti düzenlenmişti. Dünya Türklerin savunma mevzilerini bertaraf edeceğine inanmıyordu. 26 Ağustos’ta Büyük Taarruz ani saldırılarla başlamış ve öyle de sürmüştü.
30 Ağustos 1922’deki Dumlupınar Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde kazanılan zafer, 29 Ağustos 1526 tarihli Mohaç zaferi kıymetinde, Türklerin küçük Asya’daki anavatanlarını savunma zaferiydi. Hatta denebilir ki 26 Ağustos 1922 Anadolu’dan asla çıkmayacağımızın belgesiydi. Büyük taarruz planı, kurmayların itiraz edip ‘Bu çok iddialı, bunu gerçekleştiremeyiz’ dediği ancak Mustafa Kemal’in ‘ya bunu gerçekleştiririz, ya da gerçekleştiremezsek zaten bittik’ dediği plandı. Başkomutan tecrübeli, keskin ve atılgan zekalı bir kumandandı ve bu stratejisi zaferi getirmişti. Çevirme harekatını çok iyi biliyordu ve savaş aslında bir günde bitmişti. Bu savaş büyük bir kurmay savaşıydı ve anlaşılıyordu ki her safhası detaylı düşünülmüştü.
Milli mücadelede halk da kendi arasında ikiye bölünmüştü. Bir kısmı mücadele, bir kısmı olanla yetinme düşüncesindeydi. Durumları perişandı. Ancak Mustafa Kemal Paşa atak davrandı ve dirayetiyle halkı etkiledi. Çünkü zeki ve bilgili Atatürk ve davadaşları erken yaşlanmış, genç yaşta tecrübelenmiş ve zor bir hayat yaşamışlardı. Zaferi getiren bu komutanlar daha önce pek çok cephede de savaşmışlardı.
Dünya savaşının bizim için dört değil altı yıl sürdüğünü kabul etmek gerekir. 30 Ağustos esasında bir bakıma Birinci Dünya Savaşı’nın da bitişi demekti. Çünkü 1918’de Mondros imzalanmıştı lakin bir barış anlaşması halen yoktu. Sevr dayatılmıştı ancak biz kabul etmemiştik. 30 Ağustos bu reddedişi perçinledi. Sonrasında mütareke için Mudanya’ya, muahede olarak Lozan’a gittik, sulh sağlandı ve akabinde yeni bir Türkiye kuruldu. Hiç şüphe yoktu ki savaşın Başkomutan’ı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ydı. Atatürk gerçekten de askeri dehaydı. Aldığı kurmay eğitimi çok güçlüydü, sivillerle irtibatı çoktu, felsefe, tarih, coğrafya, edebiyat, mühendislik ve matematik bilgisi vardı. Yakın arkadaş ve komutanları da benzer durumdaydı. Nitekim Gazi’nin bu tecrübe ve bilgisi onu ilginç ve isabetli adımlar atmaya yöneltmişti. Savaş sonrasında da bu hedefi bulan düşünceleri inkılapların başarısını getirdi.
İstiklal Savaşına başladığı sıralarda Atatürk’e demişlerdi ki:
-Nasıl mümkün olur? Ordu yok!
-Yapılır, dedi.
-İyi ama bunun için para lazım… o da yok?
-Bulunur, dedi.
-Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük hem de çok!
-Olsun, yenilir, dedi. O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla vadetmedi. Bir devlet şefinin kendisini millete sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil miydi?
Berthe G. Gaulis Çankaya Akşamları eserinde Atatürk’ü şöyle anlatıyordu;
“Mustafa Kemal Paşa, gerek asker sayısı, gerek malzeme durumu bakımından üçe karşı bir ile savaş vermiş, kendi kaynaklarıyla, şimdiye dek duyulmamış bir sonuç elde etmişti. Ama bunlar yetmiyordu. Siyasi ve diplomatik bir sonuç elde etmişti ama bu da yetmiyordu. Hasmın hatalarından yararlanıp, çok defa tahrik ederek ve her zaman da tahmin isabeti göstererek bu savaşı az görülmüş bir ustalıkla, taktiklerin en becerikli olanı ile idare etmişti. İngiliz, Rus, Doğu oyunlarını aynı zamanda takip edebilmek için her defasında, her birinin kuvvet ve zaaflarını tanıyabilme bilgisi gerekirdi. Mustafa Kemal elde edilmiş üstünlüklerle kendini sarhoş etmekten kaçınmasını bilmişti. Hücumu veya karşı koyuşu tam berraklık içerisindeydi. Bir kere nefreti yoktu. Bu da O’nu gereksiz, acele davranışlardan alıkoyan, yararlı zamanın beklenmesini sağlayan nadir görülmüş bir üstünlüktü. Büyük çılgınlıkların öncüsü gibi ihtiraslı davranışları yok, sadece zamanı gelir gelmez süratli karar vermek vardı. İşi daima kendisi idare eder, hiçbir zaman kendisini idare ettirmezdi. Her an tetikteydi ama aslında hiçbir şeyden hiç kimseden çekinmemekteydi. Her gün vaktini, metotlu gücünü biri diğeri kadar acil yedi sekiz hayati olay arasında sarf etmekteydi. İngiltere O’nu kullanmayı düşünmüştü ama O kendisini zapt ederek ölçüsünü korumuştu. Çok defa etrafındakiler içinde O’nun düşüncelerini anlamaktan uzak olanlar, kızarlar, kendilerinden geçerlerdi. O söyletir, dinler, beklerdi. Kendi öz basını onu eleştirir ama o basına da dokunmazdı. Parlamentosunun şahlandığı da olur onu karşısına alır ama o belirsiz gülümsemesini muhafaza ederdi. Bir an gelir meclisteki bu kişiler hep birden patlama noktasına gelirdi. O da beklediği bu zamanda müdahalesini yapar, durumu tek bir kelime, tek bir hareketle düzeltir, sonra bununla kendi dünyasını birleştirirdi. Her sözü, her tavrı vaktinde gelmişti. İngiltere ve İslam dünyasının (Fransa daha az) hiçbir yanı O’na meçhul değildi. Fransa’yı da okuduklarından biliyordu. O’na göre Fransa benliğini ortaya koyamamıştı. İlkesi ise hiçbir zaman vazgeçmemekti.”
Çanakkale’de uyanan Milli his kendisini çok değil beş yıl sonra bu kez Anadolu içlerinde de gösterecek, bağımsızlık uğruna canları ve malları ortaya koymak gereğini öğreten Atatürk önderliğinde yapılan savaşta tüm dünya, kahramanlık ve fedakarlığın emsalsiz örneklerini görecekti. Lakin bunun için Osmanlı’nın bittiğini ve pansuman tedbirlerle kurtuluşun mümkün olamayacağını halka anlatmak gerekiyordu. Bu yapılmalıydı ki milli egemenliğe dayanan, tamamen müstakil bir devletin tesisi mümkün olabilsin. İşte bu gaye Kurtuluş savaşının baştan sona ana gayesi olmuştu. Nitekim kurtuluşun mümkün olduğuna inanmayanları utandıran şey Atatürk’ün Samsun ve Anadolu halkının gözlerinde gördüğü bağımsızlık özleminin hiç sönmeyen ateşiydi. O bunu şöyle ifade ediyordu;
“Samsun’a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım. Gördüm ki, memleketin ve milletin temayülü istiklâl müdafaasında tereddüt edenleri utanılır mevkiinde bırakabilecek mahiyettedir. Filhakika iki seneden beri bütün dünyanın şahit olduğu olaylar düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında hakikî salâbet olduğunu ispat etti.” (23 Nisan 1921)
Atatürk İstanbul’da pekala rahat edebileceği pozisyonunu, mütareke dönemindeki nazırlıkları ve ünvanını kullanarak yaşamayı reddetti, devleti yaşatmak için Anadolu’ya geçti. Bu, bugünkü doymazlığımız, konfor tutkumuz düşünülürse azımsanacak bir şey değildi. Bu yola çıkarken O’nun, heyetinin ve aziz milletin kendi öz varlığından başka elinde bir kıymet ve gücü yoktu. Lakin gözlerden okunan hararet ve manevi kudret en büyük güç kaynağıydı, zafere kadar da sürmüştü.
Milli mücadelenin kırmızı çizgilerini ve hedeflerini şöyle anlatıyordu;
“Verdiğimiz kararın uygulanmasını temin için henüz milletin alışık olmadığı meselelere temas etmek lâzım geliyordu. Umumca söz konusu olmasında büyük mahzurlar tasavvur olunan hususların konuşulmasında kesin zaruret bulunuyordu. Osmanlı hükûmetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak mukabele ve onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu mühim kararın bütün gerek ve zaruretlerini ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette doğru olmazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalar ve hâdiselerden istifade ederek milletin hislerini ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lâzım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak 9 sene içinde yaptıklarımız bir mantık dizisi ile düşünülürse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz umumî istikametin, ilk kararın çizdiği hattan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür.” 1927
Misak-ı Milli bu kutsal mücadelenin anayasası hükmündeydi ve bağımsızlığın da zaferinde tek şartı bu yeminle ifade edilen sınırlara erişmek ve bu sınırlar dahilinde hür yaşayabilmekti;
“Kurtuluş kuralımız olan Misak-ı Milli’yi tarih sayfasına yazan, milletin demir elidir. Elde edilecek neticeye de milletin kendisi gözcü olacaktır. Millet, yalnız kendi kolları ve kendi kanıyla değil, aynı zamanda kendi başı ve kendi dimağıyla kazandığı egemenlik ve bağımsızlık cevherini, son felâkete kadar büyük bir saflık ve dalgınlıkla kendisine rehber tanıdığı ve derin bir teslimiyetle hayatını koruyucu saydığı şahıs ve yönetim şekillerine artık emniyet edemez. Millet, bundan sonra, hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına bizzat kendisi gözcü olacak ve vatanın her tarafında yine yalnız kendisi ve kendi iradesi egemen olacaktır.” 1923
“Millî mücadelenin maksat ve gayesi tam istiklâlini ve kayıtsız şartsız egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir. Millet, dış istiklâlini kazanmak için, lâzım gelen hattı hareketini misakı millî ile ifa etmiştir. Millî hakimiyetini elde edebilmek için, takibi lâzım gelen hareket hattını da Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile tespit etmiştir.”1923
“Bağımsızlık gayesinin elde edilişine kadar, tamamıyla milletle birlikte, fedakarane çalışacağıma mukaddesatım namına yemin ettim. Artık benim için Anadolu’dan hiçbir yere gitmemek katidir”1919 yeminiyle Samsun’da karaya ayak basan Mustafa Kemal için Anadolu’nun uyanışı, topraklarımıza yayılmakta olan zulmü coşkun sel gibi silip atmaya muktedirdi; “Millî irade kendi istikametinde bir nehir gibi coşup taşacaktır. Mücadeleyi her noktasından düşünerek uyanış ve coşkunluk hasıl olmuştur. Sadece dayanıklı olmak ve vazifede kusur etmemek temel şarttır.”1919
Lakin bu mücadele kesintisiz ve sarsılmaz bir inancı, güveni, azmi gerektirmekteydi; “Millî dava ancak bu inanç, bu irade ve azimle gerçekleştirilecektir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken değersiz şahıslarımız değil, millî kurtuluşu temin edecek olan fikirlerdir.”1919 Bunun yolu evvela silahlı mücadeleydi; “Bizi imha etmek görüşü karşısında mevcudiyetimizi silahla muhafaza ve müdafaa etmek pek tabiîdir. Bundan daha tabiî ve daha meşru bir hareket olamaz.”1921
Türk askeri asırlarca boş heves ve gayeler uğruna, birilerinin ve makamların devamı uğruna savaştırılmış, her seferinde zafer bile kazanılmış olsa yaşamına bir kazanç katamamış, ötelenmiş varlığını yüceltememişti. Kurtuluş savaşı bu anlamda Türk’ün ilk defa ülküsü uğruna verdiği mücadele olması bakımından emsalsizdi ve kazanan bu kez şahıslar değil millet olacaktı; “Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa olarak ülküleri uğrunda asil bir maksatla harp etmiş bulunuyorlar. Askerlerimiz, ayakları altında bir metre yüksekliğinde çukur, çamur bulunmasına rağmen düşmanlarına karşı koşa koşa, sevine sevine gidip harp etmişlerdir.” 1925 Bu inanç İstiklal Harbi’nin de ana gayesi ve başlıca güç kaynağıydı.
Nitekim muharebeler sürdükçe kahraman Türk halkı ve ordusu ülküsü uğruna daha neler yapması gerektiğini öğrenmiş ve yapmaktan çekinmemişti. Başarıyı getirecek olan da bu kararlılıktı;
“Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam, yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki, bu muharebe subay muharebesi olmuştur. Bu sebeple subay arkadaşlarımın en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar kıymet ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım. Fertlerimizi övüşten, övmeden çok yüksek görürüm. Zaten bu milletin evlâdı başka türlü tasavvur edilemez. Bu milletin evlâtlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. Askerlerimiz hakkında yeni bir şey ilâve etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu muharebelerinin manasını anlamış, yeni bir ülkü ile muharebe etmiştir. Böyle evlâtlara ve böyle evlâtlardan mürekkep ordulara malik bir millet, elbette hakkını ve bağımsızlığını bütün anlamıyla muhafaza etmeğe muvaffak olacaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından mahrum etmeye kalkışmak hayal ile vakit geçirmektir.” 1921
Bu kutsal mücadelede vatanın her karış toprağı aynı derecede kıymetliydi ve kurtuluş ancak topyekun bir anlayış ve tüm toprakların zulümden temizlenmesi şartıyla mümkündü; “Müdafaa hattı yoktur, müdafaa sathı vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir.” 1921
Kurtuluşun saraydan ve İstanbul’dan gerçekleşemeyeceği kesin, Anadolu’nun bağrından filizleneceği açıktı; “Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün aydınların, herkesin hazır olması lâzımdır. İstanbul’a gitmeyeceğiz. Anadolu, en büyük hazinedir. Vatanın sinesinde kurtuluş çarelerini beraberce ölünceye kadar aramaya, temin etmeye çalışacağız.”1919
Bu inançla başlayan milli mücadele elbette sayısız tereddütlerle yapılacak, pek çok sorun ve kayıp olacaktı. Oldu da. Lakin İnönü zaferiyle bir anda güven kazanan bu haklı direniş artık geri dönülmez bir yolun da başlangıcı olmuştu; “Birinci İnönü Meydan Muharebesi, inkılâp tarihimizin çok mühim, çok verimli bir sayfasıdır. Gelecek nesiller ve bütün dünya bu sayfayı araştırıp inceledikçe, Türk inkılâbını yapan bugünkü Türk ordusunu ve bu orduyu bağrından çıkaran bugünkü Türk topluluğunu, elbette saygı ile anacak ve takdir edecektir.” 1925
Nitekim Büyük Zafer’den sonra başarıyı ulusuna ve TBMM ordusuna mal ederken, aydınlık yarınlar için kolları asıl şimdi sıvamak zamanının geldiğini duyurmuştu;
“Memleketimizi hiçbir hak ve adalete dayanmayarak çiğnemek ve çiğnetmek teşebbüsü, muzaffer ordumuzun fedakarane ve cansiperane gayretiyle lâyık olduğu başarısızlığa uğratılmış ve milletimiz, tarihin nadir kaydettiği bir zafer kazanarak sevgili yurdumuzu kurtarmıştır.” 1923
“Bu Anadolu Zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin, ne kadar güçlü ve ne kadar zinde bir kuvvet olduğunun en güzel bir misali olarak kalacaktır.” 1923
“Vatanın kurtuluşu, milletin görüş ve idaresi kendi alınyazısı üzerinde kayıtsız şartsız hâkim olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla olumlu ve kesin neticelere kavuşmuştur.” 1922
“Bu zafer, bize bir imkân veriyor. Biz, bu imkânı memleketimizin, milletimizin aydın, mutlu ve rahata erişmiş geleceği için kullanacağız!” 1922
İzmir o tarihlerde yeni gelişen bir bölgesel merkezdi ve iktisadi ve nüfus olarak Türk Müslümanların azınlıkta olduğu bir yerdi. Zaferden sonra şehir aniden ve hızla Türkleşti, adeta yeni bir şehir ortaya çıktı. Üç yıl üç ay sonra 9 Eylül’de İzmir’e girildiğinde Yunan ordusunun Megali İdea dedikleri Helen dünyasını kurtarmak ve kurmak hayali ağır yenilgiyle sonlanmış, Küçük Asya Faciasına dönüşmüştü. Başta en kıdemli komutanların bile Bursa ve İzmir’in kurtarılamayacağına olan inançlarına rağmen zaferin bu kadar kısa sürede alınması Atatürk’ün askeri dehasıyla açıklanabilen bir durumdu.
Sakarya Savaşı üzerinden yıllar geçmiş, bir gün dönemin ünlü ressamlarından biri Mustafa Kemal’e Sakarya Savaşı’nı gösteren bir tablo hediye etmişti. Savaşın tüm heybet ve azametiyle işlenmeye çalışıldığı bu tabloda Mustafa Kemal yağız bir savaş hayvanına binmiş vaziyetteydi. Ressam, tablo karşısında tebrik beklerken, Mustafa Kemal ‘Bu tabloyu kimseye göstermeyin’ dediğinde şaşırmıştı. Şöyle devam etmişti;
‘Savaşa katılmış herkes bilir ki hayvanlarımız bir deri ve kemikten ibaretti, bizim de onlardan kalan yanımız yoktu. Hepimiz iskelet halindeydik. Atları da savaşçıları da böyle güçlü ve kuvvetli göstermekle Sakarya’nın değerini küçültmüş oluyorsunuz dostum.’
Yine Büyük Zafer’den sonra, İngiliz gazeteci Grace Ellison’un “Başarı kazanacağınızdan şüphe ettiğiniz oldu mu?” sorusuna verdiği cevap şöyleydi:
“Hiçbir zaman… Henüz elimizde harp gereçleri bulunmadığı zamanlarda bile, işin bugünkü neticeleri alacağını hesap etmiştim. Taarruzumuzu tehir etmemize sebep, kan dökmemekti. Bu maksatla taarruzdan evvel Fethi Bey’i Londra’ya gönderdik. Barışı kanla değil, mürekkeple imza etmek istiyorduk.”1923 O, halkına bu denli güven duyuyor, sevgisine ve inancına güveniyor, yarınlara ulusuyla birlikte bu denli zaferden emin yürüyordu.
O’na göre Lozan sadece o günün meselesi değildi; “Lozan Konferansı düne ve bugüne ait, üç beş seneye ait hesapların sonuca bağlanmasıyla uğraşmakta değildir. Belki, üç, dört yüz senelik birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle meşguldür. Onun için bu kadar derin, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların az zamanda içinden çıkmak kolay değildir.”1923
Nutuk’ta Lozan’ı, Sevr ile hedeflenen bir katliamın hesaplaşması olarak şöyle ifade etmekteydi;
“Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmaya lüzum olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sèvres Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseridir.”1927
Lozan bir dönüm noktasıydı ve Osmanlı’da emsali olmayan bu anlaşmayı gençlik çok iyi anlamalıydı; “Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasî bir zafer teşkil eden bu antlaşmanın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Milletimiz, bununla gerçekten iftihar edebilir ve Türk milletinin yüksek bir eseri olan bu antlaşmanın yüksek kıymetini takdir etmesi lâzım gelen gençliğin, bunu mazide yapılmış antlaşmalarla mukayese etmesi gerekir. Bu münasebetle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasî mücadelelere göğüs gererek neticeyi elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa Hazretleri’ni saygı ile hatırlamak vazifemdir.” 1927
Lozan’da belirlenen esaslara göre yabancı okullar Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı bulunduğu tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaktı. Türk hükümeti yabancı okullarda Türk dili ve tarihinin, Türkiye coğrafyasının Türk öğretmenler tarafından okutulmasını ve okulların Türk müfettişler tarafından denetlenmesini yönetmeliğe bağladı. Yabancı okullar bu esaslara uymayı kabul etmediler. Elçiler aracılığıyla görüşme talebinde bulundular. Türkiye bunu bir iç sorun sayarak reddetti. Bu esaslara uymayan okullar çoğu kendisini kapattı, bir kısmı da kapatıldı. Bunun başarılmış olması bile ülke için iftihar edilecek bir husustu.
Montrö sözleşmesi içinse ifadeleri şu şekildeydi; (Montreux Sözleşmesi’nin imzalandığı günün gecesi (18/19 Temmuz 1936) Atatürk tarafından yazdırılmıştı.)
“Bugün bayram günüdür; sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz, ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan, Montrö’de taçlandırılmıştır. Lozan tamdır ve tamamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat, onu mustarip eden ufak bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek hassasiyeti bununla alâkadarsa mutlak sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.”1936
Yine Atatürk Montrö’yü zeka, mantık ve enerjinin bir fırsatçılığı olarak görüyor, diplomasiyi öğrenen devletin sosyal ve demokratik ortamlarda da bundan sonra nice başarılara imza atacağına dair inancını ifade ediyordu; “Milletin yüksek seciyesine, ordusunun bükülemez pazısına ve medenî beşeriyetin aldatılamaz sağduyusuna dayanarak ve güvenerek kullanılan zekâ, mantık ve enerjinin, bütün beşeriyetin muhtaç olduğu barış ve huzur bahşeden neticeler doğurabileceğinin bir delili olan Montrö Konferansı eseri, cidden sevinmeye ve sevindirmeye değer bir tarihî hadisedir.” 1936
Şöyle diyordu; “Türkiye’nin hakkını teslim etmekle yüksek dostluk ve anlayış gösteren (Montrö) mukavelesi akidleri, aynı zamanda kritik devam eden uluslararası durumun bu önemli devresinde, istikrar için icab eden umumi sulh işine de değerli hizmet etmiş olurlar. Tarihte birçok defa münakaşa ve ihtiras vesilesi olmuş olan Boğazlar, artık tamamıyla Türk Hakimiyet-i İradesinde, yalnız ticaret ve dostluk münasebetlerinin muvasala (ulaşım) yolu haline gelmiştir. Bundan böyle muharip her hangi bir devletin harp sefinelerinin Boğazlardan geçmesi memnudur (yasaktır).”
Atatürk verilen silahlı mücadeleyi tüm halka mal ederken; “Millî mücadeleyi yapan, doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlâtlarıdır. Millet, analarıyla, babalarıyla, hemşireleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi. Millî mücadelede şahsî hırs değil, millî ülkü, milli izzetinefis hakiki etken olmuştur”1925 , bu başarıda sarsılmaz yeri olan kahraman ve gazi TBMM’ni de anmayı ihmal etmiyordu; “Meclis’in ve o Meclis’te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değişmesine imkân olmayan bu kesin irade, mutlaka düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan’ın silahlı kuvvetinden meydana gelen bu orduyu anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluş ve bağımsızlığa kavuşmaktır.” 1921
Mustafa Kemal’i Atatürk yapan şey aslında Samsun’da ayak bastığı Anadolu topraklarında şahit olduğu kaybolmamış Türklük, derin ve temiz bir inanç, orduya güven, devlete saygı, tarıma yatkınlık, öz kaynaklarla yetinme ve tevazu, ölmeyi göze alan gurur ve hürriyet bilinci, vatan ve Allah aşkı, fedakar ve cesaretli dik duruş, namus ve liyakate sadakatti. Şurası gerçekten önemliydi ki Atatürk birleşip mücadele etmek gereğini sıfırdan ortaya atmış ve halkı ikna etmiş değildi. Yaptığı şey; halkta tesadüf ettiği yüce değerleri, bozkırlardan zulme yükselen feryatları, gözlerde gördüğü kurtuluş umudunu, parça parça ama esarete razı olmayan direniş ruhunu sistemli hale getirerek tek vücut halinde ayağa kaldırmaktı. Yani Atatürk halka öğretirken, halktan da çok şeyler öğrenmekteydi.
Bu öğrenen – öğreten model ise dünya tarihine geçecek, Türk mucizesinin hem savaş ve hem de barışta sağlayıcısı olacaktı. Birlik ve beraberlikle kast ettiği de zaten bundan başka bir şey değildi. Ülke toprakları sulha, bölge istikrara kavuşunca Atatürk asıl savaşına başlayacak, ulusuna aşağıdaki derslerini hem de kara tahta başında bizzat sırasıyla öğretmeye başlayacaktı;
“Her şeye rağmen olmayan haysiyetli barış, saltanat ve emperyalizme direniş, her alanda tam bağımsızlık, millete ait egemenlik, çağdaşlaşma ve demokrasi,
Asil ve asli Türk medeniyeti, Türklük bilinci ve milli ülkü,
Türk’e yakışır bir sosyal hayat, medeni kanun ve aile yapısı,
Adalet ve hukukun egemen olduğu eşitlikçi bir toplum, kadın ve erkek denkliği, hoşgörülü, kardeşçe milli beraberlik, ayrımcılığa, kutuplaşmaya karşı dik duruş,
Hürriyet ve eşitlik, Cumhuriyet ateşi, inkılapçı bir ruh, ilkelerle aydınlanan medeniyet yolu,
Kalkınma seferberliği, tüketen değil üreten Türkiye, yerli ve milli anlayış, kendine yeter bir ülke, yılların acı enkazını fedakarlıkla kapatmak, azim, kararlılık ve topyekun gayret, yorulunsa da çok çalışmak, israfla savaş ve tasarruf bilinci,
Anlaşılır din, anlaşılır Türkçe,
Milli ahlak ve namus, liyakat ve ehliyet, yolsuzluk, kişisellik ve istismara sıfır tolerans, devlete ihanete sert tedbir.”
Nitekim Başkomutan olarak Ulusuna savaşmanın gereğini ve usulünü öğreten Ulu Önder artık medeni hayatta yapacağı hamlelere hazırlanırken, çıkaracağı üniformasının yerine şimdi öğretmen önlüğü giyecek, eline kalem ve tebeşir alarak yurdu zulümden nasıl kurtardıysa bundan sonra da cehaletten kurtarmak gayretine girişecekti.
ZULME, BAĞNAZLIĞA VE CEHALETE SAVAŞ AÇAN BİR ASİ
“Bazı arkadaşların yoksulluk içinde bu büyük dâvanın başarılamayacağını zannederek, memleketlerine dönmek arzusunda olduklarını duydum. Arkadaşlar! Ben sizleri bu millî dâvaya silâh zoruyla davet etmedim, görüyorsunuz ki sizi burada tutmak için silâhım da yoktur. Dilediğiniz gibi memleketlerinize dönebilirsiniz. Fakat şunu biliniz ki, bütün arkadaşlarım beni yalnız bırakıp gitseler, ben bu Meclis-i Âli’de tek başıma kalsam da, mücadeleye ahdettim. Düşman adım adım her tarafı işgal ederek Ankara’ya kadar gelecek olursa, ben bir elime silâhımı, bir elime de Türk bayrağını alıp Elma Dağı’na çıkacağım. Burada tek başıma son kurşunuma kadar düşmanla çarpışacağım. Sonra da bu mukaddes bayrağı göğsüme sarıp şehit olacağım. Bu bayrak kanımı sindire sindire emerken, ben de milletim uğruna hayata veda edeceğim. Huzurunuzda buna and içiyorum.”
Sevr, Türk’ün esaret bilmez karakterine vurulmuş en ağır darbeydi, İstiklal Harbi ise ‘yok etmek isteyenlere karşı yok olmayacağız’ isyanıydı. Türk İstiklal harbi ateş çemberi içerisinde muharebe meydanlarında ve diplomasi yoluyla kazanılan bir seri muvaffakiyet ile zafere ulaşmıştı. Zordu, riskliydi ama aklı kullanmakla, cesaretle, vatan aşkıyla ve elbette Atatürk ile kazanıldı. Türklük, tarih boyu en yüce destanını İstiklal Harbi’nde yazdı. Çünkü diğer tüm savaş ve zaferler, devletin güçlü olduğu zamanlarda elde edilmiş, sınırlar, servetler, güçler bu dönemde büyütülmüştü. Yalnız İstiklal Harbi’ydi ki baştan sona Türk’ün en zayıf olduğu anda yaşanmış, yedi cihan ilk kez bu denli bir olarak saldırmış, durum ilk defa ümitsizliğe bu denli yaklaşmıştı. Baştan sona iman ve hür olma isteği kokan bu savaş, topyekun bir var olma savaşıydı, haysiyet ve namus koruma davasıydı, yok olmama, nefes alma, zulme direnme cihadıydı. Dünyada örneği bulunmayan bu zor durum, Türk’ün tarih sahnesinden silinmesini isteyen hasımlarıyla, bir avuç inançlı Türk’ün meydan muharebesiydi, tarihin akışının değişmesiydi, mazlum devletlerin de ayağa kalkışına sebep olacak bir kutsal haykırıştı.
Ankara kıyılarına kadar gelen düşmanın, Türk’e Sevr ile bırakılan topraklara dahi göz yummayacağını belli eden tasallutları göstermişti ki 15 Mayıs 1919’da başlayan Anadolu işgali dünya savaşının bir uzantısı değil, Anadolu Türklüğüne açılan ayrı bir cihan harbiydi, Çanakkale’nin intikamıydı.
Bu harbin yoksul, yorgun halk tarafından kazanılması ise göstermişti ki tek dişi kalmış medeniyetin silahları ve gücü ne olursa olsun inanç ve azim karşısında hükmü, Atatürk gibi bir dehayı bu Millete nasip eden Allah’ın bu toprakları başkaca milletlere nasip etme planı yoktu. Dünyanın merkezi, göz bebeği Anadolu toprakları Türk’ün öz yurduydu, öyle de kalacaktı. Bu haklı şahlanışla kahraman Türk ordusu Atatürk önderliğinde vatanı işgal zulmünden kurtarırken, Türk’ün makus talihini de yeniyor, mazlum devletlere de bir umut ışığı oluyordu. Kaderin verdiği mesuliyetle, alınyazımız olan Anadolu’yu düşman çizmelerinden temizleyebilen bu şanlı Milletin o haklı mücadelesiyle 1919 Mayısında İzmir’de başlayan acılar dönemi, 1922 Eylülünde yine aynı rıhtımda son bulurken, tarih emsalsiz bir muzafferiyete, ender deha Atatürk’ün kalıcı izine, Türk’ün çukurlardan yeniden aydınlığa çıkışına şahit oluyordu. İzmir’i terk eden Yunan’ın yakıp yıktığı İzmir evlerinden tüten dumanlar sadece bir zulmün sona erdiğini değil, aynı zamanda bir köhne yönetimin ve batıl anlayışın da yani Osmanlı’nın da sonunu duyuruyordu cihana.
Orada yanan da sadece Osmanlı’nın geri kalmışlığı değil, üst aklın ve emperyalist Batı’nın hain emelleri, insanlık dışı heves ve arzularıydı. Türk’ü tarih sahnesinden atamayan düşman Ege denizinde boğulurken, tıpkı Çanakkale gibi bir kez daha ülkesine mahzun dönüyor, davasından vazgeçmese de yediği Türk tokadıyla uzun müddet kendisine gelemeyecek olmasının kahrını taşıyordu. Sonrasında Mudanya’yla, Lozan’la, Montrö ve Hatay’la devam eden şanlı mücadele Misak-ı Milli’nin kutsiyetiyle son bulacak ve Türklerin ezeli anayurdu Anadolu tüm cihanın imrenerek baktığı bir medeniyet timsali olacaktı… Sonraki düşmanlar ise; yobaz cehalet, gerici radikalizm, emperyalizm ve kapitalizmdi.
“Hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, millî egemenliktir” diyen Atatürk, Türk Milleti’nin “yaradılış bakımından demokrat” olduğuna inanıyordu. Faşizmin yükseldiği, meclislerin kapandığı, diktatörlüklerin kurulduğu bir çağda her fırsatta demokrasinin öneminden söz ediyordu. Örneğin 13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı Isaac F. Marcosson’a verdiği mülakatta şunları söylemişti:
“Emperyalizm ölüme mahkûmdur. (…) Demokrasi insan ırkının ümididir. (…) Yeni Türkiye’nin temelindeki fikir aynen budur. Biz ne zor kullanmak ne de fetih istiyoruz. Yalnız bırakılmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizin belirlenmesine izin verilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm binası bunun üzerine kurulmuştur. Şunu da ilave edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil eder; şu farkla ki, siz kırk sekiz devletsiniz, biz tek bir büyük devletiz.”
Atatürk emperyalist ve kapitalist Batı’yı, işbirlikçi hainleri ile teşhis ve mağlup edecek kadar bilgili, öngörülü, inançlı ve cesur bir yapıya sahipti, masonizmi tarihte yenebilmiş tek liderdi, on beş yıllık atılım sürecinde dünyada emsali görülmemiş kalkınma hamlesine imza atacak kadar olağanüstü bir insandı, ilkeydi, fikirdi, bu yüzden ölümsüzdü. Osmanlı’nın Batı’ya yayılışını macera olarak niteleyen, Ortadoğu topraklarındaki dipsiz maceralara taraf olmayacağını duyuran Atatürk davası, hayalcilikten uzak millilikle öz yurdun imarını ve bekasını esas almakta, ülke bütünlüğünü şart koşarken, komşularının da toprak bütünlüğünden yana oluşunu her fırsatta dile getirmekteydi.
“Bütün dünya bilsin ki benim için bir taraflılık vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikrî ve sosyal inkılâp taraftarlığı. Bu noktada, yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi, hariç düşünmek istemiyorum.” 1924
Yıl 1922… Türkiye, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık savaşını kazanmış, sıra zaferin Lozan’da tesciline gelmişti. Yaklaşık 8 ay boyunca süren müzakerelerin tıkandığı bir noktada, Lord Curzon İsmet Paşa’ya şöyle demişti:
“Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi; makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın, kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki ne reddederseniz, hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde (Amerika murahhası Mr. Chaild’i işaret ederek). Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak, kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”
Lord Curzon’un sözleri siyasi emellerinin savaş meydanlarında yenildiğini ancak mücadelenin henüz bitmediğini gösteriyordu. Dünya o zamanlar “küreselleşme” kavramından dahi habersizdi. Lakin Curzon, Türk tarafına dünyanın yeni sistematiklerini ihbar ediyor, geleceğin en etkili silahlarının para ve ekonomi olduğunu anlatıyordu.
“Hepinizce bilinmektedir ki, milletimiz asırlardan beri iki kuvvetin, iki müstebit kuvvetin, iki yok edici kuvvetin baskısı altında üzüntü ve elem duymakta idi. O kuvvetlerden birisi: Doğrudan doğruya memleket ve milleti idare etmek iddiasında bulunan müstebitler, ikincisi: Bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemidir. (…) Emperyalist kuvvetler, milletimizi, hukuk ve haysiyet ve bağımsızlıktan mahrum ve bunları kavramayan bir hayvan sürüsü telâkki ettiği için böyle bir sürünün elinde sayısız tabiî hazinelere malik, kıymetli ve geniş bir memleketin bırakılmasını uygun göremezdi. Onların telâkkisine göre, bu memleketi parçalamak ve bu memleketteki insanları esaretleri altına almak lâzım idi. Böyle bir emel, böyle bir gaye takip ediyorlardı ve Umumî Harp’in neticesiyle hasıl olan fırsattan istifade ederek, Mütareke ile milletin ve ordunun elinden silâhlarını da aldıktan sonra işe girişmişlerdir.
Bir taraftan dahilde bulunan gafil veya hain kuvvetler, memleket ve milleti âdeta bu hariç kuvvetler gibi, bu hariç görüşler gibi telâkki ediyorlardı. Bu sebeple onların da çalışması, en hain düşmanların çalışması mahiyetinde belirtisini göstermiştir. İşte, bundan bir sene evvelki vaziyetimiz böyle bir şekil, renk ve manzara gösteriyordu. Halbuki, milletimiz hiçbir vakitte düşmanlarımızın telâkki ettiği gibi hukukuna ve bağımsızlığına yabancı değildir. Bilâkis büyük bir aşkla ve aşkî bağ ile, vicdanî bağ ile bağımsızlık ve haysiyetine bağlıdır ve yine milletimiz dahildeki cahil ve gafillerin ve hainlerin telâkki ve ifade etmek istedikleri mahiyette de değildir. İşte bir seneden beri vuku bulmakta olan savaşımlarımız neticesinde millet, içeriye karşı, dışarıya karşı ve bütün dünyaya karşı varlığının yüksek mahiyetini bütün delilleriyle ispat etmiş bulunuyor. Bugünkü vaziyetimizi ifade etmek lâzım gelirse: Milletin doğal mümessillerinden kurulan Meclis ve onun hükûmeti, istisnasız bütün memlekete hâkimdir ve egemenliğini muhafaza kuvvet ve kudretine maliktir.” 1921
Atatürk, Milli Mücadele’de emperyalist Batı’yı “zulüm dünyası”, onun sömürdüğü Doğu’yu ise “mazlumlar dünyası” diye adlandırdı. Milli Mücadele’de İngiltere, Fransa, İtalya ve onların taşeronu Yunanistan’dan oluşan “emperyalist cephenin” karşısına Afganistan, Hindistan, İran, Irak, Suriye, Mısır ve Sovyet Rusya gibi ülkelerden oluşan “mazlum milletler cephesiyle” çıktı. Savaş yorgunu, yoksul, orduları dağıtılmış, silahları elinden alınmış, Amerikan veya İngiliz mandası arasında bocalayan ülkeyi emperyalist işgalden kurtarmak için en akıllıca ve en gerçekçi yol, ezilen, sömürülen mazlum milletlerden bir “dayanışma cephesi” yaratmaktı. Atatürk işte bunu başardı.
Atatürk, dünya liderliğinin, emperyalizme hizmet etmekle değil tam tersine onunla mücadele etmekle olunacağını kanıtlarken… birilerinden emir ya da nasihat alarak, azınlığın sömürüsüne ortak olmayı değil, bağımsız bir politika ile kendi halkını da içine alan insanlığın büyük çoğunluğuna denk gelen mazlum insanların önderi olmayı amaç edinmişti:
“İstiyoruz ki, bütün milletler gibi biz de bağımsız olalım. Kendi evimizin sahibi, cebimizin hakimi, kendi hayat ve namusumuzun mesulü biz olalım. İstiyoruz ki, yeryüzünde zulüm kalmasın. Milletler arasındaki düşmanlıklar ortadan kalksın. Dünyaya hakim olan kapitalizm illeti bir daha kalkmamak üzere uyusun. İşte bugün içinde bulunduğumuz mücadelenin yegane manası bu! Biz bu gaye ile harekete geçtik. Bağımsızlığımız ve varlığımız için emperyalizme karşı dünya ve hayat inkılabı uğrunda zulümden kurtulmuş yeni bir devre doğru yürüyoruz. Giriştiğimiz hareket, büyük, ağır ve o nispetle şerefli ve şanlıdır. Görüyoruz ki kendimizi kurtarmak için uğraşmak demek, bütün dünya ve milletler kurtuluşunun milyonlarca cephesi arasında çalışmak demektir. Yapılacak iş, henüz başlanmış olan iş o kadar büyüktür ki, bunun karşısında ruhların yüksek bir heyecanla titrememesi imkanı yoktur. Çünkü bizim kurtuluşumuz dünyanın kurtuluşu demektir. Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizm zulmünden kurtulmadıkça bizim için hayat ve rahat ihtimali tasavvur edilemez.”
“Bütün dünya istiyor ki, artık yeryüzünde emperyalizm zulmü nihayet bulsun, insanlar ve milletler için yeni bir devir, bir adalet ve istirahat devri açılsın. Biz de böyle istiyoruz ve onun için uğraşıyoruz. Asya’nın üç yüz milyonluk mazlumları emperyalist memleketlerin zulmü altında inleyen sınıfları hep bizimledir. Dünyanın her tarafında, her köşesinde bizim müttefiklerimiz ve dostlarımız var.”
Atatürk’ün, ‘kapitalizm afeti ve onun çocuğu emperyalizm’ şeklinde tanımladığı bu iki kavram hakkında; “Bizi milletçe yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir doktrini takip eden insanlarız” şeklindeki sözleri politikalarının emperyalizme de kapitalizme de karşı olduğunu, ayrıca emperyalizmin, ‘kapitalizmin bir sonucu’ olduğunu gösterir. Yine Atatürk’e göre emperyalizm ve kapitalizm zulüm anlamına gelmektedir. “TBMM Hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmaya çalışan biricik amaç ve erek bildiği halkı emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulümden kurtaracak yönetim ve hakimiyetin gerçek sahibi kılmakla amacına erişeceği kanısındadır.”
18 Kasım 1920 tarihli Halkçılık Beyannamesi’nden 23 Nisan 1920’de kurulan meclisin: “Emperyalist devletlerin, devlet ve milletimizin hayatına açıkça kastetmeleri neticesinde meşru müdafaa için toplanan”; “hayat ve bağımsızlığını yegâne ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak, irade ve hâkimiyetinin sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı” inancında olan; “milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve bu maksada aykırı hareket edenleri cezalandırma azmiyle kurulmuş bir orduya sahip” olan ve emir ve kumanda yetkisi kendi manevî şahsiyetinde bulunan; “halkın öteden beri maruz bulunduğu sefalet sebeplerini, yeni vasıtalar ve teşkilatla kaldırarak yerine refah ve saadet ikame etmeyi başlıca hedefi” sayan; “dolayısıyla toprak, maarif, adliye, maliye, iktisat ve vakıflar işlerinde ve diğer meselelerde toplumsal kardeşlik ve yardımlaşmayı hâkim kılarak, halkın ihtiyaçlarına göre yenilikleri ve tesisleri vücuda getirmeye çalışacak” bir meclis olduğunu söylemek mümkündür.
Tam bağımsızlığa kast eden bu iki düşmanı bertaraf etmek için kuvvetli ordu bulundurmanın gereğini de yine Atatürk açıklamıştı; “TBMM Hükümeti, ulusun yaşam ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı savunma ve dış düşmanlarla iş birliği yapıp ulusu aldatmaya ve bozmaya çalışan iç hainlerin cezalandırılması için orduyu güçlendirmeyi ve onu ulusal bağımsızlığın dayanağı bilmeyi görev sayar.”(13 Eylül 1920)
“Kapitalizm sadece falan ve filan devletlerin düşmanı değildir. Bilakis bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır… Bu zalim de başarılı olmak için arada sırada müracaat ettiği muharebeler yegane kuvvetleri, yegane silahları değildir. Bankalar, sendikalar onun en kuvvetli silahlarıdır. Ve bütün milletleri bu silahla mağlup eder. Memleketimize bakınız: rejiler, Duyunu Umumiye’ler, kapitülasyonlar, şimendiferler, limanlar, gemiler, bankalar, ticaret evleri, bütün bu kurumlar, Avrupa kapitalizminin bizi mahvetmek için senelerden beri kullandığı iblisane bir makinanın parçalarıdır. Bize bugün hudut itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz sulh şartlarını verseler, kapitalizm dolabı memleketten bugünkü şeklinde kaldığı takdirde mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makasının dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkanı yine tasavvur edilemez. Zenginlerimizi dolandıran o, fakirlerimizi soyan o. Kapitalizm sadece bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar ve insanlık düşmanıdır.”(20 Temmuz 1920)
Atatürk, sadece kendi ülkesinin değil, ilham kaynağı olduğu bütün mazlum devletlerin ve hatta emperyalist devletlerin sömürülen kendi halklarının da bu kıskaçtan kurtulması için mücadele etmişti:
“Bizim Büyük Zaferimizin yaratacağı büyük sonuçlar, yalnız Türkiye’nin kaderi üzerinde etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün mazlum milletleri kendi yaşam ve bağımsızlıklarını tehdit ve baskı altında tutan zalimlere karşı hareket için cesaretlendirecektir.”
Özetle O’nun zaferleri sadece Ulus’umuz için değil, mazlum devletler ve hatta tüm dünya halkları için kurtuluş umudu, dayanma gücüdür. Bugün varsak ve özgürsek, O’nun sayesindedir.
Ruhun Şad olsun Ata’m!